'Tramvay Tatavla’ya gitmez…'
Kültür/Sanat Haberleri —
Tatavla’dan Kurtuluş’a: Türklük Sözleşmesinin zorunlu bir ayağı
- Aytek Soner Alpan, “1929 Tatavla Yangını ve Tatavla’nın Kurtuluş’u” çalışmasıyla erken cumhuriyetin ırkçı politikalarını ifşa ediyor.
BİLGE AKSU
Sezen Aksu’nun Duvara Karşı’da çalan Yine mi Çiçek şarkısında geçen bir mekan ismi, akılda kalıcılığıyla hep dikkatimi çekerdi. Tozlu ve gerilerde kalmış çağrışımıyla Madam Despina, eski dönem İstanbul’unun bir kalıntısı gibiydi. Genel bir bilgi olarak 6-7 Eylül 1955’e sabitlediğimiz büyük pogrom sonucu milliyetçi krizin yükselişiyle İstanbul’u terk etmek zorunda kalan Rumlardan bir iz gibi düşünürdüm şahsen. Fakat söz konusu azınlıklar olduğunda, cumhuriyet tarihinin her köşesinde başka bir felakete rastlandığını yeni öğrendim.
1929 Tatavla Yangını
Aytek Soner Alpan’ın geçtiğimiz aylarda İstos Yayın’dan çıkan çalışması “1929 Tatavla Yangını ve Tatavla’nın Kurtuluş’u”, Yunanistan ve Türkiye arasında bugün bile dinmeyen gerilimin karanlıkta kalmış bazı yönlerine ışık tutuyor. Malumunuz, daha geçen hafta İzmir’de düzenlenen bir konserde sahne alacak Despina Vandi, organizatörlerin milliyetçi histeriyi abartması sonucu sahnenin bayraklar ve Mustafa Kemal posterleriyle donatılması sebebiyle etkinlikten çekilme kararı almıştı. Vandi’nin açıklaması, bu iki devletin geçmişten gelen kodları doğrultusunda okunduğunda epey mantıklıydı. Sanatçı, ortaya konan şova gözünü kapatıp şarkılarını söylese dahi ertesi gün Yunanistan’da topa tutulacak ve belki de ömür boyu kara listelerden çıkamayacaktı. İdeolojisi 200 yılı geçmeyen saiklerin krizleri dünyanın her yanında aynı tuhaflıkta oluyor.
Tatavla, bugünkü adıyla Kurtuluş, Şişli sınırları içinde, göz alıcı Nişantaşı’nın yanıbaşında ve İstiklal Caddesi’nin boydan boya uzandığı Beyoğlu-Pera sırtlarının karşı yamacında mukim kendine has bir semt. Eski Rum ve Ermeni geleneklerinin yer yer sürdüğü, yeme içme kültürünün ortalamanın çok üstünde olduğu ve girişte andığım Madam Despina gibi birçok meyhanenin bulunduğu Kurtuluş, tarihsel önemi bir yana, Türkiye muhalif kesimi için de oldukça kritik bir yer. Son yıllarda azımsanmayacak kadarı Kadıköy’e ya da başta Berlin olmak üzere yurtdışına göç etse de, Kurtuluş’un genç kitlesi çoğunlukla sanatçı, tasarımcı, yazar ve yönetmen gibi, kendini sol-sosyalist çizgide konumlandıranlardan oluşuyordu. Aynı zamanda İstanbul’daki queer topluluğunun da merkeziydi bu semt. AKP’nin topyekün giriştiği siyasi ve ekonomik hamleler ve yaşam tarzına dayalı yoğun baskı, birçok yerde olduğu gibi bu semtte de bazı değişikliklere yol açtı. Genç kitlenin çoğu kendini yurtdışına atarken, burada kalanlar da ya kabuğuna çekildi ya da sosyolojik olarak ayrıştırılan Kadıköy’ün yolunu tuttu. Fakat geriye kalan Kurtuluş da hala fena sayılmaz, gecenin herhangi bir saatinde rahatça dolaşılabilecek sokakları ve iletişime hevesliyseniz kurulabilecek dostlukları vaat etmeye devam ediyor.
