Yeni bir ittifak için çıkış yolu
Dosya Haberleri —

Cahit Kırkazak
HDP Eşbaşkanı Av. Cahit Kırkazak ile 1921 Anayasası’ndaki muhtariyetin tanımı, Kürt-Türk ittifaklarının tarihsel süreçlerini konuştuk
- Ankara hükümeti ve Mustafa Kemal; dönemin egemen devletlerin, bölgede Kürtler dâhil bölge halklarının self determinasyon haklarını tanıma çabalarının farkındadır. Bu nedenle Kürtleri yanlarında tutmaya devam etmek için Kürtlere tanınacak hakları 1921 Anayasası’nda bir adım öteye taşıyarak “muhtariyet” kavramını açıkça ifade eder.
- 1925’teki isyan, kimlik inkârına, verilen sözlerin tutulmamasına ve Kürtlerin kendini yönetme hakkının engellenmesine bir tepkidir. Bu engellemenin ilk pratik örneği, 1927’de devreye giren ve Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Urfa ve Van’ı kapsayan Umumi Müfettişliktir. Bu sistem 1952’ye kadar sürer.
- Demokratik toplumu birlikte inşa etme fırsatı elbette var, bu umudu taşıyoruz. Demokratik ittifakla demokratik toplumu inşa edeceğiz. Kolay değil ama imkânsız da değil. Aksi bir durumun Türklere, Kürtlere, Ortadoğu’ya katkısı olmayacağı gibi, her şeyin daha da kötüleşme ihtimalini barındırdığı açıktır.
BARIŞ BALSEÇER
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “barış ve demokratik toplum” çağrısıyla Kürt-Türk ittifakı yeniden gözden geçirilmeye ihtiyaç duyuyor. Kürtlere nerede, nasıl kaybettirildi, eşit ve özgür vatandaşlık nasıl gerçekleşecek, bunun yasal, anayasal boyutu nasıl gerçekleşecek? HDP Eşbaşkanı avukat Cahit Kırkazak ile 1921 Anayasası’ndaki muhtariyetin tanımı, Kürt-Türk ittifaklarının tarihsel süreçleri, ulus-devlet politikalarının sonuçlarını konuştuk. Kırkazak, Kürt-Türk ittifaklarının Malazgirt’ten Mustafa Kemal dönemine uzanan tarihsel seyri ele alınırken, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “demokratik toplum” çağrısını, eşitlik temelinde yeni bir ittifak için çıkış yolu olarak öneriyor.
1921 Anayasası’nda ‘muhtariyet’ kavramı nasıl tanımlandı ve pratikte nasıl bir yönetim modeli oluşturdu?
1921 Anayasası, 23 maddeden oluşur ve bunların 14’ü yerel yönetimlere vurgu yapar. Özellikle 11. madde, “muhtariyet” kavramını öne çıkarır ve açıkça tanımlar. O dönemin Türkçesiyle, “Vilâyet, mahallî umurda mânevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir” ifadesi yer alır. Bu tanım, Kürtlere özel bir özerklikten ziyade, Osmanlı toplumunun geneline yönelik bir “muhtariyet” anlayışını yansıtır. Anayasa’da etnik bir ayırım yapılmaz; “muhtariyet” genel bir çerçeve olarak sunulur. Bu anayasa, “Türkiye toplumu” ifadesini ilk kez kullanan belge olma özelliğini taşır. 3. maddede yer alan vatandaşlık tanımında “Türk” vurgusu bulunmaz; bunun yerine “Türkiye halkı” veya “Türkiye Devleti” ifadeleri tercih edilir. Cumhuriyetin kuruluş sürecine giden dönemde, Mustafa Kemal’in Kürtlerle ittifak kurduğu başlangıç aşamasından itibaren bu konuda önemli ipuçları görülür. Erzurum Kongresi’nin sonuç bildirgesinin 1. ve 6. maddeleri ile Sivas Kongresi’nin sonuç bildirgesinde sınırlar içinde kalan Müslüman toplumların ortak bir geleceklerinin olduğu bunun için de ‘ırki, inanç, tarihi, siyasal ve sosyal’ haklarına karşılıklı saygı gösterileceği ve fedakârlık yapılacağına vurgu yapılır. Daha da çarpıcı olan, 22 Ekim 1919’daki Amasya Protokolleri’nin İkinci Protokolü’nün 1. maddesidir. Bu madde, Osmanlı Devleti’nin sınırlarını şu şekilde çizer: “Devleti Osmaniye'nin tasavvur ve kabul edilen hududu, Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva 'eylediği ve Kürtlerin camia-i Osmaniye'den ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari bir talep olmak üzere temin-i istihsali lüzumu müştereken kabul edildi.”
