Ölülerimiz toplanacaktır
- Devlet, eğer sömürgeci veya etno-politik bir çatışmanın parçası olarak sömürgecilik karşıtı örgütün üyelerini ya da sempatizanlarını kaybediyorsa, genel kamuoyu tepkisinin zayıf olacağını düşünerek kaybettiklerinin bedenlerini ortadan kaldırmaya çoğunlukla tenezzül etmez. Sömürgecilik ölülere ve cenazelere saldırmak konusunda son derece rahattır.
ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL
I.
1965’te mimar Bogdan Bogdanović tarafından tasarlanan Mostar Partizan Mezarlığı anti faşist mücadelenin Avrupa çapındaki en önemli anıtlarından ve Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin dikkat çeken mimari yapılarından biri olarak kabul edilir. Mezarlık eski Yugoslavya’da faşizme karşı savaşırken hayatını kaybeden partizanların ve direnişçilerin isimlerini plakalarla yerleştirerek onların anısını onurlandırmayı amaçlar. Sosyalist Yugoslavya’nın en önemli anti faşist sembollerinden biri olan mezarlık Yugoslavya’nın çözülmesinden sonra 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca farklı türden faşist/aşırı sağ hareketler tarafından hedef alınır. Mostar Partizan Mezarlığı 1992 yılından beri defalarca saldırıya uğrar, anma plakaları kırılır, mezar taşları parçalanır. Çok kısa bir süre önce, 15 Haziran 2022’de ise tarihindeki en ağır saldırıya maruz kalır; mezarlıktaki 700’den fazla mezar taşı bir gecede kırılır ve tahrif edilir.
Mostar Belediye Başkanı Mario Kordić bu vandalizmi şiddetle kınadığını, tüm kurumların failleri cezalandırmak için işbirliği yapması gerektiğini söyledi ve Facebook profiline şöyle yazdı: “Şehir yönetimi, Mostar şehrimizdeki tüm kültürel anıtların korunması ve yeniden canlandırılması için projeler hazırlarken, pek çok vandal onları sistematik olarak tahrip ediyor.” (1) Açıklamayı dikkatle okuyan gözlerin fark edebileceği gibi Kordić Mostar Partizan Mezarlığı’nın özgül politik anlamını tanımaktan ve ifade etmekten dikkatle imtina ediyor, saldırıyı genel olarak kültürel anıtlara yapılan bir vandalizm hareketi olarak çerçeveliyor ve anti faşist sembollere karşı yürütülen sistematik saldırıların bugünün Bosna Hersek Cumhuriyeti açısından işaret ettiği politik durumu teğet geçiyor. Mostar Partizan Mezarlığı kültürel anıtlardan herhangi biri sanki ve ne acı ki tüm kültürel anıtlara saldıran pek çok vandal var. Oysa Bosna Hersek SUBNOR (Yugoslav Partizan Derneği) başkanı Sead Đulić sözü Mostar Belediye Başkanı Kordić’in konuşmaktan imtina ettiği yerden başlatıyor; Đulić’e göre konuşulması gereken şey, Mostar Partizan Mezarlığı’nı tahrip eden iyi örgütlenmiş Neo Nazi ve neo-faşist grupların Mostar’da politika yapan pek çok farklı grup tarafından nasıl açık ya da örtük bir şekilde desteklendiği olmalı. Đulić aynı zamanda, dernek olarak hem kültürel mirasın korunması hem de faillerin cezalandırılması konusunda yeteri kadar aktif tutum almaması nedeniyle bizzat belediye başkanını sorumlu gördüklerini de ekliyor.
