Adım adım komploya doğru
Dosya Haberleri —
- “Önder Öcalan aynen şöyle değerlendirdi: ''Osmanlı’dan beri gelen bir devlet geleneği vardır. Bu geleneğe göre kaybeden ölür.'' Büyük ihtimalle Özal’ın sorunu barışçıl yolla çözme yaklaşımı derin devlet tarafından bir mağlubiyet olarak yorumlandı ve Özal cezalandırıldı. Tabii Önderlik bu teşhisi koyarken o zaman birçok çevre bunun bir komplo teorisi olduğunu söylüyordu.”
- “AKP 2002’de iktidara geldiğinde ilk işi Önderliği tecrit etmek oldu. Ayrıca AKP, AB ve ABD’den güç alarak tek taraflı olarak Güney ve Kuzey Kürdistan’da operasyonlar düzenlemeye başladı. Eğer AB ve ABD isteseydi 1999-2004 arasında bu sorun çözülebilirdi. Nasıl Önderliğin esaretinde payları varsa barışçıl çözüm çabalarına engel olmakta da büyük pay sahibidirler.”
REWŞAN DENİZ
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Uluslararası Komplo ile Türk devletine teslim edildiği 15 Şubat 1999 tarihinin üzerinden 25 yıl geçti. Kürt siyasetçi Hatip Dicle ile söyleşimizin ikinci bölümünde, 15 Şubat'a giden süreci ve sonrasını konuştuk. Dicle, Öcalan, Talabani ve Avrupalı yetkililerle neler konuştuklarını ve PKK’nin neden “terör listesi”ne alındığını anlattı.
Siz de belirttiniz Sayın Öcalan Avrupa’ya çıkarken aslında Kürt sorununa barışçıl bir çözüm bulabilme umuduyla çıkmıştı. İmralı’ya hapsedildiğinde belki birçok insanın tahmini savaşın daha da kızışacağıydı fakat Sayın Öcalan İmralı’da da barışa dair çabalarında ısrarcı oldu.
Doğru çünkü bu çabaların bir geçmişi vardı. Bunu anlamak için geriye gitmek lazım. 1984’te silahlı mücadele başlayınca Türk devleti olayı küçümsedi. O zaman Başbakan Turgut Özal’dı. ''Türk ordusu bunları 72 saatte tasfiye eder'' tarzında şeyler söylüyordu. Ama sonra görüldü ki gerilla hareketi 92’ye kadar 8 yılda bazı sarsıntılar yaşamasına rağmen oturdu, giderek büyüyüp gelişti. 88’den itibaren serhildanların Kuzey Kurdistan’da yayılmasından sonra artık devletin karşısına gerillanın dışında bir de serhildanlar dinamiği devreye girdi. Ve 1991 seçimlerinde de biliyorsunuz HEP, SHP ile ittifak yaparak seçimlere girdi ve mecliste bir grup oluşturdu. Evet yasal anlamda bir grup değildik çünkü 18 kişiydik ama fiilen bir grup gibi hareket ettik. Ve böylece o dönemde demokratik siyaset de üçüncü dinamik olarak devreye girdi. Her üç dinamikte de büyük başarılar ortaya çıkınca devlet içinde de iki eğilim gelişmeye başladı.
Bunlardan birincisi işte Cumhurbaşkanı Özal’ın, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in başını çektiği artık barış, çözüm isteyenlerdi. Biliyorsunuz, Saddam’ın başlattığı o harekat esnasında Güney Kürdistan’da bir parlamento oluşumu vardı. Bu da Türk devletini tedirgin ediyordu. Ve Özal, Eşref Bitlis kanadı artık Kürt hareketinin savaşla sona erdirilemeyeceği ve savaşla üstesinden gelinemeyeceğini anlamaya başlamışlardı. Bir diğer kanat ise dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in başını çektiği NATO’cu, Gladyocu ekip. Bunlar da sonuna kadar savaş yanlısıydılar. 92’de Önderlik devlet içindeki bu ayrılığı fark etmişti. Biz parlamenterken 92’de şöyle demişti: ''Biz Türk ordusunu Kurdistan’da yenmek için bu savaşı başlatmadık Biz özellikle dünyaya ve Türkiye’ye, Türkiye’de büyük bir Kürt sorunun olduğunu ve bunun da ancak barışçıl ve demokratik yollarla çözümünün mümkün olabileceğini duyurmak için silahlı mücadeleyi seçtik.''
