Hamas, Filistin davasına darbe vurdu

Dosya Haberleri —

Hamit Bozarslan

Hamit Bozarslan

Prof Dr. Hamit Bozarslan ile savaşın aktörlerinin zaman içerisinde nasıl değişip dönüştüğünü, günümüzde Filistin ve İsrail’i neler beklediğini konuştuk.

  • “Sol ve Arap sosyalizmi çöküyor. Çünkü Arap sosyalizminin Filistin davasını çözmesi ya da emperyalizme karşı mücadele etmesi artık mümkün değil. Arap sosyalizmi bir alternatif olmaktan çıkıyor. İslamcılığa kayış ile evrensellik olgusu ortadan kalktı.”
  • “Her savaş neredeyse İsrail’in daha da sağa kaymasını, Filistin halkının varlığını ve haklarını reddetmesini beraberinde getirdi. İzah Rabin’in öldürülmesi, İsrail’de sol hareketin Rabin’in mirasına sahip çıkmaması, bu işin İsrail boyutu.”

ÖZGÜR BARIŞ DEMİR

Filistin-İsrail arasında 7 Ekim'de başlayan savaşta binlerce kişi yaşamını yitirdi. Geçtiğimiz günlerde kısa süreli takas anlaşması nedeniyle başlayan ateşkesin ise sona ermesinin ardından savaş tekrar başladı. Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile savaşın aktörlerinin zaman içerisinde nasıl değişip dönüştüğünü, günümüzde Filistin ve İsrail’i neler beklediğini konuştuk.

Prof. Dr. Bozarslan, "Sol ve Arap sosyalizmi çöküyor çünkü Arap sosyalizminin Filistin davasını çözmesi ya da emperyalizme karşı mücadele etmesi artık mümkün değil. Her savaş neredeyse İsrail’in daha da sağa kaymasını daha da eskatolojik bir boyut kazanmasını, Filistin halkının varlığını ve haklarını daha da reddetmesini beraberinde getirdi" dedi.

Prof. Dr. Bozarslan ile iki gün sürecek olan söyleşimizin ilk bölümünde İsrail’in nasıl sağa kaydığını, Filistin davasının nasıl manipüle edildiğini ve Hamas’ın çıkışını konuştuk.

İsrail-Filistin meselesine biraz tarihsel bir perspektiften bakmak gerekirse, taraflar neydi ve neye dönüştü? Örneğin Filistin bir zamanlar sosyalistlerin, devrimcilerin silahlı eğitim aldığı bir coğrafyaydı ama şimdilerde İslamcı grupların egemen olduğu bir yer?

Aslında burada ikili bir soru var, İsrail davası neydi neye dönüştü, Filistin davası neydi neye dönüştü? İsrail’in arka planıyla başlamak gerekiyor belki. İsrail meselesi sadece 1917 Balfour Deklarasyonu’na indirgeniyor ama aslında baktığınız zaman İsrail, Avrupa tarihinin bir parçası. Mesela, Avrupa’daki reform hareketini ele aldığınız zaman Yahudiliğin çok önemli bir rolü olduğunu görüyoruz, aydınlanma felsefesinde Yahudiliğin çok önemli bir rolü var. Avrupa sosyalist tarihinde Yahudiliğin çok önemli bir rolü var. Ve Siyonizm büyük bir ölçüde sosyalist hareketlerin tesirinde oluşan bir olgu. Hatta Bolşevik partisinden bahsediyoruz, Bolşeviklerin çoğunluk kazanmasının nedeni Bund (Genel Yahudi Emek Federasyonu) fraksiyonun oluşması. Bund fraksiyonu Yahudi sosyalistlerin oluşturduğu bir fraksiyon, bu yüzden de Menşevikler azınlıkta kalıyor ve çoğunluk Bolşeviklere geçiyor. Ama bunun temel nedeni Bund fraksiyonun oluşması. İsrail sağa dayanan bir din devleti olarak kurulmadı. İsrail sosyalist bir devlet olarak kuruldu ve şu anda unutulan gerçeklerden birisi, Sovyetler Birliği’nin İsrail kurulduğunda İsrail’i desteklemiş olması. İsrail’e en fazla silah satan ülkelerden birisi o dönemin Çekoslovakyası. Sovyetler Birliği’nin İsrail’e verdiği destek aynı zamanda Arap aleminde sol hareketler içerisinde çok ciddi bir krize yol açtı. Mesela Irak’ta komünist harekete baktığımız zaman 1948’den neredeyse 1958’e kadar ciddi bir kriz yaşamakta. Ve sorun şu, İsrail’de nasıl böyle bir sağa kayış mümkün olabiliyor.