Bu semte Tatavla yerine Kurtuluş denmeye başlamasının sebebine dair çok da düşünmemiştim açıkçası. Erken cumhuriyetin, ülkenin her yanında giriştiği Türkleştirme ve Türkçeyi dayatma politikalarının bir sonucu sanıyordum. Fakat Aytek Soner Alpan’ın çalışması, buradaki isim değişikliğinin ardında yatan niyeti de oldukça net biçimde ifşa ediyor. Bu hususa gelmeden evvel, biraz çalışmadan bahsedelim.
Yoksul Rumlar
Alpan, doktorasını Kaliforniya Üniversitesinde tarih alanında yapmış. İlk başta eğildiği mübadele dönemi araştırmalarını uzun süre sürdürmüş. 1920’lerin ortasında başlayan ve Ege’nin iki yakasındaki iki hükümetin binlerce insanı yerinden ettiği bu süreç, bizim ders kitaplarında bir zafer hissiyle aktarılırdı. Fakat elbette işin iç yüzünde, karşılıklı olarak yerlerinden edilen ve yepyeni bir ülkede her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalanların hikayeleri var. Daha fenasıysa, 1924-25 civarında yerleri değiştirilmeyip, onlarla ilgili ne yapılacağına henüz karar verilmeyenler… Bu kitlenin Türkiye’deki en büyük ayaklarından biri de Tatavla. Buranın bir diğer talihsizliği, sakinlerinin İstanbul’un görece zengin Rumlarından olmayışı. Örneğin Galata ya da Pera gibi yerlerde iş güç sahibi ve cebi dolu olanların malına mülküne el koyulup gönderiliyor ama Tatavla’da yaşayanlar aslında onların işçileri, bakıcıları, sütçüleri ya da şoförleri. Zaten Tatavla ismi de yüzyıllar evvel konulurken, herkes bunun farkındaymış. Bazı farklı görüşler olsa da Alpan’a göre bu isim, Rumcada ahır kelimesinin çoğulu. Pera’nın karşı yakasındaki bu arazide hayvanlar ve onların bakıcıları yaşıyor ilkin, sonraları bir mahalleye dönüşüyor.
Evsiz kalan 3 bin Rum
Mesele, 21 Ocak 1929 gecesi başlıyor. Bugün Hacıahmet Mahallesi sınırları içinde kalan Yeni Alem Sokak’ta, o zamanki ismiyle Aya Tanas Sokak, evinde kaçak rakı imal eden Demirci Alekos’un kazanı patlayınca bir anda alevler etrafı sarıyor. Yanyana duran ahşap binalar, sert poyrazın etkisiyle birer birer yanmaya başlıyor. Kış şartlarının yoğun olduğu, yolların kar ve buzla kaplandığı öylesi bir akşamda İstanbul itfaiyesi de çaresiz kalıyor ve sabaha kadar süren yangında 500’den fazla ev kül oluyor. Alpan’ın belirttiğine göre aynı gece Beyoğlu’ndaki başka bir yangın da itfaiyeyi meşgul ettiğinden, buraya müdahale oldukça geç başlamış. Sabah olduğunda karşılaşılan manzaraya göre, yaklaşık 3 bin Rum evsiz kalmış.
İstanbul’un göbeğinde yaşanan bu felaket, tam da mübadele görüşmelerinin arefesine denk geliyor. Venizelos Hükümeti ve Ankara arasında bir türlü durmayan gerilim, Tatavla’nın küle dönmesiyle iyice tırmanıyor. Yeterli yardımı alamayan mahalle sakinleri, bugün hala mevcut olan birkaç kilisenin öncülüğünde bir yardım kampanyası başlatıyor. Başta Pera’nın zenginleri olmak üzere dünyanın her yerinden Rum Diasporası elini cebine atıyor ve Tatavla’nın imarı için hatırı sayılır bir para toplanıyor. İşte tam da bu noktada milliyetçi histeri devreye giriyor. Yurtdışından, özellikle de Yunanistan’dan para dilenildiği ve devletin zayıf gösterildiği iddiasıyla, zamanın devletçi gazeteleri operasyon yazıları servis etmeye başlıyor.