Mostar Partizan Mezarlığı’na yapılan saldırı esasen küresel bir politik eğilimin tezahürü: Başta Avrupa olmak üzere dünya çapında yükselen farklı türden faşizmlerin, nasıl tanımlarsak tanımlayalım aşırı sağ/post-faşist/sağ popülist/neo-faşist hareketlerin yükselişinin en önemli göstergelerinden biri mezarlıklara ve ölülere yapılan saldırılar. Polonya’dan Fransa’ya Sırbistan’dan Macaristan’a soykırım inkarıyla, yabancı düşmanlığıyla ve ırkçılıkla karakterize olan bu hareketlerin yükselmesi her zaman Yahudi mezarlıklarının parçalanması, partizan mezarlıklarının tahrip edilmesi, farklı türden anti faşist mücadelelerin sahiplerinin mezarlarının imha edilmesi anlamına geliyor. Yine bu hareketlerin neredeyse tamamı klasik faşizmden farklı biçimlerde, ama mutlaka bir ilişki kurdukları için, faşizmin dehşetinden arındırılarak makul bir politik hareket ve rejim gibi temsil edilmesine dayanarak politika yapıyorlar. Dolayısıyla, özellikle Holokost inkârı veya farklı düzeylerde faşizm ve Holokost revizyonizmi bu hareketler için kritik önemde. (2) Bu nedenle klasik anti faşizmin anıtları, mezarlıkları ve ölülerinin fiziksel ve politik olarak tahribi bu hareketlerin alameti farikası. Küresel düzeyde yükselen (yeni) faşizmler kendilerini her tür anti faşizm anıtının karşısında konumlandırır; klasik faşizmin ölümle olan takıntılı ilişkisini tekrar ederek anti faşizmin sembollerini ve faşizme direnmiş ya da faşist şiddetin tahrip ettiği tüm kesimlerin ölülerine, mezarlarına saldırmaya özel bir önem verir. Tıpkı Mostar Partizan Mezarlığı’nda olduğu gibi, faşizmlerin çeşitli versiyonlarının yükselmeye başladığını mezarlara ve ölülere yapılan saldırılara bakarak anlayabiliriz.
II.
Zorla kaybedilenler hakkında araştırma yapmaya ilk başladığımda, farkında olmadan, kaybedilenlerin çok büyük bir kısmının, hatta neredeyse tamamının, bedeninin bulunmamış olduğunu varsayıyordum. Kayıp deyince kafamda canlanan şey bedenin mutlak olarak bulunamadığı, kayıp olduğu bir duruma tekabül ediyordu. Oysa durum tam olarak böyle değil. Türkiye’de zorla kaybedilenlerin bir bölümünün bedenleri bulunmuş, kaybedilenlerin yakınları tarafından kayıp kişinin cenazesine ulaşılmış durumda. Cenazeler kısmına geçmeden önce kısacık bir ön bilgi vermek isterim. Türkiye’de zorla kaybetmelerin tarihini Ermeni Soykırımı’ndan başlatmak mümkünse de zorla kaybetmelerin devlet stratejisi olarak kullanılması esasen 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında gerçekleşti. Kaybetme suçu 12 Eylül darbesinin hemen sonrasında Türkiye’nin batısında silahlı örgütlerin militanı olduğu düşünülen kişilere karşı uygulandı; sonrasında bu suç sistematik ve yaygın bir biçimde 1990’lı yıllar boyunca Kürdistan’da veya Türkiye’nin batısında Kürt hareketi etrafında mobilize olan kişileri hedef aldı. 1990’lı yıllarda Kürt hareketinin kazandığı güçlü politik desteği bir egemenlik krizi olarak gören devlet, bu krize yeni bir kontrgerilla ve gayrinizami harp stratejisi geliştirerek cevap verdi. Zorla kaybetmeler, içinde pek çok başka devlet suçunu da barındıran ve esasen 1990’ların yoğun Kürt siyasallaşma dalgasını kırmayı hedefleyen bu yeni gayrinizami harp stratejisinin bir parçasıydı. Zorla kaybetme suçu 1990’lı yıllarda temel olarak iki profili hedef aldı. Birincisi ve sayıca daha az olan kayıplar, Kürdistan’da ve İstanbul başta olmak üzere kimi büyük şehirlerde yaşayan, siyasi partilerde, taban örgütlerinde, Kürt hareketinin basın yayın organlarında çalışan ve yerel siyasi sözcüler diyebileceğimiz bir kesimdir. Zorla kaybedilenlerin ikinci ve sayıca daha büyük grubunu oluşturan kesim ise, Kürdistan’da kırda veya kentlerde yaşayan, devletin ölüm timleri açısından PKK örgütüne lojistik destek veren veya örgütün milisi olduğu düşünülen yüzlerce insan anlamına gelir. Bugün Türkiye’de kaç kişinin zorla kaybedildiğine dair elimizde kesin bir rakam yok ama bu alandaki tüm hak örgütlerinin verilerini değerlendirirsek bu rakamın 1000 kişi civarında (kesin olmayan listeye göre 1353 kişi) olduğunu söyleyebiliriz. Kayıpların büyük bir kısmı bugün hala mezarsız durumda olsa da kimi kayıp yakınları kaybedilen kişinin bedenine ulaşmışlardır. Örneğin, Hafıza Merkezi’nin zorla kaybedildiğini kesinleştirdiği 486 kişiden 277’sinin bedeni hâlâ kayıptır.
