Gidene Notlar: Tutulamamış yasların kitabı

Kültür/Sanat Haberleri —

Roj Agir

Roj Agir

  • İlk kitabı “Kevok ya da Özgürlük”ün ardından Roj Agir’in ikinci kitabı “Gidene Notlar” okuyucu ile buluştu. Türkçe, Kürtçe denemelerin, şiirlerin yer aldığı kitap, farklı zamanlarda yazılmış ve uzunca bir süre bekletilmiş metinlerin derlemesinden oluşuyor.

MAHİR FIRAT FİDAN

“Gidene Notlar” Kurdistan özgürlük şehitlerinin arkasından yazılan yas, uğurlama ve yüzleşme metinlerini kapsıyor. Metinlerin arasında hem Roj Agir’in anılarını hem de acı ve ayrılıkla olan imtihanını okuyoruz. Roj Agir, kendi taşıyamadığı duygusal yükleri paylaşmak için okuyucuyu kitaba davet ediyor.

Aryen Yayınları’ndan çıkan, şehit Amed Avaşîn anısına hazırlanan “Gidene Notlar” kitabını yazar Roj Agir ile konuştuk.

 

 

“Gidene Notlar” kitabı yas, uğurlama ve yüzleşme metinlerinden oluşuyor. Kitap yıllar içinde yazılan metinlerin bir derlemesi niteliğinde. Bu metinleri kitaplaştırma fikri nasıl ortaya çıktı?

En başta, bu metinleri kitaplaştırma fikri yoktu. Birkaç tanesi Roza dergisinde yayınlanmıştı. Daha sonra yazdığım birkaç metni ise hiçbir yerde yayınlamadım. Dahası, çoğu yarım duruyordu. Bir türlü tamamlama gücünü gösteremiyordum. Yazılar yarım duruyordu ama yaşamıma dokunan, yoldaşlık ettiğim birçok arkadaşın şehadet haberi de gelmeye devam ediyordu. Her seferinde bu konuda yazacağım son yazı olmasını umut ediyordum. Ama öyle olmuyordu. En son, Amed Avaşîn arkadaşın şehadetinden sonra bu metinleri kitaplaştırma fikri oluştu. Onun anısına böyle bir çalışma yapmak istedim. Ama tabii bu karara rağmen bir türlü yazıları tamamlayamıyordum. Hep yarım kalıyordu. Bazı arkadaşların anısına yazmayı ise yıllarca erteledim. Bende bıraktıkları iz çok büyüktü ama bu izi yazıya dökmek inanılmaz zor geliyordu. O ruh hâlinden sürekli kaçıyordum. Bir nevi içimdeki derinliğe inmem ve orada onlarla yüzleşmem gerekiyordu. Onlar hep oradaydılar ama oraya inmek, orada onlarla vakit geçirmek acıyı sürekli tazeliyordu. 

Bunun yanında, ilk kitaptan sonra Türkçe bir kitap yayımlamak istemiyordum. Bu yüzden, bu metinleri kitap hâline getirip getirmeme konusunda çok tereddütte kaldım. Ama bir kere bu metinler yazılmıştı ve kaybolsunlar istemedim. Hangi dilde olursa olsun, bunlar bana ait duygulardı, hissettiklerimdi. Ve daha da önemlisi, “onlar” için yazılan metinlerdi. Bilinsin, tanınsınlar istiyordum. Duygu ve his ağırlıklı olsa da, bir amaç doğrultusunda yazılmış yazılardı.

“Gidene Notlar” için bir yas metni demek kadar, aynı zamanda bir hatırat da desek yeridir. Bize metinleri yazma sürecinden bahsedebilir misiniz?

Eskiden, henüz hiçbir arkadaşımın şehadetine tanık olmadan evvel, dağdaki bir insanın onca arkadaşının şehadeti sonrasında nasıl ayakta kalabildiğini sorguluyordum. Bu bana korkunç geliyordu. Elbet hâlâ da öyle. Bilmiyorum, ama belki beni “giden” yapmaktan alıkoyan da buydu. Öyle bir acıya katlanamayacağımı düşünüyordum. Hem de defalarca tekrarlanacak bir acı; şayet hayatta kalsaydım.

Gitmedim, ama arkadaşlarım gitti. Gitmekle de kalmadılar, kısa sürede ölümsüzleştiler. Kaldığım hâlde, o çok korktuğum dehşet acı gelip beni buldu. Hem de tekrar tekrar.

