29 Şubat’ta neler oldu: ‘Yurt’ filmi
Kültür/Sanat Haberleri —
- Yurt filmi, islamcı kökenli bazı kişilerin devletle ilk yüzleşmesini ve şahsen dahil olduğum, ‘devletin o kadar da masum olmayabileceği’ farkındalığını göstermesi bakımından önemli.
BİLGE AKSU
Lisenin ilk yılını bitirdiğim temmuz başlarında bir öğleden sonra, yapışkan bir güneşin yüzümü haşladığı saatlerde arkası açık bir küçük kamyonette ev ev gezindiğimi hatırlıyorum. Ayağımı uzattığım kasanın yarısına serilen buğday taneleri açıkta kalan tenime yapışırken, herhangi bir evin bahçesinde ikram edilecek tuzlu bir ayrandan daha önemlisi, gölgede geçireceğim 3-5 dakikaydı. Dut ağacı, erik ağacı, selvi, kavak ya da dümdüz bir tentenin gölgesi, hiç fark etmez. Ama nedense o çağrı asla gelmiyor, hiçbir bahçeye buyur edilmiyorduk. Burdur’a bağlı Hacılar Köyü’ndeydik. Genellikle üzüm yetiştirilen ve söylentilere bakılırsa akşamları çoğu kişinin kafayı çektiği tuhaf bir köydü burası. O dönemler etrafımızda küfürden beter çınlayan CEHAPELİ mensupları vardı buranın. Etrafa baktığımda, bel hizasında kurulmuş minik camekanların altında uzanan üzümleri ve aralarında gezinen çoğunluğu kadın, köylüleri görüyordum. Kamyonet durdu. Ön taraftan seslendiler. Etraftaki birkaç eve herkes dağılıp ‘o soruları’ soracaktı. İtiraz edecek bir durum yok, indik hep birlikte. Ben o zamanlar adını ya da tanısını bilmediğim sosyal anksiyetemi de yanıma alıp gözüme kestirdiği bir eve yaklaştım. Bahçe kapısından içeriyi kolaçan edip, herhangi bir köpeğin bana saldırmayacağından emin olduktan sonra yavaşça içeri girdim. Birkaç adım atmıştım ki sağımdan bir ses yükseldi. Orada ne arıyormuşum. Makul bir soru. Yanımda tin tin gezen sosyal anksiyeteme sus işareti yapıp, ezberlediğim girişi sundum.
“Selamün aleyküm, biz falanca yerin kuran kursundan geliyoruz. Eğer varsa Allah rızası için bize biraz buğday ya da üzüm verir misiniz?”
Adam yaklaştı. Benden çok da büyük değildi. Belli ki liseden sonra üniversite derdi olmamış. Köyüne gelip tarla işlerine bakmaya karar vermiş. Beni baştan aşağı süzdükten sonra, bu yardımlarla ne yapacağımızı sordu. Ben de otomatik cevaplardan birini seçip devam ettim. Efendim işte ilim tahsil eden gençlerin eğitimleri, Allah’ın rızası, peygamberin sünnet-i seniyyesi, Türklük ve İslamın en yüce gayesi falan filan. Bu sonuncu koza genelde gelmezdik. Bize tembihlenen şey, bu cevapları yavaş yavaş vermemiz, nabız yoklamamızdı. Fakat ben Allah’tan, peygamberden, sevaptan, Kuran’dan bahsettikçe adam daha da yaklaşıyor, yüzündeki ifade daha da donuklaşıyordu. Son kozumuz Türklük ve İslam cephesini orada açmaya karar verdim. Yine olmadı. Buraya yazmaktan imtina edeceğim küfürler eşliğinde, elindeki üç beş cismi üzerime fırlatarak kovdu beni. Duyduğum çok şey var ama aklımda kalan en mühimi, müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalıştığımızla ilgili bir şeylerdi. Evet, deyimlere dair biraz daha çalışması gerekiyordu bu kişinin. Fakat hayatım boyunca belki bir daha yaşamayacağım kovulma ve istenmeme hissini ilk orada yaşamıştım. Buna en kısa yoldan, bugünün tabiriyle ‘laik atak’ diyebiliriz. Adamın geçirdiği kriz buydu…
