Suriye’de ulus-devlet anlayışı dikiş tutmaz

Dosya Haberleri —

Suriye savaş/ foto:AFP

Suriye savaş/ foto:AFP

DEM Parti İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek ile Suriye'deki son gelişmeleri, Türk devletinin amaçlarını ve izledikleri politik hattı konuştuk

  • Suriye-Rojava ve Ortadoğu halklarına yüzyıl önce dayatılan statükonun benzerine izin vermemeliyiz. Sonuçta, mevcut statüko çatırdarken bölgede yine ulus-devletlerin ve küresel güçlerin egemenlik çıkarlarının lehine, halkların aleyhine bir durum dayatılıyor. Ortadoğu halklarının ortak çıkarlarını gözeten çözüm modeliyle Özerk Yönetim bir buz kıran görevi görüyor.
  • Türkiye’nin bugünkü tüm hamleleri de Kürt halkının inkârı ve imhası üzerinden inşa edilen sistemin devamı üzerine kurulu. Kürt düşmanlığını, Türkiye halklarının çıkarı olarak değil de Türk egemen sınıflarının çıkarı olarak görmemiz gerekiyor. İktidarın ‘büyük Türkiye’ vizyonu, halkı açlığa, yoksulluğa ve geleceksizliğe mahkûm ediyor.
  • HTŞ lideri Colani, “Devrimden devlete geçiyoruz” dedi. Bu devlet, sorunların çözümü değil müsebbibi olan ulus-devlet anlayışının tekrarı veya kötü bir kopyası olursa tekrar dikiş tutmayacak; yeni acıların önünü açacaktır. Bizler ulus-devlet çözümlememizle birlikte yıllardır “Bütün kötülüklerin kaynağı ulus-devletçi zihniyet ve yapılanmalarıdır” diyoruz.

MEDİNE MAMEDOĞLU

Suriye ve Rojava'daki gelişmeler, Heyet Tahrir Şam'ın (HTŞ) 27 Kasım'da Halep ile başlayıp ardından diğer kentleri kontrol altına alarak Esad rejimini devirmesinin ardından Ortadoğu'nun geleceği açısından kritik bir dönemece girdi. HTŞ gibi cihatçı gruplar üzerinden Suriye'de yaratılmaya çalıştığı yeni düzen, bir yandan bölgedeki halkların özgürlük mücadelesine yönelik tehditler oluştururken, diğer yandan kapitalizmin küresel krizine dair yeni çıkarlar peşinde koşan güçlerin rolünü de gün yüzüne çıkarıyor. Gelinen aşamada Suriye ve Rojava, yani Kuzey ve Doğu Suriye, sadece devletlerin egemenlik savaşlarının değil, aynı zamanda halkların geleceğine dair önemli bir mücadele alanı haline gelmiş durumda. Yaklaşık bir aydır süren bu kriz aralığını, Türkiye’nin amaçlarını ve izledikleri politik hattı Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek ile konuştuk.

 

 

Suriye ve Rojava’daki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Emperyalist devletlerin HTŞ ve benzeri çeteler eliyle Suriye’de yaratmak istedikleri tabloyu nasıl görüyorsunuz?

Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi, sonuçları itibarıyla dengenin ABD-İsrail-İngiltere lehine değiştiğini gösteriyor. Bu durumu, uzunca bir süredir Suriye sahasında etkin olan Rusya’nın Ukrayna savaşıyla, İran’ın da İsrail’in Hamas-Hizbullah-Lübnan’a yönelik saldırılarıyla güçten düşmesinin etki ettiği yeni gerçeklik olarak ifade edebiliriz. Uzunca analizler yapılabilir bu konuda ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tarihin sonunu ilan edenlerin aksine, kapitalizmin kendi yapısal krizlerinin ve buna bağlı olarak küresel hegemonya savaşının sonuçlarını yaşıyoruz. Kapitalizm, sistematik krizlerini aşmak için tarih boyunca ilkel birikim yöntemlerini güncelleyerek devreye soktu. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın arka planında bu krizin ve jeo-politik güç matrislerinin olduğunu biliyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşandığı günümüzde ise kapitalizmin sistemsel krizini aşmak üzere bir kez daha şiddet yayılıyor ve savaş kapitalizmin krizini aşması için bir anahtar olarak görülüyor. 

