Hakikat bükücülükle mücadele edeceğim
Dosya Haberleri —
Hakikati dile getirdiği için AKP/MHP iktidarı tarafından hedef gösterilmesi ardından tutuklanarak Sincan Kadın Cezaevi'ne gönderilen Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, gazetemizin sorularını yanıtladı:
- Ne bana ne de TTB’ye saldırmaları yeni bir durum değil. Ama bu olayda ellerine güçlü olduğunu düşündükleri, bizi toplum nezdinde değersizleştirme ve kriminalize etme fırsatını yakaladıklarına inandıkları aşikar. Ev içinde yapılan arama çekimlerinin hakikati bükücülükle yandaş medyaya servis edilmesi bu fırsattan sonuna kadar yararlanmak istediklerini gösteriyor.
- Kelepçeli muayene dayatması, kolluğun muayene ortamında olmasına ses çıkarmama bizim etik ilkelerimizi yok sayan tutumlar olarak gittikçe yaygınlaşıyor. Bu tutumlara ilişkin hapishanelerden aldığımız mektuplar, İHD ve TİHV başvuruları da bu davranışların yaygınlığına işaret ediyor.
GÜLCAN DERELİ
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, ömrünü insan hakları mücadelesine ve toplum sağlığına adamış bir bilim insanı. Hakikatin bilgisini korkusuzca ve onurluca savunduğu için sık sık hedef alınıyor. En son kimyasal silah kullanıldığını gösteren görüntülere dair bir uzman olarak görüşünü paylaşıp bağımsız kurullarca incelenmeli dediği için AKP-MHP tarafından linç kampanyasına maruz kaldı. İfade vermek için başvurmasına rağmen 26 Ekim Salı günü İstanbul’da evine yapılan baskınla gözaltına alındı, Ankara'ya götürülüp “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla tutuklandı. Tutuklanması büyük tepki çekti, başta başkanı olduğu TTB temsilcileri olmak üzere, insan hakları savunucuları, akademisyenler, aydınlar, sanatçılar, siyasetçiler, uluslararası sivil toplum örgütleri, Fincancı'nın tutuklanmasına tepki gösterdi ve derhal serbest bırakılmasını istedi, istiyor. Sincan Kadın Cezaevi'nde tutuklu bulunan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, sorularımızı yanıtladı.
Açık bir şekilde hükümet yetkilileri tarafından hedef gösterildiniz. Hatta Almanya'ya gidip geldiniz. Siz gözaltına alındıktan sonra acaba Almanya'da mı kalsaydı gibi çeşitli söylemler oldu. Dönmemeyi hiç düşündünüz mü?
Röportajı zaten Almanya’dayken yapmıştım, internet bağlantı sorunu nedeniyle biraz geriden gelse de hedef gösteren söylemleri de izledim. Uzun bir süredir değişik davalar nedeniyle siyasi otoritenin hedef gösteren söylemleriyle karşılaşıyoruz birçoğumuz. Salgın öncesi de Barış Akademisyenleri yargılamaları süreci, Özgür Gündem yargılama süreci, tutukluluk sonrası dönemde her yurt dışı yolculuğumda bu tür öneriler, farklı ülkelerden meslektaşlarımdan kalmam yönünde ısrar oluyordu. Bu kez de benzer öneriler geldi. Her ne kadar küçük ortak vatandaşlıktan çıkarılmam gerektiğini düşünse de, burası benim memleketim ve küçük ortak gibi düşünmeyenlerin de memleketi. Yıllar önce bu önerileri verdiğim yanıtı vereyim, bu kez de benzerini kalmam için ısrar edenlere söyledim. Başka bir ülkede kendimi özgürlüğümden yoksun kılmaktansa, kendi memleketimin hapishanelerinde olmayı yeğlerim. Hapishanede de olsam, memleketim için mücadelenin içinde olmayı önemserim.
Neden bu kadar üzerinize geldiler, altında ne yatıyor sizce?
Benim üzerime gelmeleri yeni değil ancak TTB yönetiminde olmam yeni ve her fırsatta beni insan hakları mücadelesinden gelen kimliğimi araçsallaştırarak TTB’ye saldırmayı hedefliyorlar. Bu ülkede meslek örgütlerinin durduğu yer, özellikle devlet erkinin kötüye kullanılmasını engellemeye ve denetlemeye dönük tutumu, toplumda yarattıkları güven ile kamuoyunu doğru bilgilendirme ve inanırlıkları her siyasi otoritenin rahatsızlık duyduğu, sertleşen dönemlerde de toplum üzerindeki bu etkiyi ortadan kaldıracak yöntemlere başvurdukları bilinen bir gerçek.
Nusret Fişek hocamızın döneminde idama karşı çıkışı ile yargılanması, her dönemde TTB yasası ve hatta Anayasa değişikliklerinde ilgili Anayasal maddesine dokunuşları da bundan. AKP’nin 20 yıllık döneminde de meslek örgütlerine yönelik tutum, yasal değişiklik yapmaya yönelik girişimler, kimi Anayasa Mahkemesi'nden dönen, kimi ise barolarda olduğu gibi çoklu baro kurmanın önünü açan değişiklikler siyasi otoritenin muhaliflerinden, eleştirel yaklaşımlardan denetleme araçlarından kurtulma çabalarının yansıması.
