Karanlık Mevsimin Şafağında…

Kültür/Sanat Haberleri —

Gökçe Bilgin - '05.45 İstanbul' kitabı

Gökçe Bilgin - '05.45 İstanbul' kitabı

  • “05.45 İstanbul”, Gökçe Bilgin’in ikinci romanı. İçeriğindeki politik arka plan ve İstanbul özelinde oluşturulan distopik yapıyla, epey çarpıcı bir postmodern kurgu vaat ediyor. Satır aralarına özen gösteren okurlar için yeni bir oyun alanı diyebiliriz.

BİLGE AKSU

“Galip, bir keresinde, Rüya’ya yazarın da katilin kim olduğunu

bilmediği bir polisiye roman yazılırsa okuyacağını söylemişti.”

Orhan Pamuk - Kara Kitap

Yukarıdaki alıntı, yaklaşık 15 yıl önce uzatmalı üniversite yıllarım biterken yüksek lisansta hangi kitabı çalışmam gerektiğinin cevabıydı. 92’de yazdığı Kara Kitap’taki bu basit cümle, Orhan Pamuk’un altı yıl sonraki kitabının temelini oluşturuyordu. Yakın zamanda aldığı Nobelin de etkisiyle postmodern kurgunun o dönemdeki en popüler yazarının satır aralarını okuyup her şeyi anlamaya çabalamak, biz akademi heveslilerinin en büyük uğraşıydı.

Benim Adım Kırmızı’yı okuyanlar bilir, dünyanın en tuhaf polisiye kitabıdır. Tarihi bir kurgunun içinde minyatürden mesnevilere, Doğu Felsefesinin kaderciliğinden batının detaycılığına kadar uzanan, gerileme dönemi Osmanlı’sının bürokratik entrikalarıyla dolu epey katmanlı bir romandır. En mühim özelliğiyse, çoklu ve güvenilmez anlatıcı tekniğini kullanan yazarın, işlenen cinayete dair hiçbir ipucu vermemesi; hatta Kara Kitap’taki alıntıda söylendiği üzere, kesin olarak kendisinin dahi bilemeyecek durumda olmasıdır. Bu nasıl mümkün olabilir sorusunun cevabı, bu yazı için epey uzun olur. Kısa yoldan, üslup meselesine ilişkin olduğunu belirtelim. Yazar dahi, anlatıcı üslupları arasında bir seçim yapması gerektiğinde, kimi zaman kendi zihninden çıkan cümleleri tanımayabilir. Benim Adım Kırmızı’yı benzerlerinden ayıran en önemli nitelik zannımca budur.

 

 

Bir seri cinayet hikayesi

Geçen hafta İletişim Yayınları’ndan çıkan “05.45 İstanbul” romanını okurken, yazar Gökçe Bilgin’in de benzer bir girişimde bulunup bulunmadığı, kafamı en çok kurcalayan soru oldu. Tanıtım yazısında belirtildiği üzere, bu kitap da bir seri cinayet hikayesi. Fakat sıradan bir seri katilden farklı olarak, burada amaç çeşitli uzuvları bir araya getirerek, insansı bir robot yaratmak. Bunun sebeplerine ve sonuçlarına daha sonra değineceğiz. Yazar, arka planda kurduğu bu hikayeyi başta İstanbul olmak üzere, çok sayıda figürle bezemiş. Ortaya çıkan şeyse her anlamda postmodern bir roman.

Hikaye, duvarlar arasında geçiyor. Anlatıcımız Nevin, kimi yerlerde yakındığı üzere, orta yaşa doğru ilerleyen bir kadın. Geçmişine yahut çevresine dair pek az bilgi var ki bunları kitabın satır aralarından çekip çıkarmak epey zor. Anlatı zamanı boyunca temas kurduğu şey, onu ziyarete gelen Murat. ‘Şey’ dememin sebebi, Murat’ın niteliğine dair bilgilerimizin sürekli değişkenlik göstermesi. Kimi zaman bir gazeteci, kimi zaman bir gariban çocuk, kimi zaman da katilin, yani anlatıcının yarattığı robot olarak tanıyoruz onu. Ve elinde duran, bazen kullanıp bazen kullanmadığı ses kayıt cihazıyla, anlatıcının hikayesini derlemeye çalışıyor. Eğer Nevin’i doğru biçimde anlayabilir ve onunla bağ kurabilirse, hem onu hem de tüm şehri kurtarabilir.