Bu denklemde dün olduğu gibi bugün de bizim işimiz, Suriye-Rojava ve Ortadoğu halklarına yüzyıl önce dayatılan statükonun benzerine izin vermemek olmalı. Sonuçta, mevcut statüko çatırdarken bölgede yine ulus-devletlerin ve küresel güçlerin egemenlik çıkarlarının lehine, halkların aleyhine bir durum dayatılıyor. Ortadoğu halklarının ortak çıkarlarını gözeten ve bu temelde sunduğu çözüm modeliyle Özerk Yönetim bir buz kıran görevi görüyor. Tam da bu karakterinden dolayı Ortadoğu’da bir bütün olarak halkların bir arada yaşamına dair ilham veren Kürt siyasi hareketinin tasfiyesi hedefleniyor. Dolayısıyla, Rojava’ya veya daha dar anlamda Kobanê’ye bakarken bir yandan kapitalizmin sistemsel krizini aşmak üzere harekete geçiş zihniyetine bakmak, diğer yandan da bir arada, eşit, demokratik ve özgürlükçü yaşamı inşa edebilmenin iradelerimizle ilgili olduğunu görmek gerekir. Hatırlarsanız, Kobanê’ye yönelik DAİŞ saldırılarında Türkiye ve dünya halkları dil, din, ırk, kimlik gözetmeden Kobanê halkıyla dayanışma içerisinde olmuş, 21’inci yüzyılın demokratik uygarlık kapsamındaki büyük zaferi herkesin katkısıyla Kobanê’de yazılmıştı. Ve yine hatırlarsanız tüm dünya halklarının vicdanının, ortak değerlerinin Kobanê’de buluşması, Kürt halkının her açıdan direnişinin ve toplumsal olarak ayağa kalkışının sonucunda oldu.

Peki Suriye’de yaratılan bu yeni düzen AKP-MHP iktidarının iddia ettiği gibi Türkiye halklarının çıkarına mı?

Dünya halkları nezdinde saygınlık mertebesine ulaşmış ve devletlerin göz ardı edemediği Kürt ve Kürdistan kimliği, tersine AKP-MHP iktidarınca “terör” aralığına sıkıştırılmaya çalışılıyor. Aslında bu yönüyle Türkiye, büyük bir yalnızlığı da yaşıyor. Dolayısıyla güncel tartışmalara atfen kendisini güncellemesi gereken Kürt Özgürlük Hareketi değil, Türk ulus-devletçi sistemin kendisidir. Türkiye’nin bugünkü tüm hamleleri de Kürt halkının inkârı ve imhası üzerinden inşa edilen sistemin devamı üzerine kurulu. Kürt düşmanlığını, Türkiye halklarının çıkarı olarak değil de Türk egemen sınıflarının çıkarı olarak görmemiz gerekiyor. İktidarın ‘büyük Türkiye’ vizyonu, halkı açlığa, yoksulluğa ve geleceksizliğe mahkûm ederken sadece bir avuç sermayedarı zengin ve huzurlu kılıyor. Karşısında mücadelesini yürüttüğümüz ‘demokratik Türkiye’ mücadelesi ise bu rant-talan sisteminin kökünü kurutacaktır. Kimlik meselesi olarak ifade edilen Kürt meselesinin ideolojik, sınıfsal boyutu da tam olarak budur. Sayın Öcalan’ın yıllar önce belirttiği gibi; “Türk halkının çıkarlarıyla Türk egemenlerinin çıkarı aynı değil. Kürt eziliyor ama Türk de sindiriliyor. Bu sebeple Kürt kurtulduğu gün Türk de kurtulacak.” Tam da bu gerçekten hareketle, Kürt meselesinin demokratik çözümü Türkiyeli demokrasi güçlerinin ve Türkiye toplumunun öz sorunudur. Yüzyıldır sürdürülen Kürt inkarcılığının günün sonunda Türkiye halklarına da bir kâr getirmediğini mevcut kriz ortamı fazlasıyla gösteriyor zaten. Esasında, Türkiye siyasi tarihinin yakın geçmişinden bugüne doğru geldiğimizde iki gerçekliği görüyoruz; birincisi Kürt düşmanlığını temel alan politikalar, Türkiye’nin geneline yoksulluk, otoriterleşme ve baskı olarak dönüyor. Buna ‘bumerang etkisi’ deniyor. İkincisi; Türkiye’deki inanç, emek, kimlik eksenli itirazlar ile Kürt halkının mücadelesinin eş zamanlı olarak yükseldiği dönemde toplumun ezilen kesimleri devletçi eğilime karşı kazanımlar elde ediyor.

 

 

Türkiye, Suriye’de gelişen bu yeni süreçten ne gibi bir kazanç umuyor? Sonraki adımlarını öngörebiliyor musunuz?

