35 Nolu’daki direniş yol gösteriyor
Dosya Haberleri —
- Diyarbakır 5 Nolu’da tutsak olan ve toplam 34 yılını cezaevinde geçiren Kürt siyasetçi Mehmet Dağ, "Yeni tutuklanıp getirilen tutsaklar 36 Nolu’ya koğuşa getiriliyordu. Bu koğuş 4 katlı ve hücrelerden oluşurdu. Buraya getirilen tutsaklar, işkenceyle teslim alınıp öyle koğuşlara götürülüyorlardı. Direnenler ise 35 Nolu koğuşa alınıyordu. 35 Nolu koğuş bir direniş merkezi olmanın ötesinde adeta Kurdistan’ın kalbine dönüşmüştü” dedi.
ERDOĞAN ZAMUR
Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan 12 Eylül Askeri Cuntası’nda işkence, kötü muamele, cinayet ve idamların merkezi haline gelen Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi, PKK’nin öncü kadrolarının direnişiyle tarihe geçti. Çağdaş Kawa Mazlum Doğan ile fitili ateşlenen direniş geleneği tarihin yaprakları 17 Mayıs 1982 yılında evrildiğinde bedenlerini ateşe veren Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner’in Diyarbakır Cezaevi’nin 33’üncü koğuşunda gerçekleştirdikleri eylemleri sırasında "Ateşi gürleştirin, su döken ihanetçidir" sözleri tarih sayfalarına kazındı.
İşkence ve kötü muameleye karşı direnişin sembolü “Dörtler”, 41 yıl önce yaptıkları bu eylem ile Kürt Özgürlük Mücadelesi'nde bir direniş geleneği yaratmasında temel taşlardan biri oldular. O dönem Diyarbakır 5 Nolu’da tutsak olan ve toplam 34 yılını cezaevinde geçiren Kürt siyasetçi Mehmet Dağ, Dörtleri ve o dönem ki cezaevinde yaşananları gazetemize değerlendirdi. Dağ, “İhanetin dayatıldığı o günlerde Mazlum Doğan’ın öncülük ettiği bir direniş çizgisi ortaya çıktı. Akabinde 'Dörtlerin' ve son olarak Büyük Ölüm Orucu şehitlerinin ortaya koyduğu bu anlamlı direniş geleneği bugün hala bize yol gösteriyor. Werxele’de kimyasal silahlara karşı fedai eylemi yapan gerillalar Amed Zindan direnişinin bıraktığı mirasın sürdürücüleri olmuştur” dedi.
2 Eylül Askeri faşist cunta iktidara geldiği haberini aldıklarında kırsalda faaliyet içerisinde olduğunu belirten Dağ, “Kemal Pir ve diğer arkadaşlar gelmişti. Buradaki arkadaşların Bucak çetesi ile olan savaşının sonlandırılıp bir kısmı Beka’ya bir kısmının da Botan’a geçmesi kararını ilettiler. Çoğu arkadaşlar gitti. İşte askeri cunta iktidara geldiğinde ben ve Şehmuz Yiğit arkadaş Siverek ile Çermik arasında bir dağda yalnızdık. Dönüşümlü uyuyorduk ve küçük bir radyomuz vardı. Ben radyo ile uğraşırken sürekli faşist marşlar çalıyordu. Sonra darbe olduğunu öğrendik. İlk işimiz ilişkide olduğumuz köylere gidip darbeye karşı halkı uyarmak ve onlara moral vermek istedik” diye konuştu.
Örgüt bizi çağırdı
Cuntadan sonra partinin kendilerini Siverek’e çağırdığını ifade eden Dağ, Siverek’te Mehmet Karasungur ile görüştüklerine ve kendilerine Beka’ya gidip gidemeyeceğini sorduğunu belirterek şöyle devam etti: “Mehmet Karasungur o dönem bütün kadroları tek tek çağırıp görüşüyordu. Partinin aldığı Beka’ya ya da Botan’a gitme kararına kimlerin katılacağını soruyordu. Çünkü artık mücadele farklı bir boyuta evrilecekti. Feodalizmden ziyade devlete karşı bir mücadele başlatılacaktı. Bütün hazırlıklar buna göre yeniden şekilleniyordu. Faşist darbe olmuş, kadrolar pek yurtdışına gitmeyi isteniyordu. O zaman ki düşünce ‘halkı yalnız bırakıp gidemeyiz’ havası hakimdi. Ben Beka’ya gitmeyi kabul ettim. Abdullah Ekinci arkadaşla Viranşehir’e giderken, oradaki arkadaşların gözaltına alındığını duyduk. Mecburen tekrar geri döndük, yeni bir ilişki için çaba içine girerken Amed’de gözaltına alınıp tutuklandım.”