Dolayısıyla, yürüttüğüm araştırmada ilerledikçe, zorla kaybedilenlerin, çoğunluğunun bedenleri hala bulunamamış olsa da başlarken düşündüğümün aksine, tamamının bedeninin kayıp olmadığını öğrendim. Kayıpların bir bölümünün cenazesi, çoğunlukla yakınlarının çabaları sonucu bulunmuş durumdaydı. Bu grup içinde, çok büyük ölçüde kaybedilen kişinin bedeni ya da kemikleri ailelerine devlet tarafından usulüne uygun bir şekilde teslim edilmemişti. Ağır işkence izleri taşıyan bu bedenler, çoğunlukla yol kenarlarında, köylerin dışında kullanılmayan arazilerde, askeri bölgelere yakın boş arazilerde, boşaltılmış ya da çok az nüfusun kaldığı köylerin yakınlarında, su kuyularında, inşaatlarda ve çukur alanlarda bulunuyordu. (3) Kaybedilenlerin bedenleri, faillerin ceza almayacaklarına duydukları büyük güvenin sonucu olsa gerek, kolayca bulunabilecekleri bu yerlere üstünkörü bir şekilde atılmış ve bırakılmışlardı. Bedenlerin daha küçük bir kısmı ise, ailelerin muazzam çabaları sonucu Türkiye’nin farklı yerlerindeki kimsesiz mezarlıklarında bulunmuştu.
Bu örüntü, yani faillerin gözaltına alarak ya da kaçırarak özgürlüğünden alıkoyduğu ve işkenceli sorgudan geçirdikten sonra infaz ettiği kaybedilenlerin bedenlerini pek sakınmadan ve kolayca bulunacakları bir şekilde bırakıvermeleri örüntüsü, sadece Türkiye’ye has değildi üstelik. Türkiye’deki zorla kaybetme şekli, bu suçun sömürgecilik karşıtı ve etno-politik hareketleri hedef aldığı iki örnekle büyük benzerlik taşır. Bu örneklerden ilki, 1994’ten 2009’a kadar aralıklı olarak süren Birinci ve İkinci Çeçen Savaşı’nda Rusya Federasyonu güçlerinin kaybettiği Çeçenlerdir. İkincisi ise, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın özellikle sonuna doğru, 1961 yılında aktif olan Fransız kontrgerilla örgütü L’Organisation de l'armée secrète (OAS) tarafından uygulandığı haliyle Cezayir’de kaybedilenleri işaret eder. Her iki örnekte de, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, kaybedilenlerin bedenlerinin önemli bir kısmı bulunamamış, bulunduğu durumda ise ağır işkence izleri taşıyan bu cenazeler boş askeri arazilere, yol kenarlarına, su kuyularına, inşaatların içine üstünkörü bir biçimde bırakılmış ve toplu mezarlarda gömülmüşlerdir. (4) Bu üç örneğin benzerliği, zorla kaybetme suçunu işleyen devlet (paramiliter) güçlerinin, sömürgeci şiddet ya da etno-politik çatışma bağlamında, bedeni ortadan kaldırma konusunda dikkat çekici bir lakayıtlık ve umursamazlıkla hareket ettiğini gösterir. Devlet, eğer sömürgeci veya etno-politik bir çatışmanın parçası olarak sömürgecilik karşıtı örgütün üyelerini ya da sempatizanlarını kaybediyorsa, genel kamuoyu tepkisinin zayıf olacağını düşünerek kaybettiklerinin bedenlerini ortadan kaldırmaya çoğunlukla tenezzül etmez. Sömürgecilik ölülere ve cenazelere saldırmak konusunda son derece rahattır.
