Tehlike ve fırsat iç içe
Dosya Haberleri —
- Akademisyen ve eski HDP milletvekili Hişyar Özsoy ile İsrail-Filistin savaşının Ortadoğu, İran, Türkiye üzerine etkilerini, Kürtlerin bu savaş ve savaş sonrasında nasıl bir yol çizmesi gerektiğini, Ortadoğu’daki krizin Kürtler, Türk devleti ve İran üzerindeki olası sonuçlarını konuştuk.
- Özsoy, “Önümüzdeki dönemde Suriye’de işler çığırından çıkabilir. Hatta eğer İsrail ile Esad arasında tam bir savaş çıkarsa, Esad’ın devrilmesi tartışmaları tekrar gündeme gelebilir. Kürtler için bazı imkanlar ortaya çıkabilir. Ama tehlikeler de çok büyük” dedi.
BARIŞ BALSEÇER
Kökleri 19. yüzyıla dayanan Filistin sorunu bugün kapitalist modern tarihin en önemli sorunu olarak devam ediyor. Hamas’ın merkezinde olduğu, 14 örgütün de fiili olarak katıldığı 7 Ekim 2023 tarihindeki saldırı sonrasında İsrail’in Gazze’ye dönük saldırıları, Lübnan’ı kapsayacak şekilde genişletildi. Saldırılarda binlerce insan katledildi, binlercesi ise yerinden edildi. Akademisyen ve eski HDP milletvekili Hişyar Özsoy, İsrail’deki mevcut iktidarın Hamas’ın saldırısını bir fırsat olarak gördüğüne dikkat çekerek, 90’lardan bu yana gittikçe daha sağcılaşan, milliyetçileşen, ırkçılaşan bir İsrail siyasası ve toplumu olduğuna işaret etti. İsrail-İran arasındaki çatışmaların yayılabileceğini fakat bunun İran’da bir rejim değişikliğini getirecek büyük bir sonuç yaratmayacağını belirten Özsoy, “Önümüzdeki dönemde Suriye’de işler çığırından çıkabilir. Hatta eğer İsrail ile Esad arasında tam bir savaş çıkarsa, Esad’ın devrilmesi tartışmaları tekrar gündeme gelebilir” dedi. Bölgesel bir savaşın yayılması durumunda Kürt örgütlerinin bir araya gelip bunun üzerine düşünmesinin gerekli olduğuna işaret eden Hişyar Özsoy “Bu bölgesel kızıl kıyamet, bu kan ve vahşet içerisinde siyaseten Kürtler için bazı imkanlar ortaya çıkabilir. Ama tehlikeler de çok büyük” diyerek, Ortadoğu’da İsrail’e dönük artan öfkenin Kürtlere de yönelebileceği uyarısında bulundu.
Hişyar Özsoy ile İsrail-Filistin savaşının Ortadoğu, İran, Türkiye üzerine etkilerini, Kürtlerin bu savaş ve savaş sonrasında nasıl bir yol çizmesi gerektiğini, Ortadoğu’daki krizin Kürtler, Türk devleti ve İran üzerindeki olası sonuçlarını konuştuk.
Ortadoğu’da İsrail, Hamas ve Hizbullah’ın doğrudan İran, Suriye ve Lübnan’ın dolaylı olarak dahil olduğu bir savaş yaşanıyor. Bu bölgesel savaş nasıl görülmeli? Haklılık veya haksızlık popüler söylemini bir yanda bırakırsak stratejik derinliği nedir?
İsrail ve Filistin arasındaki gerilim İsrail’in 1948’de kuruluşundan bu yana devam eden bölgesel bir savaş durumunu ifade ediyor. Hiçbir zaman normalleşme olmadı. 1967 savaşı sonrası veya 90’larda olduğu gibi dönem dönem belli bir statüko oluşuyor. Fakat bu gerilim fırsatını bulduğu zaman şiddetli biçimlerde tekrar açığa çıkıyor. Onun için de 75 yıllık süreci “sürekli bir bölgesel savaş hali” olarak okumak yanlış olmaz. İlk günden beri küresel ve bölgesel güçlerin de dâhil olduğu bir savaş. 1950’lerde Mısır çok fazla Filistin meselesine müdahildi. Fakat 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra özellikle 90’lı yıllardan sonra artan bir şekilde İran’ın daha fazla bu meseleye müdahil olduğunu görüyoruz. İsrail’in kurulduğu dönemde İngiltere, Ortadoğu’daki etkin güçken, 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra Amerika’nın koruyuculuğunu yaptığı bir İsrail söz konusu.
