Nobel'in iki yüzü: Han Kang ve Acemoğlu

Kültür/Sanat Haberleri —

Han Kang ve Daron Acemoğlu

Han Kang ve Daron Acemoğlu

  • Batının penceresi öyle havadardır ki, aynı sene içinde birbirini yanlışlayan iki kişiye Nobel vererek onların düşünce bulutlarını bir gladyatör arenasında çarpıştırabilir. Han Kang, ülkesinin travma dolu geçmişini duygusal biçimde anlatırken, orayı cennetten bir köşe ilan eden Acemoğlu’yla aynı kürsüde konuşma yapmak zorunda kalır çünkü her zaman olduğu gibi, tarihi sadece kazananlar yazar.

     

BİLGE AKSU

Yılın bu dönemi edebiyat açısından her zaman tuhaf geçer. Bir buçuk asra doğru yürüyen mazisiyle Nobel, her sene ekim ayının ortalarında açıklanır. Öncesinde bahisler ve tahminler, senelerce ödül bekleyen yazarların tartışılması ve elbette, “bu kez sürpriz bir isim bekliyorum” kartını oynayan gündem düşkünleri… Son yıllarda bu sürprizci kitle biraz daha şanslı. Akademi, geçen yüzyılın diyetini öder gibi, gerçekten de beklenmedik isimler açıklıyor bir süredir. Bu sene de öyle oldu ve ödül, Güney Kore’li yazar Han Kang’a gitti. Şaşırmaya şaşırdık ama epey sevindik, yalan yok. 2016’da Booker’a ulaşan ve hepimizin uzun süre konuştuğu Vejetaryen’in yazarı, ülkesinin yakın tarihini ve kültürünü, bir travma anlatısına dönüştürmeyi başardığı metinleriyle Nobel’e ulaşan isim oldu.

Fakat bu yılın bir başka meselesi var. Edebiyat kategorisinden birkaç gün sonra açıklanan ekonomi nobeli bu kez Türkiye’ye uğradı. Son dönemde kimi siyasilerin, ülkedeki ekonomik bozulmaya önlem için koz olarak ortaya sürdüğü Daron Acemoğlu, iki çalışma arkadaşıyla birlikte ödüle değer bulundu. Özellikle Ulusların Düşüşü kitabıyla tüm dünyada çok okunan ve Jared Diamond’un “Coğrafya kaderdir!” tezini çürüttüğü söylenen bu isimler, meşhur kitaplarında yalnızca ekonomiden değil, kültürel tarihten ve sosyolojiden de bahsetmişti. Çeşitli ulusların sahip olduğu refah seviyesine, o ülkelerde yerleşen kurum kültürünün ve batılı tarzda bir liberalizmin sonucu olarak bakan bu yeni tezlerde Güney ve Kuzey Amerika’dan, bir enlemle ikiye bölünmüş Kore coğrafyasına kadar tüm dünyadan çeşitli örnekler bulunuyordu.

 

 

Han ve Daron: Tuhaf ortak yanlar

Bu yıl Nobel’e ulaşan iki ismin, Han Kang ve Acemoğlu’nun tuhaf ortak yanları söz konusu. Bu yazıda biraz bunlardan bahsedelim istiyorum. 1950’deki Kore Savaşı’ndan beri birbirini kardeş ülke gibi gören Türkiye ve Güney Kore’nin bu iki ismi, yaklaşık 40 yıldır birbirlerinden habersiz neler yaşamış, bu ödüle doğru kariyerlerini geliştirirken hangi yollardan geçmiş biraz inceleyelim.