İçinde bulunduğumuz tarihsel aralıkta, Türk egemen sınıfları ve bu sınıfın temsilcisi AKP-MHP iktidarı, Suriye’deki mevcut konjonktürü Özerk Yönetimi’in tasfiyesiyle sonuçlandırmak istiyor. Bunu sağlamak için de Suriye’de yönetimi ele geçiren HTŞ ile temaslarını hızlandırarak, Esad döneminde başaramadığını şimdi başarmaya çalışıyor. Bir özel savaş söylemi olarak Türkiye’de geliştirdiği “milli birlik bütünlük” safsatasını, Suriye’de de geliştirmeye amaçlıyor. Türkiye’de ve Suriye’de ayrılıkçı olmayan Kürt siyasetini ülke bütünlüğüne tehdit olarak göstererek tüm güçlerin hedefi haline getirmek istiyor. Oysa ki, Kuzey ve Doğu Suriye’deki Toplum Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine ve Sayın Öcalan’ın önceki diyalog süreçlerindeki çözüm önerilerine baktığınızda böylesi bir şeyin sadece AKP-MHP iktidarının özel savaş söylemi olduğunu görürsünüz. Nitekim bugün 205 civarında devletin, yüzlerce devlet dışı öznenin, sayısız toplumsal direniş dinamiğinin bulunduğu yeryüzünde Suriye’yle ilgili Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne ‘bölücü’ parantezi açan tek siyasi öznenin AKP iktidarı olması bile başlı başına bu safsatanın kanıtıdır. Bu da politika tercihlerinin değişmemesi durumunda, her geçen gün AKP iktidarını ve onun şahsında Türkiye’yi daha fazla yalnızlaştıracaktır. Kürt meselesinin demokratik çözümünü ıskalamış bir Türkiye içe kapanmaktan ve krizlerle boğuşmaktan yakasını kurtaramayacaktır.

Şunu da belirtmek gerekiyor; Türkiye’deki iktidar, kendisinden önceki iktidarların yüzyıldır yaptığından başka bir şey daha yapıyor, o da şu: Suriye’deki gelişmeleri, iç siyasette toplumun militarizasyonunun manivelası haline getirerek, kendi iktidarını bu yolla tahkim etmeye çalışıyor. Kürt düşmanlığı üzerinden inşa edilen bu milliyetçilik ise özünde sistemini dün olduğu gibi bugün de küresel sermaye düzenine eklemlemekten başka bir anlama da gelmiyor. Kürt inkarcılığı üzerinden bina edilen sistem karşılığında da kapitalist-emperyalist güçler sınırsız gardiyanlık rolünü oynuyor. Aslında Dışişleri Bakanı, Özerk Yönetim için sık sık “ABD’ye gardiyanlık yapıyor” derken, kendi tarihsel rollerini ele veriyor. Hatta daha ileri gidiyor ve Genelkurmay Başkanı doğrudan ABD’ye hitaben “IŞİD ile mücadeleyi biz üstlenelim” diye açık teklifte bulunuyor. “Kürt, gün yüzü görmesin de ben her türlü gardiyanlığa, köleliğe razıyım” diyor özetle. Ancak bu gerçeği Türkiye halklarından saklıyor. Medya kartelleri eliyle bir yandan gerçekleri saklıyor diğer yandan her türlü dezenformasyonu uyguluyor. Yani, Kürt halkına yüzyıl sonra bir kez daha ‘sömürge hukuku’ dayatırken, Türkiye halklarını da savaşla hipnotize edip ‘uyruklaştırmaya’ çalışıyor. Odağı Kürt karşıtlığına kurup ‘beka’ söylemine dayanarak Türkiye halklarını açlık, yoksulluk ve yurttaş olmaktan kaynaklı hak taleplerinde sessizliğe sevk etmek istiyor. ‘Beka’ için Amed’den havalanan askeri jetlerin bir kalkışının maliyeti, asgari ücreti doğrudan etkileyerek özünde emekçinin, çalışanın ve bir bütünen toplumun gerçek beka tehdidini oluşturuyor.

