Canavar: Geçmişin Ortak Gölgeleri
Kültür/Sanat Haberleri —
- Canavar, Tunç Şahin’in ilk tiyatro deneyimi. Sahne önündeki üç harika oyuncuyla ortaya üst düzey bir iş çıkmış. Toplumun dinamiklerini ve kırsalda yetişmiş suçlu çoğunluğu öne çıkaran hem sarsıcı hem düşündürücü bir hikaye.
BİLGE AKSU
Türkiye’de tiyatronun durumuna dair konuşulacağında söylenen ilk şeylerden biri, nedense yetersiz üretim ve seyirci azlığıyla alakalı oluyor. Bunu kimi zaman tiyatro eşrafından birileri, kimi zaman sıradan izleyiciler yapıyor. Doğru ve yanlış tarafları illa ki vardır. Fakat aceleci ve genelleyici bir yorum olarak görüyorum şahsen. Her şeyden önce, ki bu olumlu bir durum değil, meseleyi İstanbul ve ötesi diye ayırmak gerek. Anadolu’nun istisnai birkaç merkezi dışında elbette tiyatronun nefes aldığı yer bulmak zor. Hatta oralarda bırakın tiyatroyu, sinema izleyicisi bile İstanbul gibi büyükşehirlerden farklı bir takvimde yaşıyor. Yıllarımı geçirdiğim Muğla, Antalya gibi şehirlerde kimi filmlerin vizyon tarihleri muhakkak farklı olurdu. Son yıllarda AVM’ler sağ olsun, popcorn seyircisi eskisi kadar mağdur değil.
İstanbul’a dönersek, nefes almanın ötesinde, kültürel hayata yön veren bir tiyatro yoğunluğu var burada. Yalnızca bu yıl kalburüstü oyunları takip etmek isteyen birinin, iki düzine oyuna bilet bulması lazım. Bunlar arasında Tanpınar klasiklerinden Moliere uyarlamalarına, müzikallerden oda tiyatrolarına kadar epey geniş bir havuz mevcut. İktidarın çeşitli zorbalıklarla kısmaya çalıştığı şehir tiyatroları pastası, şehrin genelindeki özel girişimlere dağılmış gibi duruyor. Bir de tabii, canlanan tiyatro iklimine ayak uyduran farklı disiplinlerdeki sanatçıların girişimleri söz konusu. Emin Alper’in Dostoyevski’den uyarladığı Öteki, bu yılın en merak edilen oyunlarından biri olacak örneğin.
Sinemadan tiyatroya geçiş yapan ilk isim Emin Alper değil. Tunç Şahin de bu yolu yürüyen bir yönetmen. 7Yüz, Karışık Kaset, İnsanlar İkiye Ayrılır gibi film ve dizilerden tanıdığımız Şahin’in son projesi, geçen yıl sahneye konan Canavar adlı oyundu. Bağımsız filmler ve Başka Sinema işbirlikleriyle tanıdığımız BirFilm’in yan projesi olarak ortaya çıkan İki Tiyatro bünyesinde sahnelenen oyunda, epey tanıdık isimler yer alıyor. Yıllarca birçok dizi ve filmde izlediğimiz Gülçin Kültür Şahin, hem tiyatroda hem sinemada çok sayıda ödülü bulunan Tülin Özen ve Tiyatro Hemhal’den tanıdığımız, Dirmit’i yaratan iki kişiden biri Hakan Emre Ünal gibi…
Oyun tek perdelik, 80 dakika. Son dönemde artan küçük tiyatroların ortalama elli dakikalık oyunlarını düşününce, bu süre ilk anda fazla mı acaba diye düşünmüştüm. Eğer klasiklerden bir oyunu sahnelemiyorsanız, tek perdede anlatacağınız görece uzun bir hikayeye epey güveniyor olmalısınız. Ki Tunç Şahin, haklı olarak kendine epey güveniyormuş ki böyle ağır ve yoğun bir oyunu bir çırpıda izledik.