Amed’e gözaltına alındığında 90 gün süren işkenceli sorgudan sonra tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’ne ve 5 Nolu’ya yolladığını ifade eden Mehmet Dağ, cezaevine getirildiğinde ilk karşılaştığı uygulamayı şöyle anlattı: “90 günden sonra ilk mahkemeye çıktığımda ifademi alan savcı da bana işkence uyguladı. Hemen tutuklanıp 5 Nolu'ya yollanmamı söyledi. ‘5 Nolu’da seni adam ederler’ dedi. Cezaevine giderken mahkeme için gelen iki kişi vardı hiç konuşmadılar. Beni işlemler için bir odaya aldılar. Benim hangi davadan geldiğimi anlamadı bana sordu. Ben de PKK deyince gülerek arkadaşlarını çağırdı. Daha işlemler bitmeden 15-20 asker gelip işkenceye orada başladı ve beni 36 Nolu koğuşa getirip hücreye attılar. 90 günlük işkenceden sonra cezaevine geldiğime pişman oldum. Keşke daha uzun kalsaydım diye düşündüm.”
Türklük dayatması
Yeni tutuklananların getirilip konulduğu 36 Nolu koğuşta bir iki ay çok şiddetli işkencelerin yapıldığına vurgu yapan Dağ, 36 Nolu koğuşun yeni tutuklananları ilk başta şiddet uygulayarak teslim alındığı bir yer olduğunu belirterek, “Yeni tutuklanıp getirilen tutsaklar 36 Nolu’ya koğuşa getiriliyordu. Bu koğuş 4 katlı ve hücrelerden oluşurdu. Buraya getirilen tutsaklar işkenceyle teslim alınıp öyle koğuşlara götürüyorlardı. Direnenler ise 35 Nolu koğuşa götürülüyordu” dedi.
Bir ay 36 Nolu koğuşta kaldığını belirten Dağ burada yaşadıklarına dair şunları dile getirdi: “Yeni gelenleri teslim almayı hedefledikleri için Kürt müsün, Türk müsün diye başlayan işkence amaç Türklüğü kabul ettirmektir. Zaten kabul ediyorsan teslim alınmışsın demektir. Kabul etmeyenleri çırılçıplak soyup saatlerce lağım suyunun içinde tutuluyordu. İnsanın aklına gelen ve ihtiyaç olan her şey işkence gerekçesiydi. Günün her anı işkenceydi diyebilirim.”
Kurdistan’ın kalbi 35 Nolu koğuş
Direnenlerin toplandığı 35 Nolu koğuşun hem cezaevi idaresince hem de koğuşlarda kalanlar için bir çekim merkezine dönüştüğünü, teslimiyeti kabul edip koğuşlara geçenler için bile oranın bir çekim merkezi olduğunu vurgulayan Dağ, “35 Nolu koğuş bir direniş merkezi olmanın ötesinde adeta Kurdistan’ın kalbine dönüşmüştü. O eğer oradaki direniş olsaydı Kürtlerin makus tarihi tekrar etmiş olacaktı. Kurdistan tekrar toprağa gömülüp üstüne beton dökecekti. 35 Nolu sadece Kurdistan’ın değil, insanlığın yaratmış olduğu tüm maddi ve manevi değerlerin bütün bileşkesinin savunma noktasını oluşturuyordu. Bunun için 35’teki işkenceler daha katmerli ve daha acımasızdı. 35’de direniş var oldukça, orası düşenler için bile bir çekim merkezi oluyordu. Orada Kemaller, Mazlumlar, Hayriler vardı. Herkes orada gelecek haberi bekliyordu.
Mazlum’un eylemi
Cezaevinde iletişim koşullarının olmadığını kimselerde haber alınmadığını belirten Dağ, PKK Urfa grubu davasına dahil edildiğini, tutuklandığında zaten mahkemelerin başladığını belirterek mahkemelerin bir iletişim aracı olduğunu vurguladı. Dağ şöyle devam etti: “Mahkemeye gitmek tam bir işkence seremonisine dönüştürülüyordu. Ama bize moral veren öncü kadroların kalkıp konuşmalarıydı. Bunlar kalkıp PKK’yi savunduğunda herkes moral alıyordu. Yine bir mahkeme Mehmet Hayri Durmuş arkadaş kalktı, ısrarla söz istedi. Konuşmaya başladığı şunu ifade etti: ‘Mazlum Doğan arkadaşımız baskıları protesto etmek için Newroz gecesi kendi bedenini atele vermiştir’ dedi. Böylece bu eylem cezaevinde ki bütün koğuşların temel gündemi oldu.”