III.
Türkiye devletinin ölülere, cenazelere ve mezarlıklara saldırma konusunda çok köklü bir geleneği var. Öte yandan bu devlet aynı zamanda farklı türden faşizmlerin güçlendiği içinde bulunduğumuz küresel eğilimin de içinde. Bugün, ölülere ve cenazelere yönelik saldırıların bu kadar artmasını böylesi bir ikili durum içinde değerlendirmek bana daha doğru geliyor. Türkiye hem kendi köklü devlet şiddeti geleneğini mevcut iktidarın Kürt savaşını körüklemesiyle birlikte tahkim ederek ölülere ve mezarlıklara yönelik şiddeti arttırdı hem de küresel düzeyde çok farklı faşizmler, aşırı sağ hareketler kendilerini ölülere, mezarlıklara ve kimi anma mekanlarına saldırarak, oraları tahrip ederek var ettiklerinden onlarla rezonans içinde hareket etti. Bu küresel bağlam, zaten bu konuda oldukça sofistike bir birikime sahip olan Türkiye devletinin bugünkü iktidar sahiplerinin elini iyice güçlendirdi.
Hem bu küresel momentin gücüyle hem de özellikle “çözüm süreci” sona erdikten ve Kürt savaşı yeniden başladıktan sonra, mezarlıklara, ölü bedenlere ve cenazelere saldırı yeniden başat bir devlet şiddeti örüntüsü olarak Kürdistan bağlamında devreye girdi. Bu yeni siyasi konjonktürde iktidar Kürt toplumunun cenazeleri ve mezarlarıyla iki düzeyde uğraşıyor: Birincisi bir şiddet ortamı sahneleyerek ve cenazelere yapılan saldırıyı görünür hale getirerek bunu yapıyor. Örneğin, Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk gömülürken cenazeye yapılan saldırı, sokağa çıkma yasakları döneminde Silopi’de cenazesi sokakta kalan Taybet İnan, Cizre’de ayağından yaralanmış bir kadına müdahale ederken öldürülen sağlık çalışanı Aziz Yural, Bitlis’in Garzan Mezarlığı'ndan çıkarılan kemiklerin kutulara konularak Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmesi ve Ekin Wan’ın işkence yapılmış çıplak bedeninin teşhir edilmesi ve Hacı Birlik’in cansız bedeninin zırhlı araç arkasında sürüklenmesi bu çerçevede düşünülebilir. Öte yandan bir de daha az sahnelenerek uygulanan, kısmen daha görünmez kalan ve Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin (MEBYA-DER) raporlarından ve çalışmalarından takip edebildiğimiz gerilla cenazelerine ya da cezaevlerinde yaşamını yitirmiş tutuklu ve hükümlülerin cenazelerine yönelik eziyetler söz konusu. MEBYA-DER’in raporlarına göre, son yıllarda cenazelerin Adli Tıp Kurumları’nda aylarca bekletilmesi, verilen cenazelerin dini ve kültürel vecibeler yerine getirilmeden, devletin kolluk güçleri gözetiminde zorla defin işlemlerinin yapılması, defin işlemine katılmak isteyenlere izin verilmeyerek defnetmenin kendisinin bir şiddet olarak kullanılması ve mezarların ve özellikle de mezar taşlarının kırılması ve tahrip edilmesi yaygın bir biçimde görülüyor.