Bu ne anlama geliyordu?
Yani bir anlamda devletin içindeki o barışçıl kanada güç vermek istiyordu. Mesela 92 Newroz’u çok kanlı geçmişti. Nusaybin ve Cizre’de ağırlıklı olmak üzere 103 insanımız o gün katledilmişti. Ve nitekim 93 Newroz’u yaklaşırken hepimiz de tekrar 92 Newrozu’nun yaşanabileceğinin ve büyük bir kıyımın gerçekleşebileceğini düşünüyorduk. Hepimizde bir tedirginlik, endişe vardı. Nitekim o dönem de Türk basını savaş tamtamları çalmaktaydı. Fakat 17 Mart 1993’te hiçbirimizin beklemediği bir gelişme oldu ve Önder Öcalan tek taraflı olarak PKK’nin bir ay süreyle ateşkes ilan ettiğini duyurdu. Sonradan ortaya çıktı ki Önderlik bunu ilan etmeden önce Özal ve Eşref Bitlis kanadıyla dolaylı bir diyalogu vardı. Bu diyalogu da daha çok gazeteci Cengiz Çandar ve İsmet İmset geliştiriyordu. Mam Celal aracalığıyla da bir ilişki kurmuştu. Özal o zaman şöyle diyordu, ‘tamam o zaman bu ateşkes iyi oldu ama bunun süresize dönüştürülmesi gerekir.’ Bu arada biz HEP milletvekilleri de içindeydik. Bizimle de görüşüyordu, bizimle görüştüğünde Özal “ben bu sorunu mutlaka çözeceğim, kefenim her zaman yanımdadır korkmuyorum. Süleyman bey [Demirel] kaç askeri darbe gördüğü için çok korkuyor ama ben bunun doğru yol olduğuna inanıyorum ve gerekirse istifa eder yeni parti kurarım -çünkü kendi partisinin başında Mesut Yılmaz vardı ve o karşıydı diyaloga- her türlü riski alırım” diyordu. Ben de Nisan ayında ateşkesin uzatıldığını ilan eden Bar Elias’daki [Lübnan’da] toplantıya giden HEP heyetinin içindeydim. Bizler ilkin Şam’a gittik, Şam’dan da Bar Elias’a gittik Önderlik’le görüştük.
Görüşmede neler konuşuldu?
Önderlik tek tek hepimizin ateşkes ilanın yapılacağı gün görüşlerini aldı. Ne yapmalıyız, Özal’ın bu tavrını desteklemeli miyiz, diye soruyordu. Herkes düşüncesini söyledi, tabii o zaman Kemal Burkay, Hemreş Reşo gelmişlerdi ve PKK ile ortak protokoller imzalanmıştı. Çünkü cumhurbaşkanını bizzat devrede olması herkese bir umut vermişti. Biz 16 Nisan’da o basın toplantısında hazır bulunduk. Önder Öcalan, Özal’dan gelen bu mesajları güçlendirmek ona güç vermek anlamında ateşkesi süresiz olarak uzattı. Ve biz 17 Nisan’da Türkiye’ye dönmek üzere hazırlık halindeydik. Mam Celal bizi yemeğe davet etmişti öğle zamanıydı. Mam Celal, Arap radyolarını dinliyordu ve dedi ki, hepinize çok kötü bir haberim var ''Maalesef Özal öldü''. Hepimiz donakaldık. 17 Nisan’da büyük bir coşku ve umutla ülkeye dönmeye çalışırken birdenbire böyle bir haber almamız doğrusu bizde şok etkisi yarattı. Mam Celal şunu da söyledi: ''Vallahi Özal gitti bu iş bitti.'' Bundan sonra, ''Artık ben fazla bir şey beklemiyorum'' dedi. Biz ise “Hiç olmazsa Önder Öcalan’a bir daha uğrayalım” dedi. Yanına gittik Önder Öcalan aynen şöyle değerlendirdi: ''Osmanlı’dan beri gelen bir devlet geleneği vardır. Bu geleneğe göre kaybeden ölür.'' Büyük ihtimalle Özal’ın sorunu barışçıl yolla çözme yaklaşımı derin devlet tarafından bir mağlubiyet olarak yorumlandı ve Özal cezalandırıldı. Tabii Önderlik bu teşhisi koyarken o zaman birçok çevre bunun bir komplo teorisi olduğunu söylüyordu.