Okuduğu öğretmen okulunda arkadaşların önerisiyle Batman’a gidip Mazlum Doğan’dan eğitim alan Dağ, “Ben Kürdistan tarihi üzerine birçok kitap okudum ama Mazlum arkadaşın anlattıkları bugün hala beynimde duruyorsa bu onun tarzı ile alakalıydı. Mazlum heval mütevazi, alçak gönüllü, karşısındaki insanın incitmeye, yalın bir anlatım gücüne sahipti. O çocukla çocuk, büyük ile büyük oluyordu. Mazlum, onu tanıyanlar için bir ideoldü. Şehadetini kabullenemiyorduk. Birçok arkadaş Mazlum mutlaka yaşaması gerektiğine inanıyorlardı” dedi.
Ferhat Kurtay 33’ü örgütledi
Diyarbakır 5 Nolu cezaevi acılı bir süreç olduğunu dile getiren Dağ, yenilgilerin yanında direnişlerin de olduğunu ifade etti. Mazlum Doğan’ın eylemi bütün cezaevine bir mesaj olduğunu belirterek, “Mazlum bize ‘teslimiyet ihanete direniş zafere götürür’ sözünü hatırlattı. O dönem çok iyi hatırlıyorum. Gizlice yapılan sohbetlerin temel konusu ‘Mazlum bu eylemiyle bize ne anlatmak istedi sorunu üzerineydi. Dörtler, Ferhat Kurtay, Mazlum’u en hızlı ve en çabuk anlayan ve buna göre kendini mobilize eden oldu. Ferhat Kurtay direnişin başında beri 35. koğuştaydı ve direnişin yükünü çekenlerdendi. Kaba direnişin tek başına yetmeyeceğini söyleyip 33. koğuşa geçiyor. Buradaki duruşu, yaşamı ve bilgisiyle arkadaşları etkiliyor. Orada bir örgütlülük oluşturuyor. Bunu yaparken de çok gizli, çok dikkatli davranmak zorunda kalıyor. Bırakın örgütlenmeyi, insani açıdan birine yardım etmenin bile en büyük suç sayıldı bir ortamda bunu yapıyor. Esat Oktay Yıldıran’ın diline baktığında tekillik vardır. Sen diye başlardı konuşmaya 100 kişiye hitap ederdi. Bu ortamda insanları örgütlemek çok kolay değildi. Ortaya çıkarılan örgütlülük Ferhat’ın özelliğinden, örgütçülüğünden kaynaklanıyordu" diye vurguladı.
Eşref Anyık verdiği söze sadıktı
Dörtlerin içinde yer alan Mahmut Zengin ve Eşref Anyık’ı Siverek’de ki mücadele de tanıdığını dile getiren Dağ, kendisinin üç dört ay şehirde kaldığını, onlarında şehir gerillası olduğunu için tanıdığını dile getirerek, “Eşref Anyık, yoksul bir aile çocuğuydu ve yanlış hatırlamıyorsam sadece ilkokul okumuştu. Ailesinin yoksul olması nedeniyle fazla okutamamışlardı. Onun en büyük özelliği vermiş olduğu söze sadık biriydi. Eğer bir söz vermişse bedeli ne olursa olsun yerine getirirdi. Belki bilinç olarak, teorik olarak PKK’yi çok fazla bilen biri değildi. O zamanlar hepimizin durumu aynıydı, öyle teorik olarak çok bilinçli değildik. Eşref arkadaşı temel birinci özelliği vermiş olduğu söze bağlılığıydı, ikincisi PKK’ye öyle inanıyordu ki parti onu cehenneme göndermeye görevi verseydi gözünü kırpmadan yerine getirirdi.
