Sınıf teorisini demokratikleştirmek
Forum Haberleri —
- Ortak bir ‘meta-endüstriyel’ sınıf perspektifinde sosyalist, feminist, post-kolonyal ve ekolojik kaygılar bir araya gelebilir. Bu sinerjik politika sınıf, cinsiyet ve ırksal baskının yanı sıra türlerin hayatta kalmasını ve doğal yaşam alanlarımızın tahribatını da aynı anda ele alacaktır.
- Kapitalizmde uzmanlık, maddi temelinden ve toplumsal kullanım değerinden koparılmış bir meta olarak alınıp satılmaktadır.
- Bu yeni tarihsel bağlamda, eko-feminizmde, Marksist maddeciliğin temellerini ve onun tarih-ötesi olma iddiasındaki tarih, doğa, çelişki ve emek kavramlarını sorgulayan geçim ekonomisi perspektifi ortaya çıktı.
ARİEL SALLEH
Çeviri: Serap GÜNEŞ
Mevcut küreselleşme ve ekolojik kriz çağında ortaya çıkan çoklu direniş biçimlerine kabaca bir bakış bile, ‘tarihin öznesinin’ artık sanayi proletaryası değil, meta-endüstriler olarak adlandırılan sektörlerin işçileri olduğunu göstermektedir. Bu tezimi açıklarken, sınıf tanımlarını gözden geçirerek ya da sosyalist feminizm veya sol antropolojideki eski tartışmaları yeniden ele alarak bir tefsir çabasına girmeyeceğim. Çünkü, Bertell Ollman’ın Dialectical Investigations’da (1993) işaret ettiği gibi, Marx bile sınıfı kesin bir şekilde tanımlamak yerine terimin kullanımını tartışmasının bağlamına göre değiştirmiştir. Beni bugün bir ‘meta-endüstriyel sınıf’tan bahsetmeye teşvik eden de bu stratejik yaklaşımdır. Yine de, sınıfla ilgili temel bir kuralı benimsiyorum: üretim ya da yeniden üretim sistemlerinde benzer bir konumu paylaşan insanların maddi bir ilişkisi ve çoğu zaman bilinçli bir şekilde bir araya gelmesi.
Sınıfı maddi bir ilişki ve insanların bilinçli birlikteliği olarak anladığım bu pozisyon, üretken emeğe öncelik verirken sosyal ve ekolojik yeniden üretim emeğini ihmal eden dar Marksist sınıf anlayışına meydan okumaktadır. Kapitalizm analizlerinin çoğu şimdiye kadar beyaz erkek ücretli işçiye odaklanırken, yeniden üretim emeği, kadın ev ve bakım işçileri, küçük çiftçiler veya yerli avcı-toplayıcılar tarafından gerçekleştirilen “ücretsiz” emek alanı, tamamlayıcı ve ikincil bir statüde görülmüştür. Bu meta-endüstriyel gruplar, nominal olarak ekonomik sistemin dışında yer alsalar da, 21. Yüzyılın küreselleşmiş kapitalizminde, aslında işçilerin çoğunluğunu oluşturmaktadırlar.
Meta-Endüstriyel Sınıf
Meta-endüstriyel işçiyi günümüzde ‘tarihin öznesi’ olarak anlamak, birbiriyle ilişkili altı varsayıma dayanmaktadır:
Dinden ekonomiye kadar toplumumuzun hiyerarşik bakışlı egemen söylemlerinde, yeniden üretim emeği kültürel olarak değersizleştirilmekte ve insanlık ile doğanın arayüzünde konumlanan meta-endüstriyel işçiler, ideolojik olarak daha aşağı bir ‘ilkel’ iş biçimi olarak muamele görmektedir.
Oysa, meta-endüstriyel işçiler tüm ekonomik sistemler için gerekli biyolojik altyapıları ve temelleri yeniden üretmektedirler. Kapitalist küreselleşmeyle birlikte bu iş biçimi, maddi geçim kaynaklarımızın giderek daha fazla zarar gördüğü koşullar altında yürütülmektedir.
Fenomenolojik bir bakış açısından, ev işleri, tarım veya toplayıcılık ve avcılık, doğa ile metabolik ilişkiler içinde olan bir insan tedarik işi olarak özel bir ekolojik niteliğe sahiptir.