Murat karakteri aynı zamanda anlatının üst kurmacasını oluşturuyor. Genel olarak ikinci kişili anlatımın kullanıldığı hikayede katilimiz, ona hitap ederek bütün yapıyı oluşturuyor. Yazar, tıpkı Benim Adım Kırmızı ve benzerlerinde olduğu gibi, okuyucuyu koltuğunda rahatça oturtmamayı amaç edinmiş. Satır aralarında Murat’a hitap ederken söylediklerinden bu mesajları alabiliyoruz:

“Herkesin katili merak ettiği bir yerde birçok şeye bulaşmak, anlatıcının da kılıktan kılığa girmesini zorunlu kılıyor.” (S. 24)

Anlatıcının zaman zaman değiştiğini de bize açık ediyor:

“Ne zaman Nevin konuşuyor ne zaman İstanbul konuşuyor, bunu da okurlar çözsün canım. Öyle oturdukları yerden beleşe hikaye bulacaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar…” (S. 107)

Tuhaf şişe, tuhaf insanlar

Kitabın arka planında işleyen hikayeye dönersek, tüm bunlar zihni bulanık birinin yapıp ettiklerinden ibaret aslında. Gördüğü bir rüya sonrası özel bir kitabı ve denizin dibinde rastlayacağı ‘sihirli’ bir şişeyi bulması gerek. Kitap, çok uzun zaman evvel başka birinin yazdığı çeşitli çizimlerden oluşuyor. Bazı otomatların nasıl yapılması gerektiğini anlatan bu kitabı bulan Nevin, ilk anda bazı şeyleri anlayamayınca kafasının yetmediğini düşünerek, keşke yeni bir kafaya sahip olsam diye düşünürken buluyor kendini. Bu ilk zehirli tohum. Bir süre sonra sabah 05.45’te, karanlıkla aydınlığın birleştiği anda uyanıp gezindiği sahil hattında rastladığı o tuhaf şişeyle birlikte gerekenler tamamlanıyor ve Nevin’in nihai amaca doğru adımları başlıyor. İstanbul’un çeşitli yerlerinden, tuhaf insanların en iyi durumdaki organları bir araya getirilerek yeni bir şey yaratılacak. Buna robot demek yakışık almaz ama şimdilik bir isim vermeye de gerek yok. Şişenin sırrıysa, İstanbul’da çok büyük olaylar yaşanacağı sırada ortaya çıkması. Elden ele giden bu şişe, artık Nevin’in olmuş.

Yaratılan robotun iskeleti demirden, kalbi çamurdan. Yeni doğmuş G. adlı bir bebeğin ince saç teli kalbin etrafına dolanmış. Eğer bu kalp birini gerçekten sevebilirse, o saç teli pompalanan kanla uzayacak ve kalbi çevreleyen kafes açılacak. ‘Robotun’ gerçek bir insana dönüşmesinin tek koşulu bu. Sonrasındaysa bu robot, başka robotlar dünyaya getirecek ve teknolojinin, yalan haberlerin, baskıcı yönetimin altında makineleşen insanların yerini alacaklar. Böylece hem anlatıcı hem de bozulmaya yüz tutan İstanbul için yeni bir umut doğacak. Bunu da yine yazdığı defterde açık ediyor:

“Anlattıklarımı detaylı bir şekilde dinleseler, dinlediklerini kağıda geçirseler, anahtarın nerede olduğunu zaten bulacaklar.” (S. 92)

 

 

Kitabın politik katmanı

Yazarın niyeti, yakın dönem İstanbul’unun ve bütün ülkenin detaylı ama kapalı bir analizini yapmak. Zaman zaman dışarıdan gelen haberler epey korkunç. İstanbul’u korumak için çevresine devasa bir duvar örüleceği ve insanların daha rahat, daha özgür yaşayacağı konuşuluyor. Çünkü duvarların içindeyken insanlar daha geniş düşünebilir ve hayal kurabilirmiş. “Başkan” böyle düşünüyormuş. Devasa bir medya manipülasyonuyla buna halk da ikna edilmiş. Bu amaçla TV’lerde bağış kampanyaları yapılıyor, herkesin fikri alınıyor. Her kanalda her konuda konuşan yaşlı bir beyefendi, meselenin tarihsel yönünü anlatıyor; psikologlar politik çözümlemeler sunuyor. İşe yaradığı kadarıyla kullanılan mülteciler, memleketlerinde savaş var diye geri postalanıyor ya da ülkenin doğu tarafından kavruk insanlar, şehrin alt katmanındaki karanlık kısma yerleştiriliyor.