Mahmut Zengin arkadaş biraz daha farklıydı. O biraz daha okumuş, bilgili ve PKK hakkında teorik olarak daha fazla bilgiye sahipti. Mahmut arkadaşım benim üzerinde bıraktığı en büyük etkisi sade biri olmasıydı. Dürüst ve gerçekten de ideallerine bağlı olan bir insandı. O idealleri için her tehlikeyi göze alabilecek, uğurda canını verebilecek bir nitelikte olduğunu Siverek’te ki mücadele de görmüştüm. Tanıdığım her iki arkadaşta çok mütevazi ve ideallerine bağlı insanlardı” dedi.
Bir bavul kitap
Dağ, sözlerine şöyle devam etti: "Ferhat Kurtay, hakkında bir anımı anlatmak istiyorum. 1978 yılıydı. O dönemde Diyarbakır’da kitap bulmak çok zordu. Marksist Leninist kitapları bulmak neredeyse imkansızdı. Bize de çok lazımdı ama bizim kitap bulma sorunumuz vardı. Ben okuduğum okulda bir valiz kitap bulmuştum. Diyarbakır’a bir valiz kitap götürmek çok tehlikeliydi. Kimin üzerine yakalansa tutuklanıp yargılanırdı ve hatta ceza da olabilirdi. Bir valiz kitabı trene koyup Amed’e geldim. Diyarbakır’da ki Fiskaya’nın hemen aşağısında bizim bir komün evimiz vardı. Oraya gelince Ferhat arkadaşla tanışmıştım. Bir süre birlikte kaldık. Onu nasıl anlatacağımı hala bilemiyorum ama PKK’yi iyi bilen, PKK’nin ta başta ki manifestosunu hakim olan, okumuş, araştırmış ve kendisini yetiştirmiş biri olarak tanımlayabilirim. Kısa bir süre birlikte kaldık. Onunla yaptığımız konuşmalarda onun bilgi birikimi hemen kendini gösteriyordu. Bilgili olmasına rağmen karşısındakini fikirleri ezen biri değildi. Bugün bile çoğu arkadaşlar bilgisi ile karşısındakini eziyor. O bilgiyle biraz üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Ancak Ferhat arkadaşta bunun zerresini göremezdiniz. O sahip olduğu bilgi insanlara nasıl ulaştırırım, insanlığın hizmetine nasıl sokarım düşüncesindeydi. Bu kadar mütevazi bir insan var mı bilmiyorum, belki vardır ama Ferhat arkadaşın benim üzerimde bıraktığı etki böyleydi. Yoldaşına ve partiye bağlılığı tartışılmayan bir kişiydi. Yaşamının her anında örgüte bağlılık, yoldaşlığına bağlılık temel esasıydı."
14 Temmuz Ölüm Orucu
Dörtlerin eylemini yine mahkeme salonunda 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eyleminin başladığı gün öğrendiğini dile getiren Dağ, o gün mahkemede yaşananlara dair şunları dile getirdi: “Yine Urfa ana grubu davasına çıktık. Mahkemede Mehmet Hayri Durmuş arkadaş ısrarla söz istedi. Mahkeme heyeti ısrarla söz hakkını vermek istemiyordu. Mehmet Hayri Durmuş ‘Ben çok önemli konular hakkında açıklamada bulunacağım’ deyince mahkeme söz verdi. Hayri arkadaş mikrofona geldi. ‘Mazlum arkadaş kendisini yaktı, Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengi ve Eşref Anyık arkadaşlarımız cezaevinde ki vahşeti protesto etmek için kendilerini yaktılar’ dedi. Biz bunu 70 gün sonra öğrenmiş olduk."
Dörtlerin eylem haberi, aynı zamanda 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu eyleminin başladığı zamana denk geldiğini ifade eden Dağ mahkeme dönüşü herkes onun cezaevinde neler olduğuna dair bilgiler beklediğini dile getirerek, “Davalar aslında bir iletişim aracı olmuştu. Urfa ana davasında merkez komitedeki arkadaşlarda vardı. Onun için herkes benim mahkeme dönüşümü sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ben mahkemeden geldim koğuşun kuytu yerinde Hayri arkadaşın konuşmasını anlattım. Dörtlerin eylem yaptığını ve şehit düştüklerini anlattım. Devamında da ölüm orucun kararını 6 kişiyle başlatıldığını söyledim. Tabi mahkeme heyeti salonu hemen terk etti, eğer biraz daha bekleseydi ölüm orucunu kararını açıklayanların sayısı çok fazla olurdu. Ben o zaman 19. koğuşta kalıyordum. Bizim koğuşta da ölüm orucu eylemine nasıl destek olur tartışmaları başladı. Bizim koğuşta bazı diğer yapılardan kişiler vardı. Bizi suçlayıcı sözler söylüyorlardı. Siz rahat durmuyorsunuz, onun için bize bunları yapıyor diyorlardı. Mazlum’un, Dörtlerin ve ölüm orucunu kararı onlar üzerinde bir etki yaratmış ve sessizleşmişlerdi" dedi.