Bir Süleymancı yurdu
Bu son derece kişisel ve harfi harfine doğru anıyla yazıya giriş yapmamın sebebi, geçtiğimiz haftalarda gösterime giren bir film. Genç yönetmen Nehir Tuna, birçok kısa filminden sonra ilk kez, tıpkı benim giriş paragrafım gibi son derece kişisel bir film yapmaya karar vermiş. Kendisi Trakya kökenli ve ailesinin varlıklı durumu sebebiyle ülkenin çoğu kesiminden avantajlı konumda. Fakat böyle ailelerde zaman zaman rastlandığı üzere, babasının belirgin fantezileri mevcut. Bu bazen avcılık toplayıcılık merakı olur, bazen pahalı zevklerin arasına sıkışmış kumar partileri olur, bazen de tuhaf koleksiyon takıntıları olur. Tuna’nın babasıysa kendini dine vakfetmeye ahd etmiş. Bunun ilk sonucu, çocuğu lise çağına geldiğinde onu evden postalayıp bir yurda yerleştirmektir. Tuna da bu gidişatı aynen deneyimlemiş.
Filmin ana hikayesi bu aileden koparılma deneyimi. Baş karakter Ahmet, özel bir kolejde eğitim görüyor. Yerleştiği yurt ise tahminen 100 civarında ‘talebenin’ barındığı bir Süleymancı yurdu. Filmin son kısmında, benim bacağıma yapışan buğdayların yayıldığı ‘o kamyoneti’ görmek mümkün. Bu ve daha bir sürü ayrıntıyı ele alınca, Tuna’nın gözlem yeteneğini ve bunu perdeye aktarışını takdir etmemek çok zor.
Ahmet, ergenliğin giriş kısımlarını yaşar ve bir sürü konuda bocalar haldeyken, yurtta tanıştığı Hakan isimli deneyimli bir talebenin yancısı olarak buluyor kendini. Böyle ortamlarda hayatta kalmak için son derece gerekli bir yakınlaşma bu. Ortamı bilen, gerektiğinde sizi kurtaracak ve gerektiğinde küçük kaçış yolları sunacak bir ustaya ihtiyaç duyarsınız. O da öyle yapıyor. Bu yakınlaşma, aynı zamanda yer yer Ahmet’in baba ikamesine dahi dönüşüyor. Çünkü böylesi deneyimlerde kişinin hissettiği ilk şey, ideolojik bağlantılardan ya da yüce fedakarlıklardan ziyade, ailesi tarafından terk edildiği izlenimine kapılmak oluyor. Bu sebepledir ki, gerek Ahmet gerek ‘bizler’, durduk yere revire gidip hasta numarası yaptık ki ihtiyaç duyduğumuz şefkate sık sık ulaşalım. Hakan’ın deneyimli yanıyla beraber seyreden, herhangi birine yardım edip onu iyileştirme ihtiyacı da Ahmet’in çaylaklığında cisimleştiğinden, oldukça makul çizgilerde seyreden bir birliktelik görüyoruz filmde.
28 Şubat dönemi
Ahmet’in ailesi epey varlıklı. Filmde bunu baskın biçimde görmek oldukça önemli bir noktayı doğuruyor. Her ne kadar herkesin eşit olduğu varsayılan ve öyle dikte edilen kurumlar olsa da, cemaat yurtları belirli yardımlarla ayakta kalan yapılar. Hele ki filmin geçtiği 28 Şubat gibi bir dönemde. Bu kurumlar, köylerden topladıkları parasız çocukları süzgeçten geçirip kendi amaçları doğrultusunda yetiştirmek için, onlardan maddi bir beklentiye girmemek durumundalar. Günde üç öğün yemeğin çıktığı, geceler boyu ışıkların bazen hiç sönmediği, yurdu çekip çeviren personellerin maaşının ödendiği ve en az onlarca kişinin barındığı böyle yerleri ayakta tutmak; onlara inanmış ve yardım etmeye hazır zengin müslümanları gerektirir. Ahmet’in babası da işte onlardan biri.