‘Minaresiz Tatavla’
Gazeteler başta bu tuhaf hassasiyetle yola çıksa ve bir nevi yakınma tonuyla işe koyulsa da birkaç gün geçtikten sonra bütün kartlar ortaya seriliyor. Kimisi yakın zamanda gerçekleşen başka doğal afetlere değinerek, Rize’de sele kapılan ya da İzmir çevresinde depremden zarar görenler Tatavla’dakilerden daha mı az insandır sorusunu yöneltirken, kimisi ‘minaresiz Tatavla’ başlığıyla, semtin gavurluğuna vurgu yapıyor. İkdam, Cumhuriyet, Akşam gibi gazetelerin başyazarları, her gün farklı bir argüman ve söylemle suyu bulandırırken, meseleyi eskiden kalan bir hesabın kapatılması fırsatı olarak görmeye başlıyorlar. Tatavla’nın küçük Yunanistan olduğu, bu semtte hırsız arsız ve kabadayıdan geçilmediği, ‘içeride’ kalan Rumları da postalamak için kusursuz bir fırsat olduğu dile getiriliyor.
İlk günlerde Yunanistan’daki gazeteler meseleye itidalli yaklaşsa da çok geçmeden onlar da milliyetçi krize kapılarak, söz konusu iddialara cevap niteliğinde çıkışlar yapmaya başlıyor. 1922 İzmir Yangını’ndan mübadele gerilimine kadar birçok mesele ortaya atılıyor ve Tatavla, müdahale edilip kurtarılması gereken bir direnç noktasına dönüşüyor. Karşılıklı tırmanan gerilim, elbette sokak hareketlerini de beraberinde getiriyor ve ‘öfkeli gençler’ o dönemin öne çıkan Rumca gazetelerinden birini basarak içeriyi talan ediyor.
Son Yunanlılar
Alpan’ın çalışmasında kaynaklar genellikle dönemin gazeteleri ve oralarda çıkan yazılar. Bu açıdan iyi bir kaynak taraması olduğunu belirtmek gerek. Fakat gazeteler ve bunları idare eden kimisi isimsiz yazarların dışında, dönemin hükümetinin konuya ne ölçüde el attığına dair yeterli bir veri yok. O zamanki milliyetçi klik, topyekün bir hesaplaşma fırsatına dönüştürdüğü bu meseleyi, başka azınlıklara ya da Avrupa devletlerine kadar götürmüş. Yangının söndürülememe sebeplerinden biri olarak, o dönem Fransız sermayesine ait olan Terkos Su İşletmesini sorumlu tutanlar olmuş. İşletmenin yeterli su kaynağını sağlayamadığı iddiaları giderek şiddetlenirken, birkaç yıl sonrasında bu şirkete de devlet tarafından el konulmuş. Ya da bir diğer cephe olarak, İngiliz elçisi de spekülasyonlara konu olmuş. Başta yardım kampanyası olmak üzere, elçinin mahallede görüldüğü iddiaları, savaş psikolojisini sürdüren milliyetçi histeriyi besleyen bir diğer unsur olmuş.
Üst üste gelen bu iddialar ve atışmalar, meseleyi hukuki zeminden çıkarıp siyasi ve idari bir krize dönüştürünce, zaten konjonktürel olarak uygun görülen hamleler de gecikmemiş. İlk elden, semtin adı 7 yıl evvelki savaş dönemine ithafen, Kurtuluş olarak değiştirilmiş. Bunda yalnızca Kurtuluş Savaşı diye isimlendirilen taarruzun etkisi yok elbette. Bazı gazete yazılarında bas bas bağırıldığı üzere, İstanbul’un yeniden fethi gibi görülmüş olup bitenler. Geride kalan son ‘Yunan Kalıntılarının’ da def edilmesi, bir müjde gibi gösterilmeye çalışılmış.