Direniş gelenek yarattı
Diyarbakır 5 Nolu’da Mazlum arkadaşın, Dörtleri ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucunda şehid düşen arkadaşların eylemi olmasaydı gerçekten bugün PKK’nin bu kadar güçlü bir kök üzerine varlığını sürdürebilir miydi, sorusunu kendine sorduğunu ifade eden Dağ, “Hep aklıma şu soru geliyor. Acaba 5 Nolu’da ki bu direniş olmasaydı bugün ne olurdu, diye. Çünkü bu arkadaşlar PKK’nin nasıl olması gerektiğini kendi eylemleriyle bize yol gösterdiler. Biraz PKK hakkında araştırma yapan sıradan bir insan bile hemen şunu fark eder. Bu direniş geleneği PKK içinde o kadar güçlü bir gelenek oluşturdu ki merkez komite düzeyinde yer alan 100’den fazla arkadaş Kürdistan dağlarında şehit düştüler. Başka hiçbir örgütte merkez komite üyesi boyutuyla çatışmalarda şehit düşen sadece birkaç kişidir. Kısaca Diyarbakır 5 Nolu’da ki direniş, PKK ana kökünün nasıl şekilleneceğinin ilk tohumları oldu. Biz bu kök üzerinde yürüyoruz” dedi.
Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi direnişi daha sonraki yıllara da damgasını vurduğunu dile getiren Dağ, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın tutuklanıp Türkiye’ye getirildiği dönemde onlarca kişinin kendini yaktığını ifade ederek, “Biz yıllar sonra bile hala bu arkadaşların bize bıraktığı mirası nasıl koruyabiliriz, daha ileri nasıl taşıyabilirizi tartışıyoruz. Önderliğimiz Türkiye’ye getirildiğinde onlarca kişi bedenini ateşe verdi. Bu Kürt toplumunun doğasıyla ilgilidir. Konuşmalarımda hep şunu söylüyorum: İsa çarmıha gerildiğinde kimse bir şey yapmadı ama Diyarbakır’da başlayan bu direniş her zaman fedai bir ruhla mücadelesini sürdürüyor. Bu geleneği sürdürmek gerekir, bundan biraz sapma yaşanırsa biz kendimizi ayakta tutamayız” diye konuştu.
Bütün bu direnişlerde eylem tarzının önemli olduğuna vur yapan Dağ, Öcalan’ın Önderlik tarzının da bu çizgide önemli bir rol oynadığını ifade ederek, şöyle devam etti: “Önderliğin örgütlenme tarzı bu arkadaşların üzerinde çok etkiliydi. Zaten Önderlikte şunu net olarak ifade ediyor: ‘Bu arkadaşların eylemi anlaşılmadan, özümsenmeden ve yaşatılmadan Kurdistan’da özgürlüğe ulaşmanın asla koşullarına ulaşılamaz’ diyor. Böyle bir gerçeklik yaşanıyor. Bu direniş tarzı, bize yol göstermeseydi, yaşatılan vahşetlere karşı ayakta durmak mümkün olmayacaktı. Örneğin Werxele’de Türk devletinin gerillaya karşı kimyasal saldırısı da 2 genç kadın, 2 erkek arkadaş geri çekilme koşulları olmasına rağmen yoldaşlarının geri çekilmesini sağladıktan sonra fedai eylemi yapması bu direnişin hala günümüzde bir rehber olduğunun en somut göstergesiydi. Parti bu eylemi dörtlerin eylemine benzetti. 5 Nolu’da ki direniş hala başta PKK gerillası olmak üzere Kürt halkına yol gösteriyor. PKK kahramanlığını, direnişçiliğini oradan alıyor. O köke sarılmalıyız, aksi halde büyük savruluruz.”
19 yaşındayken yakalanıp Amed Zindanına atıldığını belirten Dağ, birçok tanıdık arkadaşının ya zindan direnişinde ya da daha sonra Kurdistan dağlarında şehit düştüğünü ifade ederek ömrünün sonuna kadar onların bıraktığı mirasa sahip çıkacağını dile getirdi.