Atakan Mahir, yaşanan şehadetlerden sonra nasıl yaşamaya devam ettikleriyle ilgili şunu diyor: “Oturup düşünemiyoruz. Onun için. Oturup düşündüğümüzde yapamıyoruz, onun için. Yürümüyor yaşam o noktadan sonra.” O kadar haklı ki. Bu o kadar yalın bir gerçek ki. Oturup düşününce yaşam da duruyor. Yazmak bu yüzden zor. Yazmak için oturup düşünmen, hissetmen, o anlara gitmen gerek. Bu ağır geliyor insana. Belki çok metin yazmadım ama yazdığım hiçbir metni de bir oturuşta yazıp bitirmedim. Sözcük sözcük, cümle cümle tamamlandı yazılar. Yazdığım her sözcüğü de hissederek, o sızıyı duyumsayarak yazdım. Kimi yazılar yıllara yayıldı, kimilerini de hep kafamda olduğu hâlde yazıya geçiremedim, yıllar geçmesi gerekti. Kimi değerli arkadaşın anısına da hiç yazamadım.

Kitabı da ithaf ettiğiniz Amed Avaşîn (Uğurcan Soybelli)… “Fırtınanın Yoldaşı” dediğiniz Amed Avaşîn’in yaşamınızdaki yeri nasıldı? Aranızda nasıl bir ilişki vardı?

Her arkadaş ayrı iz bıraktı elbet. Her birini çağrıştıran ayrı özellikleri vardı. Aslan Karaman (Brûsk Colemêrg) benim için saflığın kendisiydi. Ona dair yazamadım ama Gülcan (Zeynep Asya), narinliği ve ürkekliğiyle bir ceylanı andırıyordu. O “ürkekliğiyle” de yürüdü dağlara. Yine yazamadıklarımdan Erhan Ölçen (Rizgar Farqîn) güleç yüzüyle zihnimde hep. Welat, Licêli bir çocuk olarak kaldı yüreğimde. Uğurcan (Amed Avaşîn) ise yerinde durmayışı, hep bir şeyler yapmak isteyişi ve ataklığıyla bende hep esen fırtınayı çağrıştırdı. Bu yüzden, fırtınanın yoldaşı dedim ona.

Uğurcan’la Ankara’da, üniversitede tanıştık. Kürt Özgürlük Mücadelesi’ne sempati duyan biriydi ama tam içinde değildi o zaman. Lisede Türkiye solu içinde bulunmuştu ama orası ona yetmemişti. Çok kısa süre içinde içimizden biri oldu. Adanalı bir Türkmen’di ama Kürtlere ve özgürlük mücadelesine sevgisi çok büyüktü. Bu yüzden çok kabuk kaynaştık.

Hapishaneye girdiğimde görüşcümdü. Ama çok geçmeden kendisi de tutuklandı. Aynı hücrede/odada kalmamızı çok istiyordu, ben de öyle tabi. Ama bir türlü aynı odaya verilmedik. Tahliye olduktan sonra Amed’e gitti. Birkaç ay geçmişti ki, Amed hapishanesinden mektubu geldi. Tekrar tutuklanmıştı ve ben Ankara’da, hapiste olduğum hâlde görüşçü olarak yazmıştı beni. Benim çıkacağımı, kendisinin ise uzun süre tutuklu kalacağını düşünüyordu. Öyle de oldu. Ben tahliye oldum, o ise Amed’de zindandaydı hâlâ. Düzenli olarak Amed’e görüşüne gidiyordum. Müebbetle yargılanıyordu ama çıkacağına ve ilk tahliyeden sonra gerçekleştiremediği hayalini her ne pahasına olursa olsun gerçekleştireceğine inancı tamdı. Düşlediği gibi de oldu. Çıktı ve eve bile uğramadan, hasta annesini dahi görmeden hayalinin yolunu tuttu.

Benim için bambaşka biriydi elbet. Yoldaştık ve birbirimiz için her şeyi yapmaya hazırdık her zaman. Bir süre uzak kalmış olsak da, yürek atışlarımız hep beraber atıyordu. Fırtınaya benzettiğim özelliğinden dolayı, erkenden şehadete ulaşacağına dair korkum büyüktü. Yerinde durmayacağından, hep en öne atılacağından şüphem yoktu. Öyle de yapmış. Bir süre Rojava’daydı, orası durulunca Kuzey’e geçmiş. Sonra içimizi yakan o acı…

Yazılan birçok metinin Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin “Kızıl Meydan” diye adlandırılan yerinde yazıldığını görüyoruz. Ankara Üniversitesi ve “Kızıl Meydan” sizin için ne ifade ediyor?