Acemoğlu, A. Robinson’la birlikte daha sonra bestseller kategorisine ulaşacak kitapları Ulusların Düşüşü’nü, ABD’nin Boston kenti civarında kaleme aldığı sıralarda, ondan yaklaşık 11 bin kilometre uzaktaki bir başka şehirde, Güney Kore’nin Gwangju şehrinde bir başka yazar da kendi kitabına hazırlanıyordu. Han Kang, çocukluğundan beri unutamadığı 1980 Gwangju Ayaklanması’nı, olaylar sırasında hayatını kaybeden bir ortaokul öğrencisinin gözünden anlatmak için “Çocuk Geliyor” kitabını yazmaya karar verdiğinde ilk olarak çocuğun annesini bulmaya çalıştı. Bu sırada yıl 2012’ydi. Kitapta da anlatıldığı üzere, 18 Mayıs 1980 günü başlayan ayaklanma, bir süre önce suikaste uğrayan eski devlet başkanının yerine gelen ordu birliklerine karşıydı. Özellikle gençlerin ön ayak olduğu direniş süresince şehrin giriş çıkışları kapatıldı, elektrikler kesildi ve her akşam saat 7’den itibaren, sokakta kalan kim varsa tereddütsüz katledildi. Kimi kaynaklar ölü sayısının 600’e kadar yükseldiğini iddia ediyor. Hatta bu olayı anlatan A Taxi Driver filmi de 2017’de epey ses getirmişti.

Han Kang bu olaylar sırasında ailesiyle birlikte Gwangju’dan Seul’e yeni taşınmış 9 yaşında bir çocuktu. Etrafında fısıltıyla konuşulan hikayeleri hayal meyal hatırladığını, 2013’te yayımladığı “Çocuk Geliyor” kitabının sonsözünde açıklıyor. Çeşitli söyleşilerinde de belirttiği üzere onun temel motivasyonu, kendi ülkesinin kültürünü olduğu gibi tüm dünyaya duyurmak. Malum, Güney Kore son dönemin popüler ülkelerinden biri. K-Pop tarzı başta olmak üzere, TV ve sinema alanında ses getiren yapımları çok sayıda ödüle kavuştu ve çeşitli uyarlamaları küresel olarak sahnelendi. Han Kang ise, en meşhur kitabı Vejetaryen’de de olduğu gibi, söz konusu popülaritenin arka planında yatan kırılgan ve travmatik hikayeleri sergilemeye çalışıyor. Et yemeyi bıraktığı için kocasının önünde kendi babasından dayak yiyen kadınlar, onun ülkesinde sıradışı karakterler sayılmaz.

Han Kang’ın etraftaki yetişkinlerden kaygılı seslerle bu haberleri dinlediği yıllarda Daron Acemoğlu da, benzer bir kaygı taşıyordu. 1980’de tıpkı Kore’deki gibi iktidarı devralan askeri birlikler binlerce devrimci genci işkencelerden geçirirken, ülkede yeni bir paradigma da inşa ediliyordu. Yeni bir milliyetçi sözleşmeyi öne taşıyan bu paradigmaya göre, o yıllarda Galatasaray Lisesi’nde eğitim gören genç Daron, etraftakilerden biraz farklıydı. Sosyal Medyaya da düşen bir hatıraya göre öğretmenlerinden biri bu tuhaflığa dikkat çekerek, isminin Daron oluşunu sorguluyor ve ona yeni bir isim dahi öneriyordu. Nobel’den sonra kısık seslerle dile getirilen bir gerçeğe işaret eden bu hatıra, Daron’un Ermeni kimliğine dairdi elbette.

Aradan geçen yıllarda bu iki nobelli isim, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta farklı kariyerler inşa etme yolunu seçti. Daron, üniversite eğitimi için gittiği ABD’ye 1993’te yerleşti ve dünyanın sayılı kurumlarından birinde, MIT’de profesörlük ünvanına ulaştı. Han Kang ise ailesinde de gördüğü edebiyat kariyerini geliştirerek, 2000’lerin başından itibaren çeşitli ödüller almaya başladı.