‘Kapama’…
Hikaye, oldukça gerçekçi tasarlanmış bir Amerikan Mutfak dekorunda başlıyor. İki kız kardeş, Derya (Gülçin Kültür Şahin) ve Aslı (Tülin Özen), küçük bir Anadolu şehrinde birlikte yaşıyor. Hızlıca öngörebileceğiniz üzere, aralarında belli başlı ufak sürtüşmeler, atışmalar söz konusu. Abla Aslı, temkinli ve ağırkanlı; kardeş Derya görece havai ve kaotik. Belli ki bir misafir bekliyorlar. Şehre imza günü için gelecek Kemal (Hakan Emre Ünal), yıllardır görüşmedikleri ve beraber büyüdükleri kuzenleri. Aslı’nın anaç tavırları, aileden kalma. Ama çoğu noktada, yapılması gereken şeyleri başkalarına laf ettirmemek için yaptığını seziyoruz. Bu noktada Kemal’in gelişine sevindiği kadar, ona doğru düzgün bir şey hazırlayamama telaşı mevcut. Birkaç kez tekrarlanan repliklerden anladığımız kadarıyla, epey dedikoducu bir aile çevresine sahipler ve bu ağırlamanın mümkün olduğunca iyi kotarılması şart.
Kemal’in gelişiyle ortalık epey şenleniyor. Eski hatıralar, akrabalar, teyzeler, halalar, nineler… İki tane kitabı basılmış bu yazar karşısında kız kardeşlerin yarı şaka kompleksli halleri ya da laf dokundurmalarıyla geçiyor ilk çeyrek. Sonra yemeklerden söz açılıyor. Ailenin büyükannesinin çok iyi becerdiği bir yemeği yapmaya karar veriyorlar. Adı ‘Kapama’… Oldukça manidar ve imgesel bir isim. Zaten ne oluyorsa, bu yemeğe girişildikten sonra oluyor.
Bu oyunu bana bir başka tiyatrocu arkadaşım tavsiye etmişti. Onun da içinde bulunduğu bir ekibin, Kapuska adlı oyununu izledikten sonra konuşmuştuk. Kapuska’yı belli açılardan zayıf bulma sebeplerimi anlatırken, nedense Canavar’ı mutlaka izlemem gerektiğini söylemişti. İzleyince elbette birçok husus açıklığa kavuştu.
Canavar…
Aile draması gerek tiyatro, sinema ya da edebiyatın nüvesine binaen; gerek yaşadığımız toplumun dinamikleri sebebiyle sık sık gördüğümüz bir izlek. Hatta çoğu noktada evrensel ve tarihsel bir mesele. Oedipus’tan tutalım, Karamazov Kardeşler’e kadar uzanan bir hikaye geleneği bu. Fakat çoğunda ailenin çekirdek kısmındaki bireylerin psikanalitik çıktıları ve hezeyanları ele alınıyor. Örneğin bahsini ettiğim Kapuska gibi küçük çaplı oyunlarda bunu tek bir ailenin içerisinde olup bitenleri göstererek yapıyor yönetmen ve yazar. Canavar’ı bunlardan ayıran şey, Anadolu’ya ve Orta Doğu’ya yaslanan geniş aile konseptini tamamen kullanması. Oyunun ilk çeyreğinde bahsi geçen sayısız akrabanın hemen hepsi, kilit noktalarda karşımıza yeniden çıkıyor.
Oyunun tanıtım metninde travmatik deneyimlere dair tetikleyici bir içerik olduğu uyarısı var. İlk anda tedirgin edici geliyor bu. En fazla ne olabilir ki diyorsunuz. Meselenin kuzenler arasında geçen ve bir yemek imgesiyle bağlantılı oluşu belli ipuçları sağlıyor neyse ki. Hakkını teslim edelim, bir tiyatro sahnesinde böyle gerilmeyi ve üzülmeyi uzun zamandır beklemiyordum. İzlemeyenler için içeriğe dair mümkün olduğunca az şey söylemeye çalışacağım ama belli başlı noktalara değinmem de şart.