“Patrikhane, Tatavla olmayacak!”
Çalışmanın bana göre en çarpıcı kısmı, bugün yer yer gördüğümüz milliyetçi histerinin nelerden nasıl beslendiğini, 100 yıl öncesinde de aynı şekilde görebilmemiz. Bazı yazılarda bir yakınma üslubuyla, yeterince şoven olunamadığından bahsedilmesi örneğin. Günümüzde de göçmenler yahut Kürt halkına karşı yer yer dile getirilen biçimde, Türklerin çok ama çok vicdanlı olduğu ve gerçekten ırkçı olsalar neler neler yapabilecekleri iddiası, aynı biçimde o günlerde de dile getirilmiş. Ve elbette, yine bugün Kürt özgürlük mücadelesine dair sıklıkla denenen ayrıştırma girişimleri, o dönemde Rum cemaatine yönelik olarak ortaya çıkmış. ‘Aklı başında’ ve Türklere saygılı olan Rumlardan, meseleye ses çıkarmaları talep edilmiş.
Bütün bu histeri krizinin sonucu, yukarıda da bahsettiğim gibi, semtin isminin Kurtuluş olarak değiştirilmesi ve sakinlerinin psikolojik bir ablukaya alınmasını doğurmuş. O zamanlar çalışan Beyazıt-Tatavla tramvayının adı değiştirilmiş ve bilet alırken Tatavla’ya bilet verilmeyeceği söylenmiş. Hatta öne çıkan meşhur bir slogan da bir nevi kampanyaya dönüşmüş: “Tramvay Tatavla’ya gitmez…”
Meselenin yalnızca Tatavla olmadığını çok geçmeden belli eden hükümet, birkaç yıl sonra Fener Rum Patrikhanesinin ismini Başpapazlık olarak Türkçeleştirmeye kalktığında bu kez Rum Cemaatinin direnci görülmüş. Ördükleri kampanyayla Tatavla’nın önemine de vurgu yaparak, “Patrikhane, Tatavla olmayacak!” sloganını üretmişler.
Erken cumhuriyetin ırkçı politikaları
Aytek Soner Alpan’ın bu çalışması, ikinci kısımda Tatavla’nın milli-muhafazakar kesimlerce nasıl görüldüğünü somutlaştıran bir hikayeye de yer veriyor. Tartışmaların sönmeye başladığı birkaç ay sonra, İkdam Gazetesinde bir tefrika hikaye yayınlanıyor. “Rum Dilberi Sokrati” adlı bu hikayede, Tatavla sakinlerinin ahlaki çöküntü içinde olduğu ve ne ölçüde tehlikeli kimselere dönüşebileceklerinin bir propagandası yapılıyor. Alpan’ın da belirttiği üzere, bu hikayenin edebi manada hiçbir kıymeti yok. Romantik anlayışla kaleme alınmış ve tamamen okuyucuyu yönlendirme amaçlı kurgulanmış. Fakat dönemin operasyonel kliklerini ve zihinlerde yaratılmaya çalışılan ayrışmayı sergilemesi bakımından oldukça dikkate değer.
Tatavla, ya da artık Kurtuluş, ocak ayı başlarında halen sürdürülmeye çalışılan karnavalı ve paskalya döneminde bazı pastanalerde kuyruk oluşturan gelenekleriyle, adı konulmamış bir Rum semti olarak varlığını sürdürüyor. Sakinlerinin çoğu yerlerinden edilse de, geriye kalanların zaman zaman hissettiği bir hava var burada. Aytek Soner Alpan da bu çalışmasıyla, erken cumhuriyetin ırkçı politikalarını ifşa etmeyi amaçlamış. Bunun gibi küçük ölçekli fakat etkisi büyük girişimlerin araştırılması, resmi tarih anlayışının sorgulanması için önemli ve gerekli.