Ankara soğuk ve resmi bir kent olarak resmedilir hep. Ki öyledir de. Ama bunun yanında, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin ilk tohumlarının atıldığı yerdir de. Bizim için önemli olan da hep bu yönü oldu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi de mekân olarak bir hapishaneyi andırıyor. Kızıl Meydan dediğimiz bahçesi de, hapishane avlusu görünümünde bir yer. Fakat bizden önce, bu mekâna ruh veren insanlar vardı. Kemal Pir’in, Ekin Ceren Doğruak’ın (Amara) ve daha birçok devrimcinin bir zamanlar mücadele ettiği bir alandır. Biz de hep bizden öncekilerin ruhunu duyumsamaya çalıştık. Tartışmalarımızda, sohbetlerimizde hep onların bıraktığı mirasın öneminden ve bu mekâna kattıklarından bahsettik. Bu mekânda devrimci bir ruh yaratılmıştı, onu sahiplenmek, sürdürmek gerekiyordu. Bir yerde toprağa tohum atılmışsa, o tohumun yeşermesi için mücadele etmek gerekir. Bir ateş yakılmışsa, o ateş hiç sönmesin, hep gürleşsin diye çabalamak lazım. Bizim için de bu mekanlarda yaratılan değerlerin anlamı buydu. Salt okuduğumuz fakülte değil, Ankara’nın birçok mekânında bu ruhun izleri vardı. Bizler de o izlerin takipçisi olma gayreti içerisindeydik. Birçok arkadaş bu gayretini sonuna kadar götürdü ve o ruha layık bir yaşam sürdü.

Kitapla ilgili yazdığınız son sözde “bir nebze de olsa son verilmiş bir vicdan azabından” bahsediyorsun…

Maalesef ki sadece “bir nebze” son verilmiş bir azap. Asla bitmeyecek, hep var olacak bir azap. Acı çekmek sanırım bedele dahil değil. Evet, dediğin gibi bunca uğurlamanın, kaybın, acının öznesiyim ama yine de “geride kalan”ım. Gidememiş olmak… Bunun acısı, yarattığı vicdan azabı bambaşka.

 

*****

Sırada Kürtçe roman var

Çalıştığım işin yoğunluğundan yazmaya pek vakit kalmıyor. Son yıllarda herhangi bir şey yazma imkânım pek olmadı. Bir süre sadece okuma yapmak istiyorum. Ama yazmak istediğim Kürtçe bir roman çalışması var. Şayet gücüm yeterse ona başlayıp bitirmek istiyorum. Bu çalışma da benim için bir borç. Umarım bu borcu da ödeyecek gücüm ve zamanım olur.

 

*****

Kürtçesi eksik bu şehrin

Amed, çocukluğumdan beri hep direnişçi kimliğiyle benliğimde. Kürtler için öncü bir şehirdir, rehberdir. İlk önce orada kıvılcım çakılır ve tüm Kurdistan’a yayılır. Orada yakılan ateşin, fırlatılan taşın anlamı hep farklıdır. Diğer tüm şehirlere bir çağrıdır. Bu çağrı da hiç karşılıksız bırakılmadı. En azından çocukluğumdan beri gördüğüm bu. Bir çocuk olarak da o çağrıyı hep selamladım.

Amed bu kimliğine rağmen dil konusunda oldukça kötü bir örnek. Politik bir Kürt şehri; direngen, isyancı, öncü ama diline yabancı. Öyle bir yabancı ki, Kürtçe konuşan biri bu şehirde garipseniyor. Çocukluğum Batman’da geçti. Batman’da son yıllara kadar yaşamın her alanı Kürtçeydi. Böyle bir yaşam alanından çıkıp Amed’e gittiğimde karşılaştığım tablo çok üzücü geliyordu bana. Tanık olduğum kadarıyla Batman birçok konuda Amed’i takip ediyor. Sanırım dil konusunda da bu böyle oldu. Bugün Batman’da da, ne yazık ki Kürtçe konuşmak garipsenebiliyor.

“Kürtçesi eksik bu şehrin” cümlesi, Ankara’dan Amed’e geldiğim bir zamanda zihnime yerleşti. Ankara’da dahi Kürtçe, yaşamımızda çok daha fazla yer ediniyordu. Bu yüzden, Amed’in Kürtçeye uzaklığı sarsmıştı beni.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.