Joker: “Neden bu kadar neşeli?”

Kültür/Sanat Haberleri —

Joker filmi

Joker filmi

  • İkinci Joker filmine dair söylenecek pek bir şey yok. Todd Philips bu kez Lady Gaga ve Harley Quinn’i sahaya sürse de film tam anlamıyla bir hayal kırıklığı. Kopuk sahneler, tuhaf geçişler özellikle de inandırıcı olmayan neşesiyle 2024’ün Joker’i adeta kendi kendisini imha etmiş.

BİLGE AKSU

Süperkahraman anlatılarının doğduğu ve dünyaya yayıldığı Amerika’da, bu tiplere neden ihtiyaç duyulduğu, hangi boşluğu doldurduğu zamanında epey konuşuldu. Bir kurtarıcı figürünün tarihsel karşılık dahi bulmadığı bu iki buçuk asırlık koca medeniyette işleri eline alması gereken sıradışı ve doğaüstü canlılar muhakkak gerekliydi. Özellikle iki dünya savaşı arasındaki bunalım yıllarında diktatörler ve faşizan rejimlerle boğuşan Avrupa’nın yanında ABD gerçekten de bir rüya ülkesi gibi kalıyordu. Elbette bu rüyayı öyle herkes değil, kalburüstü bir iki cemiyet yaşıyor; geri kalanlar ekonomik buhranın pençesinde, derinleşen yoksullukla arşa çıkmış suç çetelerinin elinde kıvranıyordu. Tam o sıralar bir bir patlayan çizgi roman karakterleri, toplumun özdeşlik kurma ihtiyacına denk düşen güçlü figürlere dönüştü.

Aradan geçen yaklaşık bir asırda bu karakterlerin kimi zaman gereksiz ölçüde çeşitlendirilmiş hikayelerine tanık olduğumuz kadar, meselenin gerçeklikten uzaklığına dair yakınmaları da duyduk. On yıl kadar süren Marvel imparatorluğunda, farklı evrenlerin bir araya geldiği ve eski anlatıların inandırıcılık kaygısından tamamen uzak, çoğu noktada karikatürize edilmiş filmler sayesinde, süperkahraman mitleri dalgası geçilecek unsurlara dönüştü. Amazon Prime’ın The Boys’u, benzer bir hikayeyi tamamıyla parodiye dönüştüren en iyi örneklerden oldu daha sonra. Başta ABD olmak üzere tüm dünyadan çizgi roman meraklıları, eskiden beri konuşup durdukları, hangi kahramanın diğerini dövebileceği konusuna da birçok cevap almış oldu.

Marvel tarafı yeni bir anlatı biçiminin peşine düşüp piyasayı sallarken, karakter çeşitliliği açısından nispeten zayıf görünen DC Comics’in girişimleri sönük çabalardan öteye gidemedi. Batman ve Süperman’i birleştirmeye çalışan birkaç film beklenen ilgiyi görmeyince, bu kulvar tamamen Marvel’ın eline geçti ve DC tarafı, söz konusu furyanın bir an önce bitmesini dilemekten başka bir çıkış yolu bulamaz hale geldi.

Fakat DC’yi Marvel’dan daha saygın bir yere taşıyan önemli bir unsur da mevcuttu. Diğer kahramanların çoğunun aksine, gerçekçi bir altyapıya yaklaşan ve maddi gücün imkanlarıyla neredeyse bilimkurgu janrasına göz kırpan Batman evreni, sonsuz hikaye ve çatışma vaat ediyordu. Çocuk yaşta ailesi öldürülen Bruce Wayne, akıl almaz bir mirasa konup el üstünde yetiştirilirken aynı zamanda iyinin ve kötünün özüne dair sorgulamalar yaparak büyümüştü. Yeterince güçlendiği ve kendi kararlarını alabilir hale geldiği zaman, maddi imkanlarını şehirdeki kötüleri cezalandırmaya vakfetti. Fakat o kötülerden biri öylesine becerikli ve tıpkı Batman gibi güçlüydü ki, ekipman kullanarak geceleri binaların üzerinden uçabilen bu süperzengin kahraman, onun karşısında bazen diz çökmek zorunda kalıyordu. Joker, yalnızca çizgi roman külliyatının değil, sinema ya da edebiyat tarihinin en kompleks kötülerinden biriydi.