Kayış nasıl oldu; sosyalist bir yapı başka bir yeri işgal etmez diye düşünüyoruz herhalde…

Sosyalistler de işgal edebiliyor bazı toprakları, bu ülkeyi kuran Gurion gibi isimlerin nezdinde söz konusu olan işgal meselesi değildi. Söz konusu olan anavatana dönüş tabi bu anavatana dönüş, çok ciddi krizlere de yol açtı Siyonist hareket içerisinde. ‘Bizler de bir işgalci haline geldik’ diye tartışmalar var. Bir yandan İsrail’in kurulması ve desteklenmesi gerekli ama kurulan İsrail, ulus-devlet olarak kuruluyor ve bir ulus-devlet olarak şiddete başvuran, başkalarının haklarını ezen, bir birim olarak ortaya çıkıyor. Aslında bu çelişki 1960’lardan 1970’lere kadar yaşandı. Hatta diyebiliriz ki, 1967 Altı Gün Savaşı’na kadar da yaşandı. Ondan sonra İsrail’de giderek milliyetçilik ağırlık kazanmaya başladı ve İsrail’in tamamen sağa kayması ve eskatolojik bir nitelik kazanması giderek tarih içerisinde gerçekleşen bir olgu. Altı Gün Savaşı, Yom Kippur Savaşı ve Lübnan Savaşı bu noktadan çok önemli rol oynamaktadır. Sonra her savaş neredeyse İsrail’in daha da sağa kaymasını daha da eskatolojik bir boyut kazanmasını, Filistin halkının varlığını ve haklarını daha da reddetmesini beraberinde getirdi. Bunun son aşaması Oslo Antlaşması. Oslo Antlaşması’nın başarıya ulaşmaması İzak Rabin’in öldürülmesi, İsrail’de sol hareketin İzak Rabin’in mirasına sahip çıkmaması, bu işin İsrail boyutu.

Peki Filistin boyutu?

Filistin boyutuna baktığımız zaman, Filistin hareketi 3 kıtalılığın bir parçası olarak oluşmakta. 3 kıtalılık, 1960’larda ortaya çıkan Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın emperyalizme karşı birleşik bir cephe oluşturduğunu düşünen ve böyle bir tahayyül geliştirilen bir akım. Sadece bir örgüt değil 3 kıtalılık örgütü de var ama 3 kıtalılık örgütünün ötesinde bir akım oluşmakta, siyasi bir iklim. Bu siyasi iklimin içerisinde Arap alemi çok önemli bir rol oynamakta. Çünkü kendilerini sosyalist olarak tanıtan ülkeler var. Mesela Mısır, Irak ve Suriye. Güney Yemen dünya sosyalistlerinin referans noktası haline gelmekte ve Filistin hareketi kendini ihtilalci olarak tanımlamakta ve hem dünyada hem de Arap aleminde önemli bir referans haline gelmekte. Bu olgu solda 1979’lere kadar devam etmekte, 1979’larda bir kopuş var. Üç önemli kopuş var:

* Birincisi; Mısır’ın İsrail’i tanıması. Bu Arap sosyalizminde çok büyük bir darbe oldu. Ya da Arap sosyalizminin iflas ettiğini göstermekte. Aynı anda Suriye’de, Irak’ta Baas rejiminin bir diktatörlüğe dönüşmüş olması. Filistin davasını manipüle etmesi, Filistin’i sahada kesinlikle savunmaması. Arap sosyalizmi bir alternatif ve Filistin meselesini çözecek bir alternatif olmaktan çıkmakta.

* Bu dönemde gerçekleşen bir diğer olgu İran devrimi. Bu devrim de aslında bir sol devrim olarak başladı. Fakat daha sonra radikal muhafazakâr bir nitelik kazandı bu da bazarilerin ve ruhban sınıfının işin içerisine girmesi ile beraber oldu. Ve bu devrimden  sonra Ortadoğu’daki devrimci dinamik, devrimci beklenti, devrimci özlem, soldan sağa ve İslamcılığa kaydı.