Aynı maddenin devamında, Kürtlerin haklarına da değinilir: “Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i ırkıye ve içtimaiyece mazhar-ı müsaadat olmaları dahi tervic ve ecanib tarafından. Kürtlerin istiklali maksad-ı zahirisi altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması hususu tensib edildi.” Burada, Osmanlı Devleti’nin sınırları “Türkler ve Kürtlerin oturduğu arazi” olarak tanımlanır ve Kürtlerin sosyal ve geleneksel haklarla özgürce gelişim sağlayabileceği belirtilir.
Ankara hükümeti ve Mustafa Kemal; uluslararası kamuoyunun ve dönemin egemen devletlerin, bölgede Kürtler dâhil bölge halklarının self determinasyon haklarını tanıma çabalarının farkındadır. Bu nedenle Kürtleri yanlarında tutmaya devam etmek için Kürtlere tanınacak hakları 1921 Anayasası’nda bir adım öteye taşıyarak “muhtariyet” kavramını açıkça ifade eder. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Amasya Protokolleri’nin yanı sıra, Mustafa Kemal’in Bursa’daki hutbesi ve Kocaeli’ndeki basın açıklamaları, Kürt meselesinin iç mesele olduğunu ve muhtariyetle çözüleceğini dile getirir. Anayasa’da, yerellerin meclislerle yönetilmesi ve yerel seçimlerin iki yılda bir yapılması gerektiği belirtilir; seçim süreçleri dahi detaylı bir şekilde tarif edilir. Pratik bir örnek olarak, 27 Haziran 1920’de Mustafa Kemal, El-Cezire Komutanlığı’na yazdığı talimatnamede Kürtler için özerklik öngördüğünü ifade eder.
1921 Anayasası’nda yer alan muhtariyet vurgusundan Lozan sürecinde neden vazgeçildi?
1921 Anayasası’nda muhtariyet, anayasal bir güvence olarak yer alsa da, Lozan sürecinde bu vaatler terk edilir. Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923), Sevr Antlaşması’nda Kürtler için öngörülen koşullu bağımsızlık olasılığını (Madde 62-64) ve Ermenilere yönelik özerklik düzenlemelerini ortadan kaldırmış, yerel halkların haklarını koruyan bir alternatif sunmamıştır. Bu vazgeçiş, ulus-devlet inşasının dayattığı merkeziyetçi anlayış ve uluslararası dinamiklerin birleşimiyle şekillenir. İtilaf Devletleri’nin etnik meseleler üzerinden bölünme tehdidi, yeni rejim tarafından bir risk olarak görülmüş; muhtariyetin devamı, bu tehdidi canlı tutabileceği düşünülmüştür. Bu yaklaşım, Kürtler başta olmak üzere, farklılıkların ve azınlıkların siyasi ve kültürel haklarının sistematik bir şekilde yok sayılmasına yol açmıştır. İç politikada ise, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte çok kimlikli yapıyı bir kenara bırakıp homojen bir ulus-devlet yaratma hedeflenmiştir.
Dönemin Kürt milletvekillerinden Bitlisli Yusuf Ziya Bey, Lozan görüşmeleri sırasında Meclis’te şunları dile getirir: “Kürdün birliği, Kürdün itaati, Kürdün iki parçaya ayrılmasında değil, bir parça halinde idare edilmesindedir... Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur. Bundan dolayı herhangi birisi diğerine ihanet ederse, ikisi için de akıbet yoktur.” Yusuf Ziya, bu konuşmayı 1921 Anayasası’nın 14 maddesine dayanarak yapar. Ancak 12 Haziran 1925’te “Kürtçülük” suçlamasıyla idam edilir. Bu olay, muhtariyetin terk edilmesinin ve ulus-devlet projesinin Kürtler aleyhine nasıl bir baskıya dönüştüğünün somut bir göstergesidir. Yusuf Ziya’nın idamı, Kürtlerin maruz kaldığı siyasi ve kültürel baskıyı açıkça ortaya koymaktadır.