İsrail hükümetine hâkim olan siyonist mantığın Filistin meselesini konuşarak, müzakere ederek çözme gibi bir niyeti yok. Uluslararası hukuku da hiç ciddiye almıyor. BM’nin zaten tüm kararlarını çiğniyor. Tek bir hedef, akıllarındaki tek çözüm Filistin’i bir bütün olarak ortadan kaldırmak, Filistin topraklarını İsrail toprağı yapmak, Filistinlileri de bir şekilde göçertmektir. Netanyahu ve şürekası 7 Ekim 2023’deki Hamas’ın saldırısını bir fırsat olarak gördü. “Saldırabildiğimiz kadar saldıralım, yok edebildiğimiz kadar yok edelim” diyorlar. Bu, sadece Hamas’ı tasfiye etme meselesi değil, çok daha uzun erimli bir konsepttir. Bu savaş hali “vaat edilmiş toprakları” tekrar yurt edinme konseptinin bir parçası olarak devam ediyor. Savaşın İsrail için kurucu bir olgu olduğunu görmek gerekiyor.
Suriye, İsrail saldırılarına cevap verecek durumdan çok uzak. İran’ın füzeli ve droneli saldırıları da gövde gösterisinin ötesine geçmedi. Gelecekte nasıl bir İran görme ihtimalimiz var?
İran’ın İsrail ile uzun vadeli bir savaşa gireceğini olası görmüyorum. Bir savaş halinde İran’da rejim değişikliğine doğru bir süreç gelişebilir. Zaten İran’ın temel korkusu “rejim değişikliğidir”. İran savaşların içerisine girer, çıkar ama rejimi değiştirebilecek dinamikleri geliştirebilecek bir savaştan kaçınır. Doğrusu İran bu son savaştan da kaçınabildiği kadar kaçınmaya çalıştı. Hizbullah da İsrail ile derin bir savaş sürdürme hesabında değil. Esad’ın durumu bundan farklı değil. Özetle kimse İsrail’le savaşmak istemiyor. Netanyahu iktidarında cisimleşen İsrail devletine hâkim olan ideolojik yaklaşım ciddi bir kriz içerisinde. 7 Ekim saldırısının verdiği öfkeyle her tarafa saldırıp, mümkün mertebe Filistin’i insansızlaştırmaya, insanları göçertmeye, mülteci kılmaya ve zaman içerisinde -eğer yapabilirse- buraları İsrailliler için bir yurt haline dönüştürmeye çalışıyor.
İran, Yemen’den Lübnan’a kadar olan geniş hatta -Irak ve Suriye dahil- önemli bir bölgesel bir güç. Şu an için hem İran hem de “Direniş ekseni” dedikleri eksen içerisinde yer alan Hizbullah ve Hamas gibi onun desteklediği doğal müttefikleri ciddi askeri darbeler alıyor. Müttefiklerinin aldıkları bu darbelere rağmen İran açısından bölgede uzun ve kısa vadede çok önemli bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. Belki Hamas ve Hizbullah kısmen tasfiye edilir, lider kadrosunun tümü İsrail tarafından yok edilebilir. Ama böylesi hareketler genelde zaman içerisinde toparlanıp, tekrar ortaya çıkıyorlar. Toplumsal dinamikleri ayrı tartışılabilir, fakat çok geniş bir toplumsal desteği olan böylesi yapıların özellikle savaş durumlarında etrafında kenetlenmeler olur.
İsrail’in şu an hem İran’ın hem Hizbullah ve Hamas’ın -hatta Esad’ın da- canını yakma kapasitesi var ve bunu gösteriyor. Açıkçası ABD’deki seçimlerden sonra bu savaşın seyrinin ne tarafa gideceğine karar verilecektir. Fakat Netanyahu’nun etrafındakilerle oluşturduğu şu anki siyaset ırkçı bir mantığa sahip. Bunun ismini koymak gerekiyor. İsrail’de yaşayan herkes elbette Netanyahu gibi düşünmüyor. Ama 90’lardan beri gittikçe daha sağcılaşan, milliyetçileşen, ırkçılaşan bir İsrail siyasası ve toplumu söz konusu.