Hal böyle olunca, Ahmet’in yurt deneyimi biraz daha tuhaf hale geliyor. Gündüzleri gittiği özel kolejde yalnızca İngilizce derslerini görüyoruz. Bir de tabii, sınıfa sonradan gelen Sevinç’i… Ahmet, erkeklerle dolu bir dünyanın içinde her sabah hayatta kalıyor ve okula gidip kendini Sevinç’le ehlileştiriyor. Tabii ki bir liseli heyecanı bu. Ne Sevinç’in ne de Ahmet’in derinden derine düşündüğü bir aşk yok ortada. Zaten Ahmet için engeller sayısız. Bir kere kızın, onun nerede kaldığını bilmemesi gerekli. Trakya seküler bir bölge ve Ahmet, servisten bilerek erken iniyor ki o yurtta kaldığı anlaşılmasın.
Fakat Ahmet’i koruyup kollayan bir sınıfsal durum söz konusu. O bunun farkında olmasa dahi, yurttaki genç ‘abilerden’ biri, Ahmet’e sırf bu sebeple takmış durumda. Bir seferinde ayda bir gidilebilen ev iznini iptal ettiğinde anlıyoruz bu nefreti. Fakat bilinçli bir sınıf kininden söz etmek zor. Ahmet’in herkeste olmayan yarı akıllı saati ya da diğerlerine göre sağlıklı görünen yüzü yeterli bu nefreti beslemek için. Nitekim sudan sebeplerle iptal edilen ev izni dönüp dolaşıyor ve bu abinin kariyerini derinden etkiliyor. Babasının rastgele öğrendiği bu keyfi yasaklama, yurdun sorumlu abisine iletilince, deneyimsiz ve sınıf kinini yönetemeyen genç abi yurttan uzaklaştırılıyor. İşte tam bu kısım, bizzat benim Ahmet’e ‘bilinçli’ bir sınıf kini yüklendiğim kısım… Zira ayan beyan ortada olduğu üzere, babasının bu denli nüfuzu olmasa, tıpkı benim 45 dakika beyzbol sopasıyla dayak yiyip sürünerek yatakhaneye doğru gittiğim o iğrenç gün gibi, kimsesiz ve çaresiz hissedecekti bu arkadaşımız. Ama öyle olmadı. Güllük gülistanlık olmasa da, hayat devam etti.
İkiye bölünmüş hayatlar
Filme dair en çok konuşulan şeylerden biri, Ahmet’in ikiye bölünmüş hayatıydı. Okulda yalnızca İngilizce derslerinin gösterilmesi, kimine göre “başka bir dünya” çağrışımı yapıyor ve tezatlığı kuruyordu. Kimine göreyse bu epey naylondan bir karşıtlık sunma çabasıydı. Bu hususta lafım yok ama bir diğer eleştiriye, yani filmin ‘sekülerleri’ canavar gibi göstermesinin gerçekdışılığına dair söyleyecek sözüm elbette var. Giriş paragrafını bir daha okumanız yeterli…
90’lar Türkiyesi, yalnızca bugünün %25’ini kapsayan bir kesim için güzeldi. Kürdistan’ı anlatmaya dahi gerek yok. ‘Batıda’ ise, kendini ülkenin sahibi zanneden belirgin bir kesim, devlet denen ceberrutlukla ilk kez yüzleşiyordu. Refah Partisi’nin beklenmedik yükselişini durdurmak için ortaya konan naylon senaryolarda bir tarikat lideri, görüntülerin flu hale getirildiği bir videoyla basılıyor ve çıplak yakalanıyor; Konya’daki büyük Refah mitinginden sloganlar kırpılarak servis ediliyor, Aczmendi denen bir güruhun şeriat isteyen görüntüleri dağıtılıyordu. Müesses nizamın ortadan ikiye bölünmeden, DGM’ler ve YAŞ kararlarıyla net hedeflere