Yani Özal’ın ölümünü doğal bir ölüm olarak mı görüyorlardı?
Evet, çoğu böyle değerlendiriyordu. Önder Öcalan daha ilk dakikadan itibaren Özal’ın öldürülebileceği olasılığını yüksek bir olasılık olarak değerlendirmişti. Nitekim sonradan öyle olduğu ortaya çıktı. Yine Eşref Bitlis’in biliyorsunuz uçağı düşürüldü. O dönem birçok albay suikast süsü verilerek öldürüldü. Kısacası bu NATO’cu, Gladyocu kanaat galip geldi.
Özal’ın ölümüne rağmen ateşkes devam etti değil mi?
İyi hatırlıyorum 8 Haziran’a kadar tek taraflı ateşkes devam etti. Ama Türk ordusu 33 asker olayından sonra artık saldırıya girmişti. 33 asker olayında Türk kontgerillasının işin içinde olduğu ortaya çıktı. Sonuçta ne oldu, Cumhurbaşkanı Demirel yapıldı, Başbakan Tansu Çiller oldu. 93’te Madımak’la beraber katliamlar başladı. Mehmet Sincar arkadaşımız milletvekili olarak katledildi. Kısacası köy yakmalarının, devlet cinayetlerinin içinde olduğu imha konsepti devreye sokuldu.
Bu süreçten sonra da 15 Şubat’a giden sürece kadar ateşkesler devam etti hatta Sayın Öcalan Avrupa’ya çıkarken de ateşkes kararıyla çıkmıştı…
95 Aralık ayında genel seçimler vardı. Önder Öcalan o zaman tekrar tek taraflı ateşkes ilan etmişti. Ama o da 6 Mayıs 1996’da Önderliğe yönelik büyük bir suikast karşılığıyla son bulmuştu. Bir ton TNT Önderliğe yakın mekanda patlamıştı, Önderlik yara almadan kurtulmuştu ama bu suikastla yeni bir sürece girildi. Ayrıca 97’de de şöyle bir olay var. İsraillilerin düşüncelerini ileten bir grup Önder Öcalan’la görüşüyor. İsrail bir anlamda stratejik olarak PKK’nin kendi güdümlerine girmesini öneriyorlarmış. Önderlik o arabulucu heyete şunu demiş: “Biz her devletle ilişkide olmak isteriz ama özgür olmak isteriz, biz özgürlük hareketiyiz. Özgürlük hareketi olmamızın gereği olarak da her türlü ilişkiyi geliştirebiliriz ama kendi öz irademizi kimseye teslim etmeyiz.” Tabii bu arabulucu heyetler gittikten üç gün sonra Mam Celal, Önderliği ziyaret ediyor. O Önder Öcalan’a hep Serok diye hitap ederdi, diyor ''Serok bu Amerikalılar ve İsrailliler size çok kızmışlar, siz onlara ne dediniz ki bu kadar onları kızdırmışsınız.'' Önderlik de olan biteni anlatıyor. Mam Celal da diyor ''Haberin olsun çok kızmışlar, ateş püskürüyorlar size.''