İsrail çok temel olarak demir kubbelerle, askeri teçhizatlarla, ördüğü duvarlarla her türlü tekniği kullanarak bir askeri, güvenlik konsepti uyguluyordu. Güney Afrika’daki Apartheid rejimi gibi Filistinliler için duvarlar ördü. İsrail tüm sınırlarını duvarlarla örerek neredeyse bir hapishaneye çevirmiş durumda. Toplum ise aşırı militarize edilmiş. İsrail kendi halkını, yani Yahudileri koruduğunu söylüyor. Hatta tüm dünyadaki Yahudilere “Gelin İsrail’e yerleşin” siyaseti yürütüyordu. Fakat Hamas’ın 7 Ekim saldırısıyla bu siyaset ciddi darbe aldı. İnsanlar kendini güvende hissetmiyor ve İsrail’den ciddi bir kaçış var. Şu an savaşın gürültüsü çok fazla, ama bu durum bir noktada dengeye kavuşacak. Bu denge oluştuğunda asıl o zaman İsrail’in askeri-güvenlikçi politikası tartışmaya açılacak. Mesele İsrail’in kendi düşmanlarına şu aşamada verdiği taktik zararlar değil. Öldürüyor, komuta kademesini yok ediyor, İran ve Lübnan’a saldırıyor, Suriye’yi vuruyor. Golan Tepeleri’ni işgal tartışmaları var. Bütün bunları gerçekleştirse dahi nihayetinde Yahudi toplumunun en temel arzusu güven içerisinde yaşamak istedikleri bir ülkedir. Netanyahu bunu gerçekleştirmekten uzak bir politika izliyor. Savaşı önemli oranda kazansa dahi İsrail, Yahudilerin kendisini güvende hissetmediği bir vatan olacak.
Şu an Gazze’de yaşanan muharebe, 75 yıldır süren savaşın bir parçası. Gazze’de olanlar bu savaşın bir episodu. Benzer şeylerin önümüzdeki süreçte Batı Şeria’da da gerçekleşme ihtimali var. Ama mevcut savaş durumu sonlandığı zaman İsrail’in Filistin’e dönük politikalarının köklü bir şekilde sorgulanması güçlü bir ihtimal.
Yahudiler tarih boyunca pogromlarla, İkinci Dünya Savaşı’nda soykırımla karşı karşıya kaldı. Savaş sürdüğü esnada ve sonrasında dünyada Yahudi nefretinin yükselmesine ihtimal veriyor musunuz?
Elbette. Hem Hristiyanların hem de Müslümanların tarihsel olarak Yahudilere dönük bir ırkçılığı söz konusu. Kimse bunu inkar etmesin. Bu ırkçılığın toplumsal, ekonomik, siyasi dinamikleri var. Anti-semitizm maalesef tarihsel bir olgu. Ama şu anda yaşanan acımasız saldırılar ve vahşetten kaynaklı insanların İsrail’e olan öfkesi artıyor. Sadece İsrail’in savaş politikalarına karşı değil, anti-semitizm bir bütün olarak yükselebiliyor. Şunu belirtmek lazım. Yahudi halkından nefret etmekle İsrail’in politikalarını eleştirmek, bu politikalara karşı çıkmak birbirinden farklı iki olgu. Mevcut iktidarın politikaları sonuna kadar eleştirilebilir, eleştirilmelidir de. Ama bir bütün olarak Yahudilere düşmanlık yapmak, anti-semitizimdir, ırkçılıktır. Bu savaş politikasından kaynaklı tepki olarak ırkçılık da artıyor. Örneğin bu savaş döneminde sosyal medya mecralarında “Hitler az yapmış, keşke hepsini yok etseymiş” gibi cümleler kuruluyor. Gündelik konuşmalarda bile Holokost’u arzulayan söylemlere varılıyor. Mevcut savaş toplumsal psikolojiyi bu duruma getirmiş durumda.