Kitabın politik katmanı baştan itibaren kendini hissettiriyor. Anlatıcının bulanık zihninde zaman zaman belirgin hale gelen anılar yahut duyumlar, üslubun genelinin aksine epey açık ve duru. Özellikle dördüncü bölümdeki göç anlatısı ve toplumun geneline yayılmış dışlayıcı bakış epey çarpıcı. Baharat kokuları döke saça, uzak vadilerden, dağlardan gelenlerin şehrin varoş semtlerine yayılmaları ve elbette çok geçmeden çığlıklar içinde evlerinin basılması; mahkeme tutanağı diye yutturulan gazete parçaları… Hayatlarının baharında kendini feda edenler ve süregiden hayatın onların yüzü suyu hürmetine devam edebilmesi…

“Hapisteki birinin öncülüğünde yola çıktılar. Onun mesajı önce dağlarda yankılandı. Dağların altındaki mağaralara saklanmış çocuklar büyümüştü çoktan. Dağlılar geliyor, kaçın dediler. İstanbul’un göbeğinde hep bir ağızdan konuşmaya başlayan topluluğa önce tazyikli suyla müdahale edildi. Sonra ses bombaları, yaralayıp geçen darbeler ve öldüren kurşunlar kullanıldı. Şehrin diğer ucuna kadar sürüklediler onları. (...)Halkın rahat nefes alması için yapılan şeylermiş bunlar.” (S.55)

Kargalardan koparılmış

Nevin, tüm bunları ne zaman gördü bilmiyoruz. Zaman sıçramaları ve parçalı kurgu yapısı kesin bir çıkarım yapmaktan uzak tutuyor bizi. Fakat çeşitli vücutları birleştirmeye karar verdiğinde, sanki yukarıda bahsedilenlerden biriyle, sembolik biçimde işe koyulmaya karar vermiş. Savaşı ardında bırakıp İstanbul’a gelen bir kız çocuğunun kendini kargaya benzettiği kısımlarda şunları okuyoruz:

“Ben kargaca konuşmayı unutmuş bir kızım. Kargalardan koparılmış, kargalar gibi konuşamayan, karga anne-babadan doğma, karası kaçmış bir kargayım. Tüylerini boyamış, kelimelerini değiştirmiş yabancı biriyim.” (S.51)

Bu kızın artık kullanmadığı dilini alarak başlıyor parçaları birleştirmeye. Ardından kör bir adamın iyice gelişmiş kulakları ve bir balıkçının denizde bulduğu zavallı bir kadının gözleriyle devam ediyor. En önemlisi de, her şeyi kapsayacak deri elbette; onu da Şişli’deki bir yazar kadının tuhaf oğlundan, Murat’tan alıyor. Ama önemli olan, bunların aşka kapılan bir kalple birleşmesi.

Dört parçanın dördü de sonunda birleşecek ve işte o zaman kafes açılacak, kalp serbest kalacak. Asıl aşk o zaman başlayacak, dört parçanın dördü de birleştiğinde.” (S.120)

Yazarın sezdirme yöntemiyle anlattıklarını daha fazla irdelemenin gereği yok. Okurken yeterince anlaşılıyor zaten… Belki anlatıcının ismindeki ayrıntıyı belirtebiliriz. Kitabın son kısımlarında hapiste bir oda arkadaşı ekleniyor yanına. Kendisine tecavüz eden akrabasını av tüfeğiyle öldürüp, baltayla kestiği başını köy meydanına fırlatmış. Gazetelere epey haber olmuş bu mesele. Isparta’lı Nevin Yıldırım’ı hatırlarsınız. Yazarın tercihi bilinçli midir bilemeyiz ama, kesik gövdelerden düzgün bir insan yaratmak isteyecek birini düşündüğümüzde, makul şüpheye yol açtığı kesin.

Nevin, şişenin sırrını kendince, kalbi ve duyguları olan bir canlı yaratarak kullanmak istiyor. Yoksa başkalarının eline geçecek. Son bölümde uzun bir aradan sonra yanına gelen Murat’a anlattıkları, Nevin’in neyi engellemeye çalıştığını açık ediyor. Şişenin sırrı yetkililerce kendiliğinden anlaşılırsa, her yeri kendi robotlarıyla dolduracaklarını ama şehrin altına kapatılmış ‘ötekilerin’ karanlığının, onlar mahkum edildikçe yayılacağını ve önüne geçilemeyeceğini belirtiyor.

“Aşağıdakilerin mahkumiyeti, yukarıdakilerin huzurunu bozacak. Korkuyorlar, onlarla mücadele edecek bir aletleri olsun istiyorlar. (...)Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, hiçbirimizin huzurunun bir başkasının mahkumiyetine bağlı olmadığını göreceğiz.” (S.157)

“05.45 İstanbul”, Gökçe Bilgin’in ikinci romanı. İlkiyle 2021’de Vedat Türkali İlk roman ödülü alan yazarın edebi serüveni, oldukça zor hazmedilen bir metinle devam ediyor. İçeriğindeki politik arka plan ve İstanbul özelinde oluşturulan distopik yapıyla, epey çarpıcı bir postmodern kurgu vaat ediyor. Satır aralarına özen gösteren okurlar için yeni bir oyun alanı diyebiliriz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.