Öte yandan, sömürgeci şiddet fazlasının yanı sıra Türkiye’deki pek çok farklı kesim de devletin mezarlıklara ve ölülere yönelik saldırılarından sistematik olarak nasibini alıyor. Ermeni mezarlıklarından Alevi cenazelerine başta translar olmak üzere LGBTİ+ cenazelerinden sol örgüt militanlarının mezarlarına pek çok farklı ölüye ve mezara, elbette çok farklı şekillerde ama benzer bir şiddetle, saldırılıyor. Kısa bir süre önce, 3 Haziran 2022 tarihinde Suruç Amara Kültür Merkezi’nde düzenlenen canlı bomba saldırısında hayatını kaybeden 33 kişi arasında bulunan Osman Çiçek ve Kasım Deprem’in mezarlarına ikinci kez saldırı düzenlendi, mezar taşları bir kez daha kırılarak tahrip edildi. Yine çok kısa bir süre önce, 13 Temmuz 2022 tarihinde Hasköy’deki Yahudi Mezarlığına düzenlenen saldırıda 36 mezar taşı tahrip edildi, İstanbul Valiliği fail olarak yaşları 11 ile 13 arasında değişen 5 çocuğun gözaltına alındığını bildirdi. Burada mesele, bizzat failin, mezarı kıranın kim olduğunun yanında Türkiye’deki güncel politik iklimin mezarlıklara ve ölülere yapılan saldırılara nasıl elverişli bir zemin oluşturduğunu idrak etme meselesidir. Tıpkı Yugoslav Partizan Derneği başkanı Sead Đulić’in Mostar örneğinde altını çizdiği gibi, Türkiye’de çok iyi örgütlenmiş faşist, post faşist, ırkçı pek çok hareket ve bu hareketlerin tetikçileri mezarlara ve ölülere saldırırlarsa cezasız kalacaklarını, devlet tarafından kollanacaklarını bilmektedir.
Gündemin tozu dumanı arasında, 16 Temmuz 2022 tarihinde Diyarbakır’dan bir mezar tahribi haberi daha geldi. Sur'da 2016’da ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında yaşamını yitiren Aliş Çekwar Çubuk'un Diyarbakır'ın Bağlar İlçesinde bulunan Yeniköy Mezarlığı'ndaki mezarı ikinci kez tahrip edilmişti. Çubuk’un mezar taşı üzerinde "Sur şehidi" yazılı kısım ve fotoğrafının bulunduğu kısımlar siyah spreyle boyanmıştı. Bu Çubuk’un mezarına yapılan ikinci saldırıydı; Çubuk'un mezarı 2017 yılında da "Çekwar" yazıldığı gerekçesiyle emniyetin talimatıyla kayyumun çalışanları tarafından mezar taşı kırılarak tahrip edilmişti. Haber bekleneceği üzere pek de yankı uyandırmadı, Kürt basınında kendine mütevazı bir yer buldu sadece. Oysa kırılan mezar taşlarından yükselen sesler, Türkiye’de giderek güçlenen, çeşitlenen, kendini tahkim eden farklı türden faşizmlerin sesidir. Bu sese kulak kabartmak ve ona nasıl karşı duracağımızı konuşmak hepimizin boynunun borcudur.
1- https://www.masina.rs/eng/partisan-memorial-cemetery-in-mostar-destroyed/
2-Polonya örneğini çok etraflı bir biçimde tartışan bir yazı için bkz. Jan Grabowski, The New Wave of Holocaust Revisionism, New York Times, 29 Ocak 2022, https://www.nytimes.com/2022/01/29/opinion/holocaust-poland-europe.html
3- Delil olmadığı gerekçesiyle sanıkların tümünün beraat ettirildiği Dargeçit JİTEM davasının çok emek veren avukatı Erdal Kuzu da zorla kaybedilenlerin bedenlerinin nerede bulunduğuna dair benzer şeyler anlatır: Erdal Kuzu, “Arazinin Altı ve Şeyler. Mardin ve Çevresi Faili Meçhul Araştırma Süreci,” (Pelin Tan’ın Erdal Kuzu ile röportajı) Jiyan, 13 Nisan 2015. https://medium.com/jiyaninsesi/arazinin-altı-ve-şeyler-mardin-ve-çevresi-faili-meçhul-araştırma-süreci-41db6ef09bf6
4- Özgür Sevgi Göral, Any Hopes for Truth? A Comparative Analysis of Enforced Disappearances and the Missing in the Middle East, North Africa and the Caucasus, Hafıza Merkezi Yayınları, 2019. https://www.academia.edu/38539442/Any_Hopes_for_Truth_A_Comparative_Analysis_of_Enforced_Disappearances_and_the_Missing_in_the_Middle_East_North_Africa_and_the_Caucasus