En başta söylediğime dönecek olursak ne bana ne de TTB’ye saldırmaları yeni bir durum ama bu olayda ellerine güçlü olduğunu düşündükleri bizi toplum nezdinde değersizleştirme ve kriminalize etme fırsatını yakaladıklarına inandıkları aşikar.
İfade vermek üzere başvurmamıza rağmen ev baskını, ev içinde yapılan arama çekimlerinin hakikati bükücülükle yandaş medyaya servis edilmesi bu fırsattan sonuna kadar yararlanmak istediklerini gösteriyor.
TTB'ye kayyum hazırlığı yapıldığına yönelik tartışmalar var. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?
“TTB’ye kayyum” söylemi de bir başka hakikat bükücülük elbette. Anayasal dayanağı olan, yasa ile kurulmuş kamu kurumu niteliğinde bir meslek örgütüne hukuk ilkeleri bağlamında böyle bir girişimde bulunmaları mümkün değil. Ancak hala OHAL yöntemleri ile, KHK ile baskı altında tutulan yargı bağımsızlığının yerle yeksan edildiği, en basit eleştirinin yargılanma ve hapsedilme tehdidi ile karşılaşıp tüm seslerin kısıldığı koşullarda her yöntemi kullanmaktan çekinmeyeceklerini biliyoruz. Bunu durduracak tek güç toplumun “teba” olmaktan yurttaşlığa geçiş iradesi ve devlet aygıtını denetleyecek en önemli güç olduğunu hissetmesidir.
Daha önce de Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için Nöbetçi Yayın Yönetmeni olduğunuz için tutuklanmıştınız. Hatta yanılmıyorsam şöyle demiştiniz: "Farkında değiller ama içeri bir müfettiş gönderdiler." Cezaevinde hak ihlallerine dair bir gözleminiz oldu mu?
“Müfettiş” sözü bana ait değil, çok sevgili dostum yazar, sinemacı Ahmet Haluk Ünal’a ait. O dönem de “Farkında değiller ama Şebnem’i hapishaneye müfettiş atadılar” demişti.
O zamandan bu zaman bir fırsat olarak siyasi otoritenin her alanda kullanmaktan çekinmediği “darbe girişimi” denen garipliği yaşadığımızı da düşünürsek, hapishanelerdekini toplumun gözünden uzak tutmak politikasının daha da güçlendiğini söyleyebiliriz. Sağlığa erişimden gündelik hayata pek çok ihlali sayabilirim. Sağlığa erişim ihlallerinde, sağlık alanın da yükselen şiddet olgusuyla ne yazık ki sağlık çalışanlarında da rıza üretimi sağlamış durumdalar. Ayrıca düşmanlaştırma politikalarının da etkisi yabana atmamalı. Kelepçeli muayene dayatması, kolluğun muayene ortamında olmasına ses çıkarmama bizim etik ilkelerimizi yok sayan tutumlar olarak gittikçe yaygınlaşıyor. Bu tutumlara ilişkin hapishanelerden aldığımız mektuplar, İHD ve TİHV başvuruları da bu davranışların yaygınlığına işaret ediyor.
Özellikle siyasi gerekçelerle hapishanelerde tutulanlara yönelik izolasyon, tecrit hali geçen bu 6 yılda çok daha belirgin. Koridorlarda karşılaşmamızı dahi engelleyen, avukat görüşlerinde selamlaşmaya tahammülsüz bir ortam var. Hapishanelerde özellikle ekonomik olanakları sınırlı insanlarla dayanışma kriminalize ediliyor.
Bakırköy’den tahliye olduğumun sıralarda getirilen kitap sınırlaması sürüyor. Kurum kütüphanesinden alabileceğimiz kitap sayısı 5, ilk duruşma için beyan hazırlığı amacıyla ihtiyacım olan bazı yayınlara hala ulaşabilmiş, aynı anda bazen 10-15 kitabı önümüze açıp çalışma yapma gereğini anlatabilmiş değilim. Hapishanelerde siyasi nedenlerle tutulanların okur-yazarlık düzeyi düşünüldüğünde, bu tür çalışmalardan yoksun bırakılmış olmakta önemli bir ihlal alanı olarak karşımıza çıkıyor.
Benim bulunduğum koğuşun havalandırması üzerinde teller yok, gök yüzünü görebiliyoruz, arada havalandırmada kuşları misafir edebiliyorum ancak son dönemde havalandırmaları birçok hapishanede tellerle örtüldüğü gelen bilgiler arasında.
Yalnız kalma talebim karşılanmış, oldukça geniş bir koğuş ve havalandırmayı tek başına kullanma olanağı bulmuş olsam da, benden ya da beni kaçırmadıkları adli mahpuslar dışında, siyasi nedenlerle burada bulunan hiç kimse ile görüşmem mümkün olmadı. F tiplerine özgü yalıtılmışlık hali, tecridin devam ettiğini söyleyebilirim.