1924 sonrası merkeziyetçi sistemin umumi müfettişlikleri, günümüzdeki kayyum uygulamasıyla nasıl bir paralellik gösteriyor?
1924 sonrası merkeziyetçi sistem, günümüzdeki kayyum uygulamasıyla toplumun kendini yönetme iradesinin elinden alınması noktasında paralellik gösterir. Kayyum tartışmasının kökeni umumi müfettişliklere dayanıyor. 1923’e kadar muhtariyet vaat edilirken ve yerel yönetimlerin pratikleşmesi için talimatlar gönderilirken, 1924’ten sonra bu haklar yok sayılır. Muhtariyetin kaldırılmasıyla bir halkın inkarı süreci başlar. 1924’e kadar İstanbul ve Ankara hükümetleriyle çatışmayan Kürtler, bu tarihten sonra itirazlara ve ardından isyanlara yönelir. Şex Said isyanı bireysel bir olay gibi küçümsense de, bu isyanı Azadî Hareketi başlatır. Azadî, ulusal ve kolektif bir harekettir, bu hareket 1920’nin sonunda örgütlenmeye başlasa da kuruluşu 1923 yaz aylarındadır. 1925’teki isyan, kimlik inkârına, verilen sözlerin tutulmamasına ve Kürtlerin kendini yönetme hakkının engellenmesine bir tepkidir. Bu engellemenin ilk pratik örneği, 1927’de devreye giren ve Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Urfa ve Van’ı kapsayan Umumi Müfettişliktir. Bu sistem 1952’ye kadar sürer.
Kürtlerle Türkler arasındaki ittifaklar hangi dönemlerde görüldü? Bu ittifakların temel vurgusu neydi?
Tarihsel olarak Kürtlerle Türkler arasında dört ittifak dönemi vardır; son gelişmeleri beşinci dönem olarak değerlendirebiliriz. İlk ittifak 1071 Malazgirt Savaşı, ikincisi 1514 Çaldıran Savaşı (Osmanlı-Safevi çekişmesi) dönemindedir. Üçüncüsü, 1889’da Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı özgürlük ve demokrasi talebiyle kurulan İttihat ve Terakki’dir. Başlangıçta Osmanlıcılığı benimseyen bu hareket, 1905’te Turancılığa evrilir. Dönemin Kürt entelektüelleri İshak Sükûtî ve Abdullah Cevdet, demokratik bir Osmanlı için Türklerle ittifak kurar. Dördüncü ittifak (1919-1923) Mustafa Kemal dönemidir. Bu dört dönemde temel referans, kardeşlik ve din vurgusudur.
1924 Anayasası’yla Kürtlüğün inkarı başlıyor. Peki, inançlar bu dönemden nasıl etkileniyor? 1924’ün vatandaşlık anlayışı, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıların hukuki dayanağı haline mi geldi? Bu politikalar, anayasal sınırlar içinde nasıl meşrulaştırıldı?
1924 Anayasası’nda “Devletin dini İslam’dır” ifadesi yer alırken, bu madde 1928’de kaldırıldı. 1937’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu Anayasa’ya eklendi. İttihat ve Terakki’nin 1905’te Osmanlılıktan Turancılığa yönelmesi, toplumsal bir alt yapıya sahip değildi. Yeni kurulan devletin, Turancılığın toplumsal alt yapısı oluşturması için toplum mühendisliği yapıldı. Çünkü Osmanlı, çok kimlikli bir toplumdu. Bu bağlamda Kürtlere yönelik ilk saldırılardan biri, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur. Resmi tarih bunu “Öğretim Birliği” olarak anlatır, ancak kanunun asıl amacı Kürtçeyi eğitim dili olmaktan çıkarmak ve Kürtleri hafızasızlaştırmaktı. Ana dilinde eğitim alamayan Kürtler, geçmişleriyle bağlarını kaybetti. Kürtler, ancak son yıllarda tarihsel ve kültürel kimlikleriyle yeniden bağ kurmaya başladılar.