* Üçüncü kopuş da Afganistan’ın işgal edilmesi. Afganistan’da Sovyetler’e karşı olan direnişin giderek cihadi bir hareket haline gelmesi ve Arap aleminden 30 ya da 40 bin kişinin bu cihada katılması.

Aslında bunların önemli bir kısmı bu savaşa katılmadı fakat İslam’ın radikalleşmesini sağlayan bir nesil oluştu. Bunların arasındaki en önemli simalardan birisi Abdullah Azzam, henüz kurulmamış El Kaidenin öncü teorisyeni olarak değerlendirilir ve Abdullah Azzam bir Filistinli. Bütün bu olguları bir araya getirdiğimiz zaman Sol ve Arap sosyalizmi çöküyor çünkü Arap sosyalizminin Filistin davasını çözmesi ya da emperyalizme karşı mücadele etmesi artık mümkün değil. Diğer yandan İran İslam Devrimi ve Afganistan’daki direnişin cihadi bir nitelik kazanması o dönemde var olan devrimci beklentilerin giderek soldan İslamcılığa kaymasını beraberinde getiriyor. Ve Hamas’ın kuruluşu bu şartlarda oluyor, Hamas’ı 1979’da kırılmaları ele almadan görebilmek mümkün değil. Filistin kamplarındaki hepsi olmasa da bir kısmının soldan sağ ve İslamcılığa kayması 1979’da olanların doğrudan bir devamı.

Filistinli hareketlerin 1979’dan sonra da sağ ve İslamcı bir nitelik kazanmasına rağmen yine de devam eden direnişleri var ve bu direnişlerin de artık dünü, bugünü arasında farklar var. Özellikle 7 Ekim’den sonra barış konserini basan örgütler olarak anılıyor. Bu anlamıyla dünü ve bugünü arasındaki farklar neler?

Arada çok büyük farklılıklar var tabi. Her şeyden önce mesela 1970’lerdeki Filistin hareketleri ele aldığınızda söz konusu olan insan hakları, eşitlik, anti-emperyalizm, bağımsızlık ve üç kıtalılığın bir parçası. Bir Latin Amerikalı bir Filistinli, bir Kürt, bir Vietnam savaşçısı birbirlerini anlayabilen kişiler o anlamda bir evrensellik var. Fakat İslamcılığa kayış ile evrensellik olgusu ortadan kalktı. İslam alemi hem kendi başına bir kaynak, orijin hem de bir ufuk olarak ortaya çıktı. Mesela 1960-70’lerde ele aldığınız zaman yabancılaşma olgusu Marksist bir perspektifle anlatılmaktaydı. 1979 ve 1980’den sonra İslam’ın yabancılaşması, İslam’ın kendisine ihanet etmesi, İslam’ın kendi özüne dönmesi gibi söylemler ortaya çıkmakta ve siyasi söylemin tümü değişmekte. Burada bir hak mücadelesi var mı? Filistin söz konusu olduğunda hak mücadelesi var tabi, genel olarak İslam için geçerli değil bu.

Fakat şunu da görmekteyiz; 1980’lerin ortasında Hamas kurulduğunda Filistin sol hareketi, Hamas tarafından ve genel olarak İslami hareketler tarafından düşman olarak görüldü ve düşman kavramı oluştu. Diplomatik yolların dışlanması ve diplomatik yollar yerine her şeye rağmen koşullar ne olursa olsun, silahlı bir mücadele perspektifinin geliştirilmesi. Mesela birinci intifada ve ikinci intifada arasındaki fark burada. Birinci intifadada intihar saldırıları yok, birinci intifadada belirleyici olan özellikle Batı Şeria’da hala etkili olan sol hareket. Birinci intifada, kadınların, çocukların ve gençlerin, Filistin toplumunun Filistin davasını sahiplenme hareketi. Ama ikinci intifadaya baktığımızda intihar saldırılarının belirgin olduğunu görürüz. Bu intihar saldırılarını başlatan Hamas ve İslami cihat hareketi. Burada çok açık bir şekilde bir radikalliğin gerçekleştiğini görebilmekteyiz. Bu radikalliğin intihar boyutuna varabildiğini ve bununla birlikte ideolojik mi diyelim eskatolojik bir boyut mu diyelim, -El Aksa her zaman büyük bir sembol olmadı buna rağmen- El Aksa sembolü mü diyelim. Bunların kendi başına hedefler haline geldiğini, nihai hedefler haline geldiğini ve kişiye dönük kendini feda etme kültürünün olduğunu görüyoruz.