Uzun vadede bu çatışmaların sonuçları ne olabilir? Bölgesel bir kalıcı barış ya da uzlaşıya ihtimal veriyor musunuz?
Maalesef böyle bir ihtimal göremiyorum. Gazze’deki durum belki önümüzdeki yıl sona erebilir. ABD’deki seçimler sonrası bir statükoya kavuşturulabilir. Veya zamana yayılarak daha da sürebilir. Bunu kestirmek çok zor. Suriye savaşı üzerinden 13 yıl geçti ve savaş hala devam ediyor. Ama İsrail’in Filistin’e dönük politikasında köklü bir değişiklik olmazsa 1948’den beri zaten bölgesel olan bu savaş hali devam edecektir. İsrail’in aklındaki çözüm, Filistin’i tümden yok etmek ve topraklarını tümden İsrail’e katmaktır. Yani İsrail toplumu alabildiğine sağa kaymış ve ırkçılaşmış durumda. Filistinlerle konuşarak bu meseleyi çözme gibi bir vizyon, bir akıl yok. İsrail’e göre tek çözüm çok şiddet, çok daha fazla savaş ile bastırıp Filistin’i yok etmek. Böylesine bir varlık-yokluk mücadelesine inanan çok sayıda Yahudi söz konusu. Dolayısıyla da ne spesifik olarak İsrail-Filistin bağlamında ne de genel olarak bölgesel barış çok olası görünmüyor.
Ortadoğu’da savaşlar ve yıkımlar önümüzdeki dönemde de olacağa benziyor. Bunun en önemli sebebi de sadece dışarıdan gelen saldırılar ve İsrail meselesi değil. Bunun da altını çizelim. Bölgesel barışa tehdit anlamıyla emperyalist saldırılar, sömürgecilik, İsrail devletinin siyonist mantığı ve ortaya çıkardığı durumlar var. Ama ortada başka bir durum daha var. Ortadoğu’da yaşanan savaşların sebebi sadece bu dışsal faktörler değil. Neredeyse dış güçler yaptı; dış güçler olmasa sorun da yok gibi bir mantık var. Hiçbir doğruluğu olmayan bir sav bu. Elbette Haçlılardan beri dış güçler her zaman Ortadoğu’yu karıştırmışlardır. Sadece batıdan gelen saldırılar değil, Moğol gibi örneklere de bakıldığında bölgede her zaman dış güçlerin saldırıları olmuş. Fakat Ortadoğu halklarının düşünmesi gereken çok daha ciddi, çok daha bir büyük mesele var. Ortadoğu yaşayan otokton halklar olarak birbirimizi öldürmeden, boğazlamadan bir arada yaşayabilmenin toplumsal, siyasal, idari modellerini oluşturamamışız. Bu hayatı kuramamışız ve bu da bölgeyi her türlü dış saldırıya açık hale getiriyor.
İsrail, 9 milyon nüfusu olan küçük bir ülke. Askeri gücü elbette çok fazla, ama 22 Arap devletinin, 'Müslümanım' diyen Türkiye devletinin, İran’ın olduğu yerde her tarafa saldırabiliyor. Herkes seyrediyor. Herkes kendi çıkarının peşine düşmüş. Bir taraftan böylesine içler acısı bir durum var. Yani İsrail’i durdurmak için bile yan yana gelemeyen böylesine ucube bir Ortadoğu’dan bahsediyoruz. Bölgesel barışın olabilmesi için Ortadoğu’nun karmaşık etnik, kültürel, siyasal, sınıfsal, mezhepsel bütün bu çelişkilerine cevap olabilecek toplumsal, siyasal bir arada yaşama modelleri üretmesi lazım. Maalesef Ortadoğu’da bu konuda düşünen, emek veren kimse neredeyse yok. Kürtler birtakım modeller öneriyorlar. Rojava’da tartışılıyor. Kısmen de uygulanmaya çalışılıyor. Ama Kürtler dışında Ortadoğu’daki bölgesel barış için model üreten, öneren kimse yok.