odaklanabildiği bu dönemlerde esasen istenen şey başarılıyor ve mücadele edilmesi gereken cephe, farklı gruplara bölünüyordu. Filmde geçen bir sahnede Ahmet’in sorduğu “Aczmendi ne demek?” sorusuna büyük tepki gösterilmesi bundandı. İslamcılar, devlet için en makbul olma yarışına girmiş ve onlara dokunulmaması ümidine kapılıp gitmişlerdi. Fakat devlet bu şekilde çalışmıyordu. Tıpkı filmde görüldüğü üzere o yurtları jandarmalar basıyor, kitaplar didik didik ediliyor, evvelinde haberdar olunduysa da sobalarda ya da kazanlarda yakılıyordu. Bizzat benim elimle yakılmış epey Arapça kitap mevcuttur o dönem. Ya da bir gece vakti, saat 04.00 sularında yataktan kaldırılıp otobüslere doluştuğumuz, kilometrelerce uzakta başka bir yurda götürüldüğümüz ve karşımıza geçip “Siz artık muhacirsiniz, yani peygamberin sahabeleri kadar kıymetlisiniz!” denildiği durumlar görülüyordu. Kurban bayramlarında daha sonra satıp gelir elde etmek için ev ev gezilip toplanan deriler, yine jandarmalar eşliğinde gelen Türk Hava Kurumu yetkililerince elimizden alınıyor, türlü çeşitli küfürler ve hakaretler eşliğinde hepimize işlem yapılıyordu. İlk bakışta bu durum kimine olumlu görünür belki ama bu derilerin getirdiği gelirle önünde sonunda dönemin devrimci ve Kürt çocuklarını asimile etmeye çabalayan ÇYDD gibi dernekler ayakta tutuluyordu. Neresinden tutsan elinde kalır bir tuhaflık.
Ahmet’in bölünmüşlük hissi de bu açıdan oldukça etkili şekilde işlenmiş. 10 Kasım sabahı yapılan törende okunan “Andımız” ritüeli ve birkaç sekans sonrasında yurtta diz dize halka olunan gizli zikir ritüeli… Uğur Mumcu’nun kitabına adını verdi diye tehdit dahi edildiği ‘rabıta’ mefhumu ve yüzyıllar evvelinden kalan bir inisiyatik bir tarikat geleneği… Bütün bunlar, hem istemediği bir hayattan kurtulma çabası güden, hem de ‘herhangi’ bir gruba olsun dahil olmak isteyen bir gencin savrulmaları. Filme dair tat kaçırıcı bilgiler vermemek için kısa keselim burayı.
Sözün özü, Nehir Tuna’nın hem İtalya’dan hem de İstanbul Film Festivali’nden ödülle dönen filmi Yurt, bu toplumda seneler boyu iki klik arasında sıkışıp kalmış çocukların deneyimlerine ışık tutuyor. Elbette yönetmenin bulunduğu pozisyondan ileri gelen ya da hikayede yeri olmadığı için yansıtılmayan eksikler mevcut. Örneğin aynı cemaatin kız yurtlarında daha karanlık hikayelerin olduğunu biliyoruz. Ya da zaman zaman medyaya yansıyan taciz, tecavüz benzeri hikayeleri ve Adana Aladağ’daki yangın gibi faciaları zaman zaman görüyoruz. Fakat Yurt filmi, islamcı kökenli bazı kişilerin devletle ilk yüzleşmesini ve şahsen dahil olduğum, ‘devletin o kadar da masum olmayabileceği’ farkındalığını göstermesi bakımından önemli. Bu ve benzeri yapımların artması, konuşulmayan ve bir travma olarak geçmişe gömülü bırakılmış birçok tanıklığın ortaya serilmesini sağlayacaktır.