Belki bu noktaya varmasında bu olgu var. Hamas’ın kurucu lideri olan Şeyh Yasin’in tesiri var. Şeyh Yasin biraz Humeyni gibi bir lider, yaşlı bir lider, aynı zamanda tamamen felç olmuş bir lider. Kendi başına hareket edemeyen, kendi başına yemek yiyemeyen, bütünüyle felç olmuş birisi. Beslenmesi ve korunması gereken bir simaydı. Humeyni gibi Şeyh Yasin de dava için gençlerden kendilerini feda etmelerini istedi. Yani burada bir radikallik oluşmakta. Bu radikalleşme 2005-2006’ya kadar devam etti. 2006, 2007 Hamas’ın Gazze’ye silahlı bir şekilde el koymasına kadar devam etti. Ve 2006’dan 2023’e kadar herkesin beklentisi Hamas’ın şu ya da bu şekilde, pragmatik bir çizgiye kayması oldu ve Hamas gerçekten de birçok alanda pragmatik bir çizgiye yakın olduğunu gösterdi. Burada söz konusu olan bugünkü kopuş, bu pragmatik çizgiden nasıl böyle bir etaba 7 Ekim etabına girildi. 

Peki bundan sonra 7 Ekim’in yansımaları nasıl olacak? Filistin davasının meşruluğu sorgulanır hale geldi. Avrupalı solcular tarafından zaman zaman dile getirilen bir meseleydi ama şimdi beklenilen düzeyde gür bir ses çıkmıyor…

Filistin davasının meşruluğunu teorik olarak reddeden yok ama dediğiniz gibi, artık bu dava kendi başına meşru bir dava olarak görülmüyor. Bu noktada şu andaki savaşı 2008-2009 savaşını, 2014, 2020 savaşlarıyla karşılaştırabiliriz. Bu savaşlarda İsrail saldırgan bir güç olarak görülmekteydi, Hamas’a bir destek olmasa bile İsrail saldırıyor ve sivilleri öldürüyor, Hamas iki üç roket attığı için Gazze bombalanamaz söylemi tutulabiliyordu. Şu anda öyle bir söylem kullanılıyor ki, söz konusu olan İsrail’in kendisi saldırgan değil, saldırılan bir ülke olarak görülüyor. Bu söylem kendi başına bir meşruiyet kazanıyor. Özellikle siyasi sınıflar ve iktidarlar nezdinde bir meşruiyet kazanabiliyor ve soldan gelen insan hakları, Filistin hakları söylemleri ise nispeten marjinal kalıyor. Bu sadece Avrupa’daki demokrasiler ve ABD için de geçerli değil İslam alemine de bakarsınız tersi tepkiler çok cılız. Mısır’da ve Ürdün’de birkaç gösteri yapıldı fakat bu gösteriler son derece cılız gösterilerdi. Endonezya’da birkaç gösteri yapıldı fakat bunun devamı gelmedi. Pakistan her zaman çok hassastı bu konuda bildiğim kadarıyla ama önemli bir gösteri olmadı. Türkiye’de bir İstanbul mitingi yapıldı, onun arkasından hiçbir şey gelmedi ve tepkiler söylemsel düzeyi aşmadı. İran’ın tepkileri söylemsel düzeyi aşmadı. Hizbullah’ın tepkisi son derece sınırlı bir tepki görebildiğim kadarıyla. En önemli tepkiler Kuzey Afrika’dan geldi, özellikle Tunus ve Cezayir’den. Onun dışında İslam aleminde de ille de Hamas’ı savunan bir eğilim ve bir hassasiyet görmüyorum. Yani hem Batı demokrasilerinde hem de İslam aleminde buna yönelik bir eğilim görmüyorum. Burada Filistin davasının teorik haklılığı tartışılmasa bile, hatta iki devletli çözüm formülü üzerine bazı liderler durmasına rağmen, Filistin davasında ciddi bir kaybın olduğunu görmekteyiz. Bu anlamada Hamas’ın Filistin davasına ağır bir darbe vurduğunu söyleyebiliriz.

Yarın: İsrail-Filistin meselesine tarihsel bakış ve Türkiye’nin İsrail-Filistin politikası.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.