Dolayısıyla dış güçlerin müdahalesine açık bir Ortadoğu var ve bunun çözümü de dışarıdan değil, içeriden geçiyor. Bu modelleri üretmemiz lazım.
İsrail-Filistin arasında farklı aktörlerin de dahil olduğu savaş, Kürtlerin siyasi temsilini nasıl etkileyebilir? Kürdistan’da bir statüko değişimini ön görmek mümkün mü? Kürtlerin her dört parçadaki statüleri nasıl şekillenebilir? Zaten Türk devleti sınırların değişeceği korkusu ile birçok girişimde bulunuyor.
Sondan başlayalım. Erdoğan her şeyi kendine yontuyor zaten. Orada Filistinliler boğazlanıyor ve o 'Asıl hedef benim' diyor. Bu durum, megaloman bir düşüncenin tezahürü olarak okunabilir. Sanki dünyadaki her şey onunla ya da Türkiye’yle ilgili. Baştan söyleyeyim, böyle bir şey yok. İktidar bu popülist söylemle etrafını tahkim etmeye çalışıyor. Her zaman yaptığı gibi 'Dış güçlerin, İsrail’in, Batının saldırısı altındayız' diyor. Bu popülist söylem özellikle eleştirel yetisini yitirmiş kesimlere Erdoğan’ın etrafında birikme vesilesi oluyor. İsrail-Filistin savaşının haliyle Türkiye üzerine birçok etkisi olacaktır. Bu sadece göçmen meselesi değil. Şu an Lübnan boşalıyor ve insanlar Suriye’ye göçüyor. Yarın Suriye savaşın içine çekilirse, Türkiye dışında bir çıkış kapısı da yok. Bu İsrail’in Türkiye’ye direkt saldırısı değil. Ama bu savaşın, Türkiye’nin üzerinde mücadele ettiği Irak ve Suriye üzerine etkileri olacaktır. Dolayısıyla hem Kürtler hem de Türkler etkilenecektir. Nihayetinde Irak ve Suriye, İran’la İsrail arasındaki savaşta çatışma alanları. Ya da Batı ile İran arasında bu iki ülke çatışma alanları oldu, olacak. Irak’ta yüzde 60 Şii nüfus var ve İran, Irak siyasetine hakim. Suriye’de Nusayri nüfusu az, yani mezhepsel bağ daha zayıf ama Esad iktidarda. Sünni ve Kürt nüfus daha fazla olmakla birlikte Suriye’de de İran bariz bir nüfuza sahip. Buralarda milisleriyle, komutanlarıyla aktif olarak savaşıyor.
Önümüzdeki dönemde Suriye’de işler çığırından çıkabilir. Hatta eğer İsrail ile Esad arasında tam bir savaş çıkarsa, Esad’ın devrilmesi tartışmaları tekrar gündeme gelebilir. İsrail, İran’a direkt saldırabilir, ancak rejim değişikliğini getirecek büyük bir saldırı olacağını düşünmüyorum. Ne Avrupa ne de ABD çok dağılmış bir İran’ı görmek istemez. Çünkü böylesine bir saldırı bütün bölgesel dengeleri, petrol dengelerini, her şeyi alt üst edebilir. İsrail milliyetçileri istedi diyen kimse İran’la savaşmaz. Zaten normalleşmeye çalışıyorlar. Ama İsrail’in İran’a saldıracağı en uç senaryoda Rojhilat’taki Kürtler için yeni bir durum söz konusu olabilir. Bazı Kürtler bu konuda ilginç bir bekleyiş içerisindeler. Çok da gerçekçi değil. Yani Kürtler, Irak ve Suriye’de benzer dış müdahalelerin ortaya çıkardığı dinamiklerden bir şekilde tarih ve siyaset sahnesine çıktılar. Birinci ve İkinci Körfez savaşlarından sonra Güney Kürdistan; Suriye’deki müdahaleden sonra Rojava deneyimi ortaya çıktı. Benzer bir durumun İran’da gerçekleşmesi, en azından şu an itibariyle çok ihtimal dahilinde değil. Yani savaş çok büyümeden, Batı bu savaşı kontrol altına almaya çalışacaktır.
