Devletsiz çözüm, savaşsız toplum
Forum Haberleri —

Kürt halkı
- Devlet merkezli, tepeden inme ve statükoyu korumaya dönük barış modelleri, yaşanan krizi çözemez. Ancak halk temelli, özyönetimci ve adalet odaklı barış süreçleri, hem savaşın hem devletin krizini boşa çıkarabilir.
SİNAN CUDİ
Barış arayışı, çoğu zaman devletin restorasyonu ve güçlendirilmesiyle özdeşleştirilir. Uluslararası hukuk, diplomasi, müzakere süreçleri hep “meşru devlet” kavramı etrafında şekillenir. Oysa tarihsel olarak devletin kendisi, savaşın en sistematik üreticisi olagelmiştir. Devlet ve savaş arasındaki ilişki, yapısal ve tarihsel bir kader ortaklığı taşır. Bu nedenle, eğer gerçekten savaşsız bir toplum tahayyül edilecekse, bu yalnızca barış anlaşmalarıyla değil, devleti aşkın bir toplumsal örgütlenmeyle mümkündür. İşte bu noktada, “devletsiz çözüm” fikri; hem savaşın döngüsünü kırmak hem de özgürlükçü bir yaşam inşa etmek için vazgeçilmez bir alternatife dönüşür.
Savaşın kurumsallaşmış hali olarak devlet
Max Weber’in klasik tanımıyla devlet, “belirli bir toprak parçası üzerinde meşru fiziksel şiddet tekeline sahip” aygıttır. Bu tanım, devletin savaşla olan ilişkisini kurumsal bir düzeye taşır. Modern ulus-devletler, kendi sınırlarını savaşla çizmiş, iç düşmanlarını şiddetle bastırmış ve toplumsal muhalefeti ‘güvenlik’ gerekçesiyle kriminalize etmiştir. Türkiye’de Kürt sorununun çözümüne dair her hamlenin, neden yeniden bir çatışma sürecine evrildiğini ve 27 Şubat Çağrısı’nın gereklerinin neden yerine getirilmediğini anlamak için bu şiddet-tekel ilişkisinin doğasını sorgulamak gerekir.
Devlet, toplumu kendine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumu kendi adına seferber eder. Bu nedenle “barış politikaları” bile çoğu zaman militarist reflekslerin bir uzantısı olarak kurgulanır. Devletin diliyle barış, genellikle “itaat, entegrasyon ve unutma” üzerinden tanımlanır. Oysa bu, barış değil, sessizleştirilmiş bir çatışmasızlıktır.
Devletin doğası üzerine yapılan en çarpıcı yorumlardan biri, Amerikalı bir tarihçi, sosyolog ve siyaset kuramcısı olan Charles Tilly’nin şu cümlesinde saklıdır: “Savaşlar devletleri yapar, devletler de savaşları.” Bu söz, modern devletin yalnızca savaştan doğmadığını, aynı zamanda savaşı süreklileştiren, örgütleyen ve meşrulaştıran bir kurum olduğunu vurgular. Devlet, şiddeti meşrulaştıran ve sistematize eden ilk yapıdır, savaş ise bu yapının hem doğum kanalı hem de süreklilik aracıdır.
Modern devletin ortaya çıkışı, 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da feodal beylerin askerî gücünü merkezileştiren, vergi toplama hakkını tekele alan ve bürokratik bir aygıt inşa eden yapılarla mümkün oldu. Bu süreçte savaşlar, hem ekonomik kaynakların aktarımı hem de ulusal kimliklerin icadı için işlevsel araçlara dönüştü.
Devletin doğasında taşıdığı bu savaş potansiyeli sadece dış düşmanlara yönelmez. İçeride de, kendi iktidarına karşı duran her türden toplumsal muhalefet -etnik, sınıfsal ya da cinsiyet temelli fark etmeksizin- “tehdit” olarak kodlanır. Böylece devlet, savaş mekaniğini yalnızca sınır ötesi operasyonlarla değil, aynı zamanda “iç güvenlik” ve “kamu düzeni” adı altında kendi toplumuna karşı da işletir.
Türkiye örneğinde bu dinamik özellikle belirgindir. Kürt halkına karşı yürütülen askerî, siyasi ve kültürel baskılar, devletin “birlik ve bütünlük” adı altında sürdürdüğü iç savaşın sürekliliğini gösterir. Burada savaş, sadece askeri operasyon değil, aynı zamanda dil yasakları, sürgün politikaları, medya manipülasyonu ve cezaevi rejimleriyle devam eden bir tahakküm biçimidir. Devlet, barış döneminde bile savaşın araçlarını elde tutar; çünkü bu araçlar onun varoluşunu güvenceye alır.
Bir başka önemli boyut da devletin hafızayı kontrol eden kurum olmasıdır. Savaşın nedenlerini, aktörlerini ve sonuçlarını tanımlama yetkisi devlettedir. Bu da barış süreçlerinin neden sık sık başarısız olduğunu açıklar: Devlet, kendi varlık nedenini sorgulatacak bir barışı kabullenemez. Çünkü böyle bir barış, geçmişin yeniden sorgulanmasını, adaletin tesisini ve alternatif bir toplumsal örgütlenmenin meşrulaşmasını gerektirir.
Antonio Gramsci’nin kavramsallaştırdığı “hegemonya” çerçevesiyle baktığımızda da, devlet yalnızca zor araçlarıyla değil, ideolojik aygıtlarıyla da savaşı içselleştirir. Medya, eğitim, dinî kurumlar ve hukuk sistemi, savaş mantığını “normal” hale getirir. Bu sayede toplum, kendi baskı araçlarını çoğu zaman sorgulamaz.