* * *
Ne olmuştu?
Peki Fincancı'nın tutuklanmasına konu yapılan olay neydi? Hatırlayalım...
Türkiye’nin KDP ortaklığında 17 Nisan'da başlattığı saldırılarda sadece Ağustos, Eylül ve Ekim aylarında 17 HPG ve YJA-Star gerillası kimyasal saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Kimyasala maruz kaldıktan sonra yaşamını yitiren 2 gerillanın son anlarına ait görüntüler de yayınladı. Yayınlanan görüntüleri incelediğini belirten Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, "Belli ki sinir sistemini doğrudan tutan toksik-zehirli kimyasal gazlardan biri kullanılmış durumda. Her ne kadar kullanılması yasak olsa da çatışmalarda kullanıldığını görüyoruz” demişti. Açıklamasında, bağımsız heyetlerin bölgede inceleme yapmasının uluslararası sözleşmeler gereği zorunlu olduğunu belirten Fincancı, "Uluslararası sözleşmelerin uygulanması ve kimyasal silahların kullanımını yasaklayan Cenevre Sözleşmesi kapsamında böyle bir iddia ortaya çıktığında nasıl bir araştırma yapılacağı da Minnesota Protokolü’nün ilkeleri çerçevesinde ele alınması gerekiyor” diye vurgulamıştı.
***
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı'ya dair...
1959 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Şebnem Korur Fincancı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Adli Tıp’ta uzmanlık eğitimi alır. 1987-1990 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Klasik Arkeoloji Lisans Eğitimi alır. 1992’de kurulan Adli Tıp Uzmanları Derneği’nin kurucu üyeleri arasında yer alır ve 1993-1996 arasında derneğin yönetim kurulu başkanlığını üstlenir. Türk Ceza Hukuku Derneği kurucu üyeleri arasında da yer alır. 1997’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı olur. 2004’te Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı’ndan alınır, 2005’te İdare Mahkemesi ve YÖK kararı ile göreve iade edilir. Ek görev olarak yürüttüğü Adli Tıp Kurumu İhtisas Kurulu Başkanlığı görevinden birkaç kez uzaklaştırılır ancak kazandığı davalarla göreve geri döner.
1996 yılında Birleşmiş Milletler Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi adına, Bosna’nın Kalesija bölgesinde toplu mezarlardan çıkarılan cenazelerin otopsi çalışmalarına katılır. 1999’da, Birleşmiş Milletler tarafından işkencenin saptanmasında uluslararası standart kılavuz olarak kabul edilen İstanbul Protokolü belgesinin oluşturucuları arasında yer alır; daha sonra, protokolün uygulanması hakkında çeşitli ülkelerde eğitimler verir. 2000 yılında İnsan Hakları İçin Hekimler’in Güney Afrika’daki uluslararası çalışmasında, 2002 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Kadına Yönelik Cinsel Şiddet Araştırması ve El Kitabı çalışmalarında yer alır.
Ömrünü işkenceyle mücadeleye adayan Fincancı, Türkiye’de işkencenin yaygın olduğu ve yetkililerin işkencenin üstünü örttüğü 1990 yıllarda, işkenceyi saptayan raporlar verdikçe ve tıp etiği üzerine yazılar yazdıkça, devletin baskı ve engellemeleriyle karşılaşır. Yine Uluslararası İşkence Rehabilitasyon Merkezi (IRTC) adına gittiği Bahreyn’de, turist kılığına bürünerek, denizde cenazesi bulunan ve polise göre boğularak ölen gencin vücudundan doku örnekleri alıp ve örnekleri Türkiye’ye getirir. Ve yaptığı otopside gencin, ailesinin de iddia ettiği gibi, gözaltında işkenceyle öldürüldüğünü tespit eder.
4 Mart 2016 yılında devlet güçleri tarafından tank ve toplarla yerle bir edilen, 200 aşkın kişinin vahşice bodrumlarda katledildiği Cizre’ye giden ve inceleme sonrası konuşan Fincancı, “Bodrumlarda çocuklara ait kemik parçaları var. Bu bir soykırım girişimidir” demişti. Bodrumlarda 9-10 yaşlarında bir çocuğa ait çene kemiği bulduklarını söyleyen Fincancı, “Bosna’da yetişkinlere ait insan kemikleri ve toplu mezarlar bulundu. Fakat Cizre’de yakılan çocuklardan bahsediyoruz” diye vurgulamıştı.
Fincancı, İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı’nda, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde adli tıp lisans ve yüksek lisans dersleri veriyordu. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktora tez danışmanlığı yapıyordu. 2009 yılından bu yana Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) başkanlığını yürüttü TTB'nin 27 Eylül 2020 düzenlenen 72. Büyük Kongresi'nde "Etkin Demokratik TTB Grubu" seçimleri kazanmış, 2 Ekim 2020 tarihinde yapılan görev dağılımı ile Fincancı, başkan olarak seçilmişti.