Bütün bu gerilimlere rağmen hem Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve İran arasında hem de ABD ile İran arasında normalleşmeye dönük çalışmalar devam ediyor. Kırk yıldır her türlü ambargoyla İran’da bir rejim değişikliği yapamamış Batı, İsrail istedi diye İran’ı darmadağın etmez. Suriye dağıldı ve neredeyse Avrupa Birliği paramparça olacaktı. İngiltere Brexit ile AB’den çıktı. Avrupa içerisinde bir sürü sorun yaşandı. Irkçılık hortladı. Suriye 20 milyonluk bir ülke bile değildi. Bir milyon 650 bin kilometre kare ve 90 milyonluk İran’ın dağılması durumunda etkileri özellikle Avrupa için çok sarsıcı olacaktır. Bu anlamda bir beklenti çok mantıklı değil.
Fakat İran ve Türkiye’nin müdahil olduğu, Irak ve Suriye’nin savaş alanı olduğu bir denklemde tabi ki Kürt siyaseti çok etkilenecektir. Kürdistan dört parça. Irak ve Suriye savaş alanları, İran ve Türkiye de bu alanlara iyice girmiş durumda. Her iki ülke, Suriye ve Irak’ta askeri olarak etkin varlık gösteriyor. Yani Kürtlerin yaşadığı bütün coğrafya şu an savaş coğrafyası. Kürdistan üzerinde kalıcı ve sarsıcı etkileri olur. Acilen Kürtlerin, Kürt örgütlerinin bir araya gelip bunun üzerine düşünmesi lazım. Bu bölgesel kızıl kıyamet, bu kan ve vahşet içerisinde siyaseten Kürtler için bazı imkanlar ortaya çıkabilir. Ama tehlikeler de çok büyük. Şunun da altını çizmek gerekiyor. Ortadoğu’da İsrail’e dönük artan bu öfke Kürtlere de yönelebilir. Bölgesel dinamikleri okuma ve pozisyon almakta çok dikkat etmek lazım.
Türkiye denklemine dönecek olursak. Türkiye, NATO müttefiki, aynı zamanda Avrupa Konseyi üyesi. Ancak Kürt sorunu başta olmak üzere Kıbrıs sorununu halletmiş değil. Irkçılık artıyor ve ekonomik krizle, toplumsal çürümeyle karşı karşıya. Batılı güçlerin Türkiye’yi değişime zorlama ihtimali nedir?
Batı liberal, hukuku esas alan, biraz demokratik bir Türkiye’yi çıkarlarına uygun görüyor. Bunu da söylüyor. Fakat açıkçası Türkiye’de hukuk, demokrasi, insan hakları niye yok diye çok fazla da çaba içerisine girmiyorlar. Türkiye, Avrupa Konseyi’nden neredeyse atılma noktası gelmiş. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uymuyor. 2017’de Türkiye, Avrupa Konseyi Parlamentosu tarafından izleme sürecine alındı. Türkiye’de hukuk, demokrasi ve insan hakları alanında çok gerileme var. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile siyasi ilişkileri askıda. Katılım müzakereleri uzun bir dönemdir yok. Fakat Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ekonomik ilişkileri alabildiğine özellikle pandemi sonrası üretimde derinleşerek devam ediyor. Türkiye ekonomisinin üçte ikisi yani yüzde 65’i Avrupa Birliği ile entegre olmuş. Avrupa pazarları için mal üretiyorlar. Her ne kadar sermaye çıkışı da olsa, Türkiye’de iş yapan, ticaret yapan çok fazla Avrupalı firma bulunuyor. Küçücük Hollanda’nın bile 1,700 civarında şirketi Türkiye’de aktif. Bankacılık sistemi konusunda İtalya ve İspanya verdikleri paraları çekse Türkiye krize girer. Yani önemli bir finansal bütünleşme de var. Özetle, siyasi, kültürel ve değerler anlamında Batı’dan mesafe alırken, ekonomik anlamda her ne kadar Gümrük Birliği güncellenmemiş de olsa Batı’yla daha fazla entegre olmuş bir Türkiye var. Diğer tarafta da Türkiye güvenlik alanında NATO ile çok sıkı ilişki içerisinde. Yakın dönemde Avrupa ve Batıdaki tartışmaları gördük. Türkiye, NATO içerisindeki gücünü tahkim edip, gösterdi. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılma sürecinde bunu yaptı.