“38. Paralelin İktisadı”

Acemoğlu’nun 2013’te yayımlanan Ulusların Düşüşü kitabının üçüncü bölümü, “38. Paralelin İktisadı” altbaşlığıyla başlar. Burada yazar, tezine bir hazırlık olarak çeşitli kurumların doğru çalışmasının, ekonomik refaha nasıl etki ettiğini ispatlamak için Kuzey ve Güney Kore’den bahseder. Buna göre, 50’li yıllardaki savaştan sonra paylaşılan bu coğrafyanın kuzeyi Sovyet bloğunun etkisiyle karanlık ve tedirgin edici politikaları benimsemişken, ABD güdümünündeki güneyin politikaları umut dolu ve takdire değerdir. Her ne kadar, on yıllar boyunca demokratik olmayan biçimlerle yönetilse de bu gösterişli güney ülkesinde kurumlar tam da olması gerektiği gibi çalışarak refahı bütün ulusa yaymıştır. Acemoğlu ve Robinson, iki ülkenin gençlerine dair çeşitli varsayımlarda bulunarak, güneydekilerin yatırım yapmaya gönüllü olmasını sağlayan çeşitli fırsatlardan bahseder fakat kuzeydekilerin kimi zaman çalışması dahi izne bağlıdır.

“Güneydekiler ise (...)girişimci ya da işçi olarak başarı gösterdikleri takdirde bir gün yatırımlarının karşılığını alabileceklerini bilirler; yaşam standartlarını yükseltebilir, tüketim malları (araba, ev) ve sağlık hizmetleri satın alabilirler.”

Metnin devamında bu kıyaslamalar sürerken, yazarlar kuzeyin fırsat düşmanı ve propagandaya dayalı bir devlet oluşunu, güneyde ise ipoteklerle nasıl ev sahibi olunabileceğini anlatır. İlk bakışta gerçekten de bariz bir fark bu. Hatta koyulan bir uydu fotoğrafında 38. Paralelin güneyi geceleri ışıl ışılken kuzeyde derin bir karanlığın hakim olduğu gösterilir. Fotoğraf ise, NASA’nın ışık kirliliğine dikkat çekmek için yayınladığı, özünde eleştirel çalışmalardan biridir aslında.

Medeniyetin inşasında erken kalkanın yol aldığından tutalım, doğru yerde konaklamayı bilme fikrine kadar çok çeşitli görüşler söz konusu. Bugünün dünyasında ışıltılı olmanın geçer akçe olduğu açık.  Bu da sanayiden, teknolojiden, liberal düşünceden geçiyor. Son dönemde bunların tamamı, özellikle iklim krizi çerçevesinde tartışmaya açılsa dahi, kimsenin geri adım atmak istemediği aşikar. Her gün zahmetsiz duş alabilmeyi yahut istediği oranda et yiyebilmeyi bir gelişmişlik sayan insan medeniyeti için tüm bunlar artık bir gerekliliğe değil de statüsünü belirtmeye işaret ediyor. Çalışarak özgürleşen yığınlar, canları istediğinde ömürlük borca girip başını sokacak bir ev alabildiği ve tam da bu yüzden ömür boyu çalışmaya mecbur olduğu sürece, inşa edilmiş bu medeniyet sürüp gidecek.

 

 