Feminist damar
Türkiye gibi coğrafyalardaki kapalı toplum algısı, nedenleri ve sonuçlarıyla epey incelemeye konu oldu. Kırsalda yaşayan ailelerin yaşantısı, yukarıdan aşağı doğru gelen bir deneyim aktarımına dayanıyor. Bu ailelerde babaanne ya da anneanne figürlerinin geçmişte çektiği sıkıntılar dilden dile hep anlatılır. Genç yaşta evlenmeler, kaçırılmalar, evlilik içi tecavüzler ya da şiddet deneyimleri hemen her ailede rastlanan bir durumdur. Ve hiç şaşmaz ki bütün bu yaşantılar, aile üyelerinin dilinde sakız gibi oradan oraya dolanır. Fakat tüm bunlar geçmişte olup bitmiş şeylerdir ve belirli bir çemberin dışında, çıplak bir gözle hiç ele alınmaz. Günü gelip de görece modern eğitim almış biri çıkarsa, ilk o dile getirir yaşananların ‘tuhaflığını’. O ilk kurşun öyle önemlidir ki, evvela yakın kuşaktaki anne-teyze figürleri olayın etrafında dönüp durur, geçiştirmeye kalkar. Eğer ısrarcı olursanız, göreceğiniz şey onların da benzer deneyimleri yaşamış olduklarıdır. Önce ufak tefek, ortalama cümlelerle başlayan bu geçmişe dayalı iç dökmeler, çok hızlı şekilde öfkeli bir tona bürünebilir. Sıradan bir köylü kadının özünde yatan feminist damara dokunduğunuz andır bu. Gerisi çorap söküğü gibi gelir, akrabalardan eziyet görenler, komşuların odaya kapadığı kızları, inatçı dedelerin her akşam sopayla bayılttığı torunlar… Böyle bir mecliste bulunduysanız bilirsiniz ki önünüzdeki ortalama yarım saat, köydeki mendebur heriflere beddua seanslarıyla geçecektir. Fakat gerisi gelmez; o meclisin dağılmasıyla birlikte, ortaya çıkan feminist damar kaybolur ve erkeklere çay dağıtma seansı yeniden başlar. Çocuklar da sıkı sıkı tembihlenir, duydukları sadece o odada kalacaktır.
Canavar oyunu, tam da bu meclisin bir temsili. Elbette bahsini ettiğim tarzda bir olay akışı yok, daha katmanlı ve incelikli bir şey izleyeceksiniz. Ama netice itibarıyla, toplumun özüne yayılmış bu görmezden gelme hallerinin hangi aşamalara ulaşabileceğine dair epey önemli vurguları var. En etkileyici yönüyse, hikayenin dönüşüm noktalarına koyulan plot-twistlerin doğallığı. Oyunculuğun zirveye ulaştığı bu anlarda, gelen sürprizi hem bekliyorsunuz hem de gördüğünüzde yine de şaşırıyorsunuz. Bunu sağlamak gerçek anlamda takdire şayan. Finale geldiğinizde sizi yerlere sermiş bulunan hikayenin, ufacık bir hareketle omzunuza dokunup, gözyaşınızı silmesi ise dünyanın en nazik, en ince hareketi. Kimse kimseyi öyle bir yerde bırakmamalı gerçekten.
Sarsıcı, düşündürücü
Bu noktada oyuna dair çok az sayıdaki eleştirimi dillendirmem doğru olur. Üç oyuncunun birbiriyle uyumu ve sahne akışı tek kelimeyle harika. Fakat muhtemelen zorunluluktan doğan diyalog yoğunluğu zaman zaman yorucu hale geliyor. Art arda gelen akraba isimleri, kitaplarının başına isimler dizini koyulan Tolstoy ya da Marquez romanları ölçüsünde kafa karışıklığına sebep oluyor. Ve muhtemelen seyircinin anlamasına hizmet etse de, zaman zaman bu üç kişinin benzer soruları sık sık tekrarlaması da ritmi bozan bir etken. Fakat durup düşününce, bunun daha iyi nasıl yapılabileceğine dair bir cevabım olmadığı için, temkinli bir eleştiri sayalım bunu.
Canavar, Tunç Şahin’in ilk tiyatro deneyimi. Sahne önündeki üç harika oyuncuyla ortaya üst düzey bir iş çıkmış. Toplumun dinamiklerini ve kırsalda yetişmiş suçlu çoğunluğu öne çıkaran hem sarsıcı hem düşündürücü bir hikaye. Finaldeki muhteşem ışık efektini anlatmıyorum, gidip bizzat deneyimlemek şart. Çeşitli sahnelerde, uzun süre izleme imkanı bulacağınızı söyleyebiliriz. Sevmiyorsanız da belki böylece tiyatroyu seversiniz.