DAİŞ zihniyeti, yeni adıyla HTŞ bölgedeki tüm halkları ve inançları tehdit ediyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

HTŞ lideri Colani, “Devrimden devlete geçiyoruz” dedi. Bu devlet, sorunların çözümü değil müsebbibi olan ulus-devlet anlayışının tekrarı veya kötü bir kopyası olursa tekrar dikiş tutmayacak; yeni acıların önünü açacaktır. Bizler ulus-devlet çözümlememizle birlikte yıllardır “Bütün kötülüklerin kaynağı ulus-devletçi zihniyet ve yapılanmalarıdır” diyoruz. Birileri hemen yine ayağa kalkabilir bu sözler karşısında. Ama kimse unutmasın ki yüzyıldır Ortadoğu’yu kanın, acının, gözyaşının, göçün coğrafyasına çeviren ve sözde temsil ettikleri Arap, Fars ve Türk halkına en büyük kötülüğü yapan Arap, Fars ve Türk ulus-devletleridir. Devrimden bu yana bölgenin en huzurlu, iç barışı gelişkin yerinin Rojava olması da savunduğu Demokratik Ulus çözümünden ve bunun siyasi-idari yönetim biçiminden kaynaklıdır. Dolayısıyla Colani’nin deyimiyle ‘devlete geçiş’ aşamasında yapılacak ilk şey, devleti demokrasi, eşitlik, adalet ve özgürlük değerlerine duyarlı kılmaktır. Aksi durumda oluşan yeni devlette biçimsel değişiklikler olacak, temsil edenlerin yüzleri değişecek ama içeriği ve karakteri aynı olacaktır.

 

* * *

Çözüm İmralı’da kilitli

Sayın Abdullah Öcalan’ın öngördüğü durum ve koşulların bugün yaşandığını görüyoruz. Bölgede barış ve huzur ihtimalinin Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasıyla nasıl bir ilişkisi var?

İmralı tecridinin temel amacı zaten Kürt sorununda inkâr ve tasfiye konsepti yaratmak. Sayın Öcalan’ı İmralı’da mutlak tecrit altında tutmak, devlet ve iktidar açısından çözümsüzlükte ısrar; Kürt Hareketi’nin demokratik-toplumsal çözüme dayalı mücadelesini, bu mücadele aklını denklem dışına çıkarmak demek. Bu aynı zamanda Kürt halkı ve Türkiye halklarının çözümsüzlük girdabında can çekişmesi ve adeta maddi-manevi işkence sisteminde tutulması anlamına geliyor. Dolayısıyla, İmralı tecridine karşı mücadele, çözüme ve demokratikleşmeye dair bir mücadele olarak görülmeli.

Bu konuda Türkiye nasıl adımlar atmalı? Tecridin kaldırılmaması hem bölge hem de ülke açısından nasıl tehditler barındırıyor?

Sistem ya bugüne kadar olduğu gibi mevcut politikalarda ısrar ederek krizi derinleştirecek ve toplumu zehirleyecek ya da Kürt dinamiğini bir demokratik dinamik olarak kabul edip demokrasiyi esas alacak. İkincisinin gerçekleştirilmesi için yıllardır varımızı yoğumuzu veriyoruz. Artık kabul edilmeli ki İmralı işkence sistemi, topluma dönük bir işkenceye dönüşmüştür. Çünkü bu kadar savaştan, kandan beslenen rantçı-talancı siyasal yapı karşısında tek gerçekçi çözüm, sistemin Kürt halk gerçeği ve onun siyasal temsilcileriyle yüzleşmesidir; onu kabul etmesidir. Sadece kabullenmek de yetmez; hem tecridi kaldırmak hem de Sayın Öcalan’ın demokratik çözüme katkı sağlamasının zeminini de yaratmak gerekir. Son dönemlerde iktidar ve medyası tarafından sanki bir görüşme olursa her şey bitecek gibi bir algı operasyonu yürütülüyor. Oysa dünya barış deneyimlerine de baktığımızda, bu sürecin zaman ve emek gerektiren, bazı gerekli koşulların sağlanmasını zorunlu kılan aşamaları var. Bu sebeple önce mutlak tecrit kalkmalı, Sayın Öcalan için sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları oluşturulmalıdır.

Bu koşulların sağlanması ya da mutlak tecridin ortadan kaldırılması, iktidar ve resmi muhalefet açısından dar partisel çıkarların, hamasetin konusu yapılmamalı; tersine, toplumu her açıdan güçten düşüren tarihsel bir soruna çözüm aklı temelinde ele alınmalıdır. O nedenle, burjuva medyasının yaptığı gibi ne ‘terör’ sorunu olarak ne de iktidar güçleri arasında bir ayrışmanın sonucu olarak görülmelidir. Sistemsel bir sorun olarak ele alınmalı, yüzyıllık tekçi sistemin kendisinin yarattığı bir sorun olarak tariflemeli, çözümle de tüm kurum ve kuruluşlarıyla yine sistemin kendisinin yüzleşmesi gerektiği kabul edilmelidir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.