Türkiye’nin stratejisi Batı’yla ekonomi, ticaret ve güvenlik alanında, yani daha reel siyaset alanında birlikte çalışmak. Değerlerle ilgili olan, yani demokrasi, hukuk, insan hakları, siyasi sistem gibi alanlarda Batı da Türkiye’yi çok zorlamama stratejisi yürütüyor. Açıkçası, Batıdaki durum bu. NATO, Türkiye’deki demokrasiyi umursamıyor. Avrupa Birliği’nin ekonomik teknokratları bunu önemsemiyor. Kuruluş sebebi demokrasi, hukuk ve insan haklarını üye ve üye olmaya aday ülkelerde tesis etmek olan Avrupa Konseyi’nin bile pek çok kararını tanımayan Türkiye’ye karşı yaklaşımı gayet yumuşak. Şu ana kadar Türkiye’ye tek bir yaptırımda dahi bulunmadı. Hal böyle olunca bu mevcut statükoyu devam ettirirler. Türkiye’nin illaki değişmesi için çok fazla çaba göstermezler. Ancak Türkiye’nin iç dinamikleri bir değişimi zorlarsa Batılıların daha aktif, daha görünür bir şekilde bu mücadelelere destek olmaya çalışacaklarını görüyoruz. Yani değişimi arzulayan ve zorlayan iç dinamikler olmadan dışsal bir itme siyaseti ciddi biçimde Batı’da sorgulanıyor. Bu sadece Türkiye ile ilgili bir durum değil. Afganistan, Irak, Libya, Suriye gibi bir sürü ülkeyi darmadağın ettiler. Ama hiç birisine de iddia ettikleri demokrasi ve hukuk gelmedi. Dolayısıyla Türkiye’yi dışarıdan dönüştürme tartışmaları çok gerçekçi değil.
Ortadoğu’da çözüme dair Kürtler dışında kimsenin bir proje ve de çabasının olmadığını söylediniz. Rojava’da Kürtler Sayın Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm düşüncesini sorunların çözüm reçetesi olarak uygulamaya çalışıyorlar. Artan milliyetçiliğe, savaşlara ve Ortadoğu’da giderek derinleşen bu krize karşı sizce Demokratik Konfederalizm bir çözüm yolu mu?
Elbette bir arada nasıl yaşayabileceğimizin modellerini konuşmamız lazım. Demokratik Konfederalizm, Sayın Abdullah Öcalan’ın önerdiği bir model, bir tartışma. Önü kapalı bir tartışma da değil. İnsanların birbirini öldürmeden, boğmadan, toplumsal hiyerarşilerin azaldığı; ekonominin, siyasetin ve toplumun da demokratize edildiği; bir taraftan da ütopik bir proje. Hem bu öneriyi çokça konuşmak hem de bunun daha zenginleştirilmesi için bir takım tartışmalar yürütmek gerekiyor. Şu an Ortadoğu’da gerçekten o kadar fazla sorun, sıkıntı, çatışma dinamikleri var ki. Ama uzlaşma, yan yana durma, yan yana yaşamaya dair bir fikir jimnastiği bile yok. Bu açıdan milliyetçi, kutuplaştırıcı, toplumları geren söylemlerden ziyade toplumların bir birine saygı içerisinde demokratik bir zeminde yan yana yaşayabilecekleri -ki birbirlerini sevmeye bile gerek yok- ama birbirlerini boğazlamayacakları, öldürmeyecekleri, birbirlerine şiddet uygulamayacakları, birbirlerine kendi siyasal ajandalarını dayatmayacakları demokratik toplum ve siyaset modelleri üretmek gerekiyor. Kürtler bu konuda deneyim, söylem ve mücadeleleriyle ortaya bir tartışma koyuyor. Ortadoğu’daki savaş tamtamları, demagoji, sağcılık, milliyetçilik bu sesin şimdiye kadar duyulmasını pek mümkün kılmadı. Umalım yaşadığımız bu musibetler barış içinde ve özgür bir şekilde bir arada yaşama tartışmasının daha güçlü yapılabilmesi için bir vesile olsun.