Şimdi 97’deki bu olay 98’deki komplonun başlangıcını da aydınlatıyor zaten. Yine 1998’de ABD'nin öncülüğünde 17 Eylül 1998'de KDP ve YNK arasında Washington anlaşması imzalanmıştı. Onun bir maddesi de PKK’nin Güney Kürdistan’dan savaşla sökülüp atılmasıydı. 97’deki bu gelişmelerden sonra, 98 yılında Önder Öcalan’a ordu içinden bir kanat tek taraflı ateşkes ilan edilirse kendilerinin sürece müdahale edeceğini söylemişti. Bu PKK Avrupa temsilciliği üzerinden yapıldı. Bunlar biliniyor. 1 Eylül 1998’de Önderlik bunu tekrar dikkate alarak, 1 Eylül’den başlamak üzere yine ateşkes ilan etti. Yani Önderlik 98’de Avrupa’ya çıkarken bu ateşkesle birlikte Avrupa’ya çıkmıştı. Eğer Avrupa gerçekten isteseydi Kosova’daki, Makedonya’daki çözüm gibi isteseydi Kürt sorunu için de bunu gerçekleştirebilirdi.
Fakat çözümü bırakalım PKK, silahlı eylem yapmadığı ve barış istediğini deklare ettiği halde 2002 yılında Avrupa Birliği tarafından 'Terör Örgütleri Listesi’ne alındılar...
Evet, 1999’da Önderliğin çağrısı üzerine PKK silahlı güçlerini sınır dışına çekti ve o zaman tek mermi sıkılmadığı halde Avrupa Birliği PKK’yi 'Terör Örgütleri Listesi’ne aldı. Bununla ilgili bir anekdot da anlatmak istiyorum. Biliyorsunuz Leyla hanıma 1995 yılında Saharov Ödülü verilmişti. Biz cezaevinden 2004’te çıktık. 2004’te Leyla arkadaşla birlikte Avrupa Parlamentosu tarafından resmi olarak Brüksel’e davet edildik. Leyla arkadaş ödülü o gün aldı. Leyla arkadaş, Orhan Doğan, ben ve Selim Sadak’ı bir yemeğe davet ettiler. O görüşmede de hem Avrupa Parlamento Başkanı hem de başkan yardımcıları da yemekteydi. Her birimizin yanında Avrupa Parlamentosunu temsilen biri ve tercüman vardı. Bize sorular soruyordu biz de cevaplıyorduk. Ben de bir soru sormak istedim. Benim yanımda oturan Avrupa Parlamentosu Başkan yardımcısına. Hatırlayamıyorum şu anda adını ama sanırım Almandı. Dedim ki, PKK 1999’dan önce bazı merkezin kontrolü de olmadan diyelim ki öğretmenlere yönelik bazı saldırılar gerçekleşiyordu, biz eleştiriyorduk da ama siz o zamanlar bile PKK’yi hiçbir zaman 'Terör Örgütleri Listesi’ne almadınız. Ama PKK 99’dan itibaren tek bir silah patlatmamışken siz kalktınız 2002’de PKK’yi 'Terör Örgütleri Listesi’ne aldınız, ben bunun izahını yapmanızı istiyorum dedim. Aynen şunu dedi: Avrupa’daki istihbarat örgütlerimizin bize verdiği bilgiyi dikkate alarak biz bu kararı verdik. Nedir bu karar; istihbarat örgütleri diyormuş ki PKK ile El-Kaide ilişkilidir. Ben gülümsedim, dedim ki, gerçekten buna inanıyor musunuz, o Alman parlamento başkan yardımcısı “ben inanmadım ama istihbarat örgütlerinin gelen raporlarını dikkate almak zorundaydık” dedi. Zaten AKP de 2002’de iktidara geldiğinde ilk işi Önderliği tecrit etmek oldu. 2, 3 ay Önderliği tecrit ettiler, hiçbir avukat gidemedi. Ayrıca AKP, AB ve ABD’den güç alarak tek taraflı olarak Güney ve Kuzey Kürdistan’da operasyonlar düzenlemeye başladı. Eğer AB ve ABD isteseydi 1999-2004 arasında bu sorun çözülebilirdi. Ama bunu istemediler. Nasıl Önderliğin esir alınmasında payları varsa Önderliğin barışçıl çözüm çabalarına engel olmakta da büyük pay sahibidirler.