Mevcut vatandaşlık tanımı, Kürtlerin eşit vatandaşlık talepleriyle nasıl bir hukuki çatışma yaratıyor? Bu tanım, çok kimlikli bir vatandaşlık anlayışına geçişi engelliyor mu?
Mevcut Anayasa’nın bazı maddeleri Kürtlerin eşit vatandaşlık talepleri önünde engeldir. Özellikle 42. madde (“Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”) ve 66. madde (“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”) değiştirilmelidir. Ayrıca, yerel yönetimlerin yetkilerini artırmak için 127. maddenin de revize edilmesi gerekiyor. Ana dilde eğitim ve ana dilde kamusal hizmet alma hakkı, eşit vatandaşlık için hayati öneme sahiptir. Kırgızların dediği gibi, “Bir dilin kaderiyle bir halkın kaderi paraleldir.” Dil yok olduğunda, o halk da yok olur.
* * *
Demokratik toplumu inşa edeceğiz
Son gelişmeler bağlamında, tüm bu inkar ve asimilasyon politikaları, Sayın Öcalan’ın açıklamaları sonrası bir demokratikleşme zemini aralayabilecek mi? Bir çıkışı mümkün görüyor musunuz? Nasıl yol almak gerekiyor?
Sayın Öcalan’ın açıklamaları, Türkiye’de halkların birlikte yaşayabilmeleri için nicelik anlamında iki halkın öne çıktığını vurguluyor: Kürtler ve Türkler. Bu iki halkın ittifakına sürekli atıf yapıyor. Öcalan’ın birlikte yaşamın güvencesi olarak gördüğü demokratik toplum önerisi ülkedeki bütün farklılıkları da kapsayan geniş bir çerçevedir. Yani Türklerin Kürtlerle ittifak yaptığı dönemlerde hem ülkede hem de Ortadoğu’nun genelinde pozitif gelişmeler yaşanmıştır. Daha önce de bahsettiğim dört ittifak döneminde din referansı ve kardeşlik vurgusu üzerine bir ittifak ilişkisi vardı. Ancak maalesef son iki ittifak, Kürtlerin aleyhine gelişmiştir. İttifak vurgusu, tarafların birbirinin ortak amaçları ve ortak çıkarları üzerine kurulur. Bir hiyerarşi içermez. Dolayısıyla Sayın Öcalan, bugün yeni bir ittifaka ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Yeni ittifaka ihtiyaç olduğu kesin. Çünkü Kürtler, kendi iradeleriyle birlikte Türkiye’de birlikte yaşama iradesi ortaya koyuyor. Bugün kurulacak ittifak, kardeşlik ve din ortaklığı paydasından daha ziyade eşitlik temelli bir vatandaşlığa vurgu yapmalıdır. Bu da demokratik bir ittifak ya da demokratik bir toplumla mümkün olabilir. Çünkü demokratik toplum ve demokratik ittifak, sadece ittifak kuranların çıkarı değil, tüm kesimlerin örgütlenme, kendilerini ifade etme ve yönetimlerde temsil hakkına vurgu yapar.
Sayın Öcalan, demokratik ittifakın önünü açtı. Kürtlerin özellikle son 40 yıldaki aralıksız hak mücadelesine karşı Türkiye ve bazı devletler, bu ittifakın kurulmasının önünde silahın bir engel olduğu savını öne sürdüler. Sayın Öcalan da en üst perdeden, “Mademki silah bir engel, buyurun ben örgütümü feshediyorum. Demokratik toplumu ya da demokratik ittifak birliğini inşa edelim” dedi. Zaten çağrının ismi “Barış ve demokratik toplum çağrısı”dır. Dolayısıyla umarız Türkiye’nin devlet aklı, iktidarı ve diğer kurumları, bu demokratik çağrıya gerekli cevabı verir. Demokratik toplumu birlikte inşa etme fırsatı elbette var, bu umudu taşıyoruz. Demokratik ittifakla demokratik toplumu inşa edeceğiz. Kolay değil ama imkânsız da değil. Aksi bir durumun Türklere, Kürtlere, Ortadoğu’ya katkısı olmayacağı gibi, her şeyin daha da kötüleşme ihtimalini barındırdığı açıktır.