Acemoğlu’nun görmek istemediği

Güney Kore’yi överek yeni bir tez yaratan Acemoğlu ve arkadaşlarının görmek istemediği şeyse, son yarım asrın bu parlak ülkesinde yaşayan çeşitli kimliklerin yaşadığı zorluklar. Han Kang’ın kitaplarında vurguladığı bu zorlukların çoğu gençler ve kadınlara dair. Örneğin BBC’nin haberine göre dünyada doğum oranı en düşük ülkelerden biri Güney Kore. Haberin içeriğinde önce bu ülkedeki modern yaşam övülürken, mikrofon uzatılan kadınların perspektifine geçtiğimizde işler biraz tatsız hale geliyor. Hemen hepsinin ortak kaygısı, bir çocuk yetiştirmenin ekonomik boyutuna dair. Batının yeni gözdesi bu ülkede genç kesimin çalışmadan, ekonomik bir değer üretmeden hayatta kalması neredeyse imkansız. Türkiye’ye biraz benzeyen kültürünün de etkisiyle, bizler bunu daha içeriden görebiliriz. Bir kadın, Kore’de üniversite okumaz ve iş hayatına atılmazsa, Ortadoğu’yla yarışacak ölçüde ataerkil bir düzenin kurbanı haline geliyor. Bu noktada ona uygun görülen biriyle evlenmesi ve hayatını eşine göre sürdürmesi gerekiyor. Ataerkil düzenin örneğine az rastlanır sertlikte olduğu böylesi bir kültürde kadınlar, kendi kaderlerini yazmak için tüm hayatlarını bu kez patronlara ve sigorta kurumlarına vakfetmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla onlardan beklenen çocuk büyütme sorumluluğu, uzak bir hayale dönüşüyor.

Acemoğlu’nun temsil ettiği batılı liberal yaşantının sürmesi için, insanların üremeye ve çalışmaya devam etmesi lazım. Fakat birçok alandaki uzmana göre Güney Kore, yakın bir gelecekte bunu sürdürmek bir yana, yaşlanan ve daralan nüfusuyla gerilemeye başlayacak. Özellikle küresel olarak yükselen feminist hareketin etkisiyle Koreli kadınların başlattığı çeşitli ‘boykot’ hareketlerini de göz önüne aldığımızda, övgüler düzülen bir medeniyetin çöküşüne yakın olduğumuzu söylemek zor değil. 4B hareketi olarak bilinen bu boykotta kadınlar, Koreli erkeklerin kendilerine çekidüzen vermemesi durumunda onlarla hiçbir münasebete girmeyeceklerini deklare ediyor.

Kadınların yaşadıkları zorlukları görmezden gelmeyi seven batılı perspektifin bir başka duyarsızlığı ise işçilerin ve yoksulların durumu. Kimi zaman ufak taltiflerle “sizi görüyoruz” mesajı vermeyi de ihmal etmiyorlar tabii. Diktatörlerin favorisi Sahraaltı Afrikası’na ya da petrol krallarının pençesindeki Ortadoğu'ya örnek gösterilen Güney Kore’nin Parazit filmine hem Oscar hem de Cannes büyük ödülünün verilmesi gibi. Dünyadaki en derin gelir uçurumlarından birine sahip bu ülkedeki yoksulların durumu, batılı sanatkârlar için bir gülümseme ve katarsis vesilesinden ibaret. Fakat kurumlar gerekli kişiler için doğru çalışmaya devam ettiği sürece, onun bir endüstrisine dönüşen sanat da üretmeye devam edeceğinden, herkes memnun.

Medeniyetin inşası, ne Diamond’un iddia ettiği gibi coğrafyaya ve doğru yerde konaklamaya bağlı ne de Acemoğlu’nun öne sürdüğü gibi kurumların liberalliğine. Medeniyetin inşası, farklı alanlarda çok kez söylendiği üzere, kazananların olayları nasıl anlattığına bağlı. Batının penceresi öyle havadardır ki, aynı sene içinde birbirini yanlışlayan iki kişiye nobel vererek onların düşünce bulutlarını bir gladyatör arenasında çarpıştırabilir. Han Kang, ülkesinin travma dolu geçmişini duygusal biçimde anlatırken, orayı cennetten bir köşe ilan eden Acemoğlu’yla aynı kürsüde konuşma yapmak zorunda kalır çünkü her zaman olduğu gibi, tarihi sadece kazananlar yazar. Ödüllerse yalnızca, gerçek kazananların iltifat edip gönlünü hoş edeceği seçilmiş kişilere verilir. Kimileri hak eder, kimileriyse etmez.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.