 

Ve hikaye hiç olmadığı kadar sınıfsaldı

1930’ların sonundan beri farklı temsillerde karşımıza çıkan Joker, Batman filmlerinin değişen üslubuyla giderek ciddileşen ve karakter derinliği artan bir figür oldu. Benim izlediğim en eski versiyon 89’daki Jack Nicholson’ın Joker’iydi ve burada gerçekten de sıklıkla şakalar yapan ama bir o kadar da korkutucu bir karakter görüyorduk. Tim Burton’ın karikatürü seven tarzının da etkisiyle bu Joker, çizgi roman estetiğine yakın bir tarz çizmişti. Bundan yaklaşık 20 yıl sonra tanıştığımız Heath Ledger’ın Joker’iyse, Nolan’ın Batman yorumuna paralel biçimde çok daha gerçekçi ve şakaları buz gibi bir karakterdi. Her ne kadar “Why so serious?” sorusunun eşliğinde, herkesin biraz rahatlaması gerektiğini ima etse de, Batman’e karşı aldığı pozisyon oldukça sert ve ciddiydi. Kötü adam kahkahası denen mefhumu, klasikleşen histerik ve tekdüze bir kahkahadan uzaklaştırıp, hissederek ortaya çıkarılan ve duyulduğunda gerçek bir panik yaratan tuhaf bir gülüşe evriltmişti Ledger. Bu hikayede, gelişen teknolojinin de etkisiyle sıradışı ekipmanlar kullanan Batman, tüm gücüne rağmen finalde Joker’e yenilmiş sayıyordu kendini.

2019’a geldiğimizdeyse, ilkin hepimizin “Ne gerek vardı?” diye sorup isyan ettiği Joaquin Phoenix’in Joker’i çıktı karşımıza. Bu kez hikayede Batman yoktu. Onun belki de her şeyden habersiz evde oyunlar oynadığı zamanlarda, henüz Arthur Fleck olarak bildiğimiz tuhaf ve rahatsız edici bir karakterden ibaretti tüm film. Ve bu kez hikaye hiç olmadığı kadar sınıfsaldı. Batman’in sıradışı zenginliği, bütün filmlerde bir güç imgesi olarak karşımıza çıksa da diğer karakterlerin geçmişi yahut ekonomik durumları, anlatının bir nesnesine dönüşmüyordu. Nolan’ın versiyonundaki Joker arada bir geçmişinden ve onu bu hale getiren sıkıntılarından bahsetse de, her seferinde farklı bir hikaye sunduğu için ona güvenmemiz pek mümkün olmuyordu. Yalnızca zorlu bir çocukluk geçirdiğini ve bir dönem Arkham’da tedavi gördüğünü çıkarabiliyorduk.

 

Gotham’ın acımasızlığı

Todd Philips’in yönettiği ve Joaquin Phoneix’in canlandırdığı baş karakter Joker ise Gotham City’nin acımasız ekonomik ikliminin bir kurbanı olarak karşımıza çıkıyordu. Bir gösteri sanatçısı olarak ekmeğini kazanmaya çalışırken, patronundan ve iş arkadaşlarından türlü eziyet gören bu antisosyal karakter, önceleri psikiyatrik yardım alarak hayata tutunmaya çalışıyor, fakat şartların giderek zorlaştığı bu ortamda önce deliliğini kabul etmek, sonra da ona dayatılan yaşantıyı kökten değiştirmek için adımlar atmak zorunda kalıyordu. Küçük yaşta istismara uğrayan, annesiyle arası bir türlü istediği kıvama gelmemiş bu zavallı adam, akşamları tuttuğu günlüğüne, “Bir akıl hastası olmanın en zor yanı, insanların sizden öyle değilmiş gibi yapmanızı beklemeleri…” türünden yakınmalar yazıyor; sosyal devletin kırıntılarının kaldığı Gotham ortamında arada bir gördüğü doktoruna kahkahasıyla ilgili sorular soruyordu. Olmadık yerlerde başlayan ve önüne geçemediği bu kahkaha, insanların ona tepki göstermesine neden oluyor, çoğu zaman şiddete uğradığı alışılmış ve kabullenilmiş travmalar yaşatıyordu. Bir akşam metroya bindiğinde aynı şey yeniden yaşanınca üç adet bembeyaz borsacıdan dayak yediği esnada içindeki zembereğin kırıldığını hisseden zavallı Arthur Fleck, artık zavallı olmamaya karar veriyor ve karanlık tarafın kapısını çalıyordu. Bunda en büyük etken, sosyal devletin kırıntılarına dahi tahammül edemeyen Gotham’ın acımasızlığıydı şüphesiz; doktorunu artık parasız göremeyeceğini anlayan Fleck için tek çıkış yolu, topluma baş kaldırmak ve kaosun adil tokadının gölgesine sığınmaktı.

Todd Philips, kitleler tarafından ya çok sevilen ya da nefret edilen bu Joker’i yarattığında ben de kafası karışık bir haldeydim. Seneler içinde derinleşen ve süperkahramanın önüne geçen bu karaktere has bir filmin yapılması, DC evrenini çeşitlendirmesi ve Joker’in geçmişini tüm çıplaklığıyla sergilemesi açısından iyi bir girişimdi. Ayrıca meseleyi derin yoksulluğa ve yozlaşmış bir topluma eleştiri mahiyetinde ele alması da epey olumluydu. Nitekim bu filmdeki Phoenix, muhteşem oyunculuğuyla karakteri harika biçimde derinleştirdi ve Oscar’a dahi uzandı. Fakat gişe rekorları kıran bir Hollywood filmiyseniz, yapımcılar ve seyirciler sizi asla rahat bırakmaz. Hikayeniz size tamamlanmış gibi gelse de, muhtemel para akışı her şeyden önemlidir. Ve bu örnekte de olduğu gibi, yıllar sonra zorla devam filminizi çekerler ve bir çuval inciri gönül rahatlığıyla berbat ederler.