Dolayısıyla devlet, yalnızca bir yönetişim kurumu değil; aynı zamanda bir savaş makinesidir. Barışı sürekli tehdit altında tutarak kendini zorunlu kılar. İşte bu yüzden, savaşsız bir toplum tahayyülü, devletsiz bir çözüm modelini zorunlu kılar. Barış, devleti güçlendirme değil; onu aşma iradesiyle kurulabilir.
Yeni bir barış tanımı: Sessizlik değil, dönüşüm
Geleneksel anlamda barış, çoğunlukla savaşın sona erdiği anla tanımlanır. Silahların susması, ateşkesin ilan edilmesi, taraflar arasında bir mutabakatın sağlanması gibi. Bu türden bir barış anlayışı, genellikle yüzeyde bir dinginlik sağlasa da, şiddetin kök nedenlerine dokunmadığı sürece sürdürülebilir değildir.
Tam da bu nedenle, barışın sadece savaşsızlık olmadığını, aynı zamanda adaletin, eşitliğin ve hakikatin tesisini içeren radikal bir toplumsal dönüşüm olduğunu tanımlamak bir zorunluluktur.
Kolombiyalı felsefeci Estanislao Zuleta, barışı “çatışmanın yokluğu değil, çatışmanın yaratıcı biçimde yönetilmesi” olarak tanımlar. Bu bakış açısı, barışı donuk bir statüko değil, sürekli mücadele içinde kurulan ve yenilenen bir toplumsal süreç olarak görür. Bu tanım, Kürdistan’daki çatışmalı tarihsel bağlamda çok daha anlamlı hale gelir. Çünkü burada sorun yalnızca silahlı çatışma değildir; asimilasyon politikaları, siyasal temsilsizlik, dil ve kültür yasakları, kadın özgürlüğünün bastırılması gibi çok katmanlı yapısal şiddet biçimleri söz konusudur.
Yeni bir barış tanımı, dolayısıyla tek başına devleti değil, devletsiz ve aşağıdan örgütlenmiş halk sistemlerini esas almalıdır. Bu barış, yalnızca egemenle mazlum arasındaki bir uzlaşma değil, mazlumun kendi özyönetimini, özsavunmasını ve hafızasını inşa etme hakkını güvence altına almalıdır.
Kürt hareketinin geliştirdiği Demokratik Ulus ve Demokratik Konfederalizm modelleri bu bağlamda dikkat çekicidir. Bu modellerde barış, ulus-devletin tekçi vatandaşlık tanımına sığmaz; çokluk içinde bir arada yaşamı, kadın özgürlüğünü, yerel yönetimi ve ekolojik yaşamı içerir. Önder Apo, bu çerçevede barışı, devletin lütfettiği bir statü değil, halkın örgütlü bilinci ve etik-politik yaşamıyla kurduğu kalıcı bir yaşam tarzı olarak tarif eder.
Yeni barış anlayışı aynı zamanda kadınsız bir barışın eksik ve kalıcı olamayacağını da teslim eder. Çünkü kadınların tarihsel dışlanması, hem savaşın hem de devletin sürekliliğini besleyen en temel yapısal unsurlardan biridir. Barış, kadınların özneliğiyle kurulduğunda, yalnızca savaşın değil patriyarkanın da sonunu hazırlayan bir potansiyele sahip olur.
Barışın yeni tanımı, sadece hukuk metinlerinde değil, toplumsal hafızada ve gündelik hayatta da karşılığını bulmalıdır. Bu anlamda barış, aynı zamanda bir hakikatle yüzleşme sürecidir. Hakikatleri Araştırma Komisyonları, toplumsal uzlaşı girişimleri ve mağduriyetlerin onarımı gibi adımlar, barış sürecinin sağlam temeller üzerine inşa edilmesi için yaşamsal önemdedir.
Kriz hâlinden çıkış yolu olarak yeni barış
Üçüncü Dünya Savaşı düzleminde ve özellikle Ortadoğu’da devlet yapıları sadece yönetememe krizi içinde değil, aynı zamanda anlam krizi yaşıyor. Modern ulus-devletin tekçi yapısı, günümüzün çok kimlikli ve çok kültürlü toplumlarının ihtiyaçlarına yanıt veremez hale gelmiştir. Bu yapılar, halklar arasında değil, yönetilenlerle yönetenler arasında derin bir uçurum yaratmıştır. Kriz, sadece ekonomik ya da politik değildir; meşruiyetin, temsilin ve aidiyetin krizidir.
Bu kriz ortamında devletler daha da otoriterleşerek kendini korumaya alırken, toplumsal barış girişimleri ya bastırılıyor ya da manipüle edilerek yüzeyde tutuluyor. Oysa bu kriz hali aynı zamanda bir imkândır. Çünkü mevcut düzenin sürdürülemezliği, alternatif toplumsal modellerin doğması için tarihsel bir zemin sunar. Yeni bir barış tanımı, işte tam bu noktada yalnızca bir çözüm modeli değil, aynı zamanda bir sistem eleştirisi ve yeni bir yaşam biçiminin davetidir.
Toplumların kendi hafızalarına, yerel deneyimlerine, kadın öncülüğündeki mücadelelerine ve özgürlükçü örgütlenme biçimlerine dayanarak geliştirecekleri barış, kalıcı olabilir. Bu barış, bir “kriz yönetimi” değil; krizin kendisini anlamsızlaştıracak, onun ötesinde bir dünyayı kuracak bir barıştır.
Özcesi, devlet merkezli, tepeden inme ve statükoyu korumaya dönük barış modelleri, yaşanan krizi çözemez. Ancak halk temelli, özyönetimci ve adalet odaklı barış süreçleri, hem savaşın hem devletin krizini boşa çıkarabilir.
Gerçek barış, krizle başa çıkmanın değil, krizden çıkmanın adıdır.