Bu uygulamalı yeniden üretim emeğinin habitat (doğal yaşam alanı) ile etkileşimi, “uzmanlık” tekeline alınmamış ekonomik ve ekolojik türden bilgiler üretir – denenmiş ve test edilmiş somut bir maddecilik.
Alternatif küreselleşme hareketleri ve benzer uluslararası taban forumları, kültürel farklılıklara rağmen, yeninde üretim emeği gruplarının kapitalist kalkınma kavramını temelden sorgulamada ortak bir maddi çıkara sahip olduğunu göstermiştir.
Ortak bir ‘meta-endüstriyel’ sınıf perspektifinde sosyalist, feminist, post-kolonyal ve ekolojik kaygılar bir araya gelebilir. Bu sinerjik politika sınıf, cinsiyet ve ırksal baskının yanı sıra türlerin hayatta kalmasını ve doğal yaşam alanlarımızın tahribatını da aynı anda ele alacaktır.
İnsanın “doğa” ile ilişkisi hem uluslararası ilişkilerde hem de akademik-teorik tartışmalarda artık merkezi bir konu haline gelmiş durumda. Jeopolitik, giderek daha fazla ‘ekopolitik’ haline dönüşüyor. Eko-Marksistler, sosyal ekolojistler ve derin ekolojistlerin hepsi değerli yorumlar sunsa da, insan-doğa ilişkisi hakkındaki tartışmalar çoğu zaman halkta bir kafa karışıklığına, hatta anti-entelektüalizme neden oluyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) istatistikleri, serbest meslek sahibi meta-endüstriyel işçilerin küresel sermayenin altyapısı için vazgeçilmez olduğunu uzun zamandır doğrulamakta. Buna rağmen, meta-endüstriyel ekonomiler ve bunların sofistike kaynak kullanım yöntemleri, Avrupa merkezli bir perspektiften bakıldığında ve Dünya Bankası programlarında veya BM iklim politikasında neredeyse görünmez kalmaktadır.
Dünya sosyal forumlarında ve BM iklim konferanslarında, neoliberal küreselleşmenin yarattığı ekolojik krize karşı mücadele eden toplumsal hareketler neredeyse hiç akademik ilgi görmüyor. Peter Dickens (1996), insan-doğa ilişkisi üzerine düşünmede yaşanan zorlukları, bilgi biçimlerinin parçalanmasına yol açan ve pek çok insanın kendi toplumsal doğasına dair algısını elinden alan modernist endüstriyel iş bölümünün bir sonucu olarak görmektedir. Çevresel bozulma da bu parçalanmanın bir sonucudur. Böylece, modern emek süreçlerini bilgilendiren soyut mesleki bilgiler fetişleştirilmektedir. Bilgi teknolojisi, genetik mühendisliği, hatta kamu politikası ve çevre ekonomisi bunun örnekleridir. Kapitalizmde uzmanlık, maddi temelinden ve toplumsal kullanım değerinden koparılmış bir meta olarak alınıp satılmaktadır.
Doğa ve yeniden üretim emeği
Maria Mies (1996) ve Vandana Shiva (1995) gibi maddeci eko-feministler ekonomi, cinsellik, ırkçılık ve çevre arasındaki karmaşık etkileşimi vurgulamakta ve belirli bilgi biçimlerine ayrıcalık tanıyan Avrupa-merkezci hegemonyayı eleştirmektedir. Kuşkusuz, doğanın metalaştırılmasına ilişkin Marksist ve eko-sosyalist analizler de insan-doğa metabolizması sorununa açılımlar sunabilir. Ancak eko-feminizm, dikkati üretimden ekonomik ilişkilerin, kültürel pratiklerin ve biyolojik süreçlerin yeniden üretimine kaydırır. Kapitalist üretim ilişkileri altında toplumsal ilişkilerin nasıl müzakere edildiğini inceleyen Marksist emek değer teorisi bu noktada öneriler sunmakta, ancak yeniden üretim emeğinin işlevini yeterince detaylandırmamaktadır. Bu, Jürgen Habermas’ın “ekoloji ve feminizmin sivil topluma ait olduğu ve bu nedenle sınıf temelli hareketler olmadığı” iddiası gibi saçma sosyolojik iddialara yol açmıştır.