 

İkinci Joker: Büyük hayalkırıklığı

Evet, geçen hafta gösterime giren ikinci Joker filmine dair söylenecek pek bir şey yok. Olmaması gereken bir şeydi ama oldu diyebiliriz. Todd Philips bu kez Lady Gaga’yı ve Harley Quinn’i sahaya sürse ve meseleyi başka bir estetik biçime yöneltse de bu film tam anlamıyla sakat doğmuş bir filmdi. Halihazırda müzikal sevmeyen benim gibilerini geçtim, bu türe dair bilgisi ve görgüsü yüksek olanlar dahi hayalkırıklığı yaşayarak çıktı salonlardan. Bunda en büyük sebep, hikayenin ciddiyetini sürdürme çabasına rağmen müzikal kısımlarda ortaya çıkan absürt üsluptu. Seneler boyu derinleşen ve ciddiyeti artan Joker’i, filmin girişinde ipucu verildiği üzere, yeniden çizgi roman estetiğine çekme hatası da bardağı taşıran son damlaydı.

Bu konuda mesele biraz çetrefilli. Çizgi romanlar doğası gereği absürtlüğü ve tuhaf bir mizahı içerir zaten. Örneğin burada filme dahil olan Harley Quinn karakterinin çıkış noktası, ortaçağ İtalya’sındaki bir güldürü karakteridir. Orijinalinde Harlequin olarak bilinen bu karakter, kralın yanında bulunan bir çeşit soytarıdır. DC’nin çizimlerinde de görüleceği üzere, tıpkı orijinal Joker gibi korkutucu bir tuhaflığa sahiptir. Bu açıdan, böyle bir karakterin filmde bulunmasında problem yok elbette. Fakat meseleyi 2019’daki ciddiyete taşıyan yönetmenin, bir anda bu tuhaflığa yeniden dönmesi pek de kabullenilecek bir durum değil açıkçası.

Öte yandan, derin yoksulluğun ve psikiyatrik sorunların pençesinde, hiçbir zaman gerçekten hissederek gülemeyen ama kahkahasını da durduramayan Joker’in acılarla örülü karakter yapısı, yine bu filmde çizgi roman estetiğinin büyük bir kurbanı haline gelmiş. İlk filmde kendini aşan bir figüre dönüşen Joker, sokaklarda ona öykünen bireylerin ellerinde yükselip bir kahramana dönüşmüşken, ikinci filmde her cümlesine gülünen bir hilkat garibesi biçiminde karşımıza çıkıyor. Harley Quinn’le yaşadıkları hızlı ve etkili aşk da, yalnızca çizgi romanlarda sözü edilen fakat Joker’in haberinin dahi olmadığı çocuğu hikayeye dahil etme çabası gibi görünmüş. Hapishanede son derece ağır bir dram görüntüsüyle başlayan film, kurgunun beklediği derinleşmeyi artırmak bir yana, ciddiyeti üst düzeye çekmesi beklenen uzun mahkeme sahnelerinde tamamen bir parodiye dönmüş. Bu noktada mahkeme başkanının, ortamı bir sirke çevirmeyin uyarısına karşılık Joker’in verdiği cevap, aynı zamanda filmin içinden çıkamayan yönetmenin seyirciye bir cevabına da dönüşmüş: Zaten olanlar, çoktan olmuş…

Meselenin biraz olsun altyapısı varmış gibi gösterelim derdine düşen yönetmen, Joker ve Arthur Fleck karakterlerini ayırıp bir travmatik kişilik bölünmesi hikayesinin peşine düşse ve buradan biraz dram çıkarmaya çalışsa da, halihazırda ilk filmde bunu izlemiş olan seyirci için makul bir yenilik de ortaya çıkmamış. Avukatın idealist çırpınışları yahut ilk filmde Joker’in öldürmekten imtina ettiği, tıpkı onun gibi ucube bir kaybeden olan Gary Puddles’ın göründüğü sahneler, duygusal bir çatışmayı ortaya çıkarmaya çalışsa da yeterli olmamış. Burada belki yalnızca, Phoenix’in iki karakter arasında geçişler yaptığı oyunculuğuna övgüler dizilebilir. Geri kalanı, tuhaf bir potpori olarak kalmış.

Sonuç olarak 2024’ün Joker’i, karakter tasarımı açısından zirveye ulaştığı 2019’un belki de 80 yıl gerisine düşmüş bu kez. Gerçekçiliğin dozunu artıran, hikayeyi sınıf çatışmasının ortasına yerleştiren ve neredeyse kendisine acımaya başladığımız bu kötücül karakter, her nedense kopuk sahneler ve tuhaf geçişlerle ama özellikle de yersiz ve inandırıcı olmayan neşesiyle, bir çizgi roman kötüsü olmaya geri dönmüş (ki kötü bir karakter de olamamış). Son yılların en büyük hayalkırıklığı diyebiliriz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.