1970’lerde, sosyalist feministler “ev içi emek” tartışmasına katıldılar ve yeniden üretim ya da “bakım” emeğinin artı-değere dayanan kapitalist birikimin temel bir bileşeni olduğunu göstermeye çalıştılar. Ancak çabaları büyük ölçüde göz ardı edildi. Öte yandan, yeniden dağıtım için bir koşul olarak onlar da endüstriyel büyüme fikrine bağlı kaldılar. Çevre krizi ve postkolonyal hareketler, eşitlik mücadelesini kültürel çeşitlilik ve ekolojik sürdürülebilirlik mücadelesiyle ilişkilendirerek özgürleştirici mücadelelerin gündemini ve alanını genişletti.
Bu yeni tarihsel bağlamda, eko-feminizmde, Marksist maddeciliğin temellerini ve onun tarih-ötesi olma iddiasındaki tarih, doğa, çelişki ve emek kavramlarını sorgulayan geçim ekonomisi perspektifi ortaya çıktı. Eko-feministler, cinsiyet-körü eski Marksist anlayışların ıskaladığı daha derin nedensel yapılar, genel süreçler ve özgün durumlar olup olamayacağını sorguladılar.
Buna paralel olarak, meta-endüstriyel sınıf kavramı, cinsiyet, sınıf ve etnik kökene ilişkin hakim sosyolojik kavramlara meydan okudu: tüm toplumlarda, tüm kadınlar ve erkekler yaşamlarının bir aşamasında ekonomik, kültürel, biyolojik olarak yeniden üretim emeğini üstleneceklerdir. Bu, ‘anneliği’ ya da ‘asil vahşileri’ romantikleştirmekle ilgili değildir. Odak noktam net şekilde maddecidir. Örneğin, Aborjinlerin özyönetime dayanan ekonomik sistemleri, sadece ekolojik açıdan değerli olmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal açıdan da yaratıcı bir bilgi üretmektedir. Bu ekonomiler sadece geçime değil aynı zamanda kolektif öğrenmeye de hizmet eder. Geniş katılımı teşvik eder ve kolektif ritüelleri ve bağlılıkları güçlendirirler. Bu şekilde, bazı yerli toplumlar günde sadece üç saat çalışarak yüksek bir yaşam standardına ulaşabilmektedir. Buna karşılık, modern teknolojiler ve ‘ihtiyaç tatmini’ yapıları – ister bürokrasi ister özelleşmiş ulaşım olsun – sonsuz miktarda zaman ve enerji tüketir ve çoğu zaman yaratılma amaçları olan kolaylıkları ortadan kaldırır.
Yeniden üretim işi, insan ve doğa döngüleri arasında bir tür metabolik köprü oluştururken, üretken iş daha ‘doğrusal’ olup, tarım ticareti, madencilik, emtia üretimi veya laboratuvara kısılıp kalmış bilim gibi alanlarda olası ikincil zararlara bakılmaksızın peşinde koşulan bir hedefe yöneliktir. Araçsal akıl, doğayla olan maddi ve enerjik alışverişlerin son derece karmaşık örüntüleriyle çatışır ve bu da insanların acı çekmesine ve yoksulluğa yol açar.
Ben 21. Yüzyıl sosyalizminin maddi temelinin zaten mevcut olduğuna inanıyorum: Bu temel, dünyanın dört bir yanında piyasa ya da devlet tarafından temellük edilmemiş sayısız meta-endüstriyel uygulamada mevcuttur. Küresel Güney’deki yerli ve köylü hareketleri “Buen Vivir” modellerine dayanırken (ayrıca bkz. LuXemburg 2/2010), Küresel Kuzey’de yerel takas sistemleri veya eko-köyler gibi müşterekler veya geçim ilkesine dayalı biyo-bölgesel ekonomi yaklaşımları ortaya çıkmaktadır. Ekolojik bilince sahip sınıf siyaseti için en iyi başlangıç noktası, yeniden üretim faaliyetlerinin ve buna bağlı olarak meslek dışı (uzmanlığın deli gömleğine girmemiş) bilginin insan ve doğa arasında fiziksel olarak aracılık ettiği yerdir. Burada ekolojik, feminist, postkolonyal ve sosyalist hareketlerin stratejileri ortak bir zemin bulabilir.
Küreselleşme karşıtı harekette meta-endüstriyel işçilerin artan önemi, onların en büyük işçi grubu olarak statüsü, kapitalist birikim rejimindeki kilit işlevleri ve benzersiz sürdürülebilir tedarik modelleri – tüm bunlar onları şu anda ‘tarihin öznesi’ haline getirmektedir. Bu grupların bir sınıf oluşturdukları iddiası artık tartışmalı olmamalıdır.