Min go Özgür Politika...
Toplum/Yaşam Haberleri —
- Sevgili dostlar, gazetemizle dayanışan güzel insanlar, bu zor dönemde iyi ki geldiniz, gazete olarak size teşekkürü bir borç biliriz. “Te go çi?” “Min go Özgür Politika!”…
ROJBİN KURT/MAINZ-Fotoğraflar: Şahin BOZLAR-Deniz BABİR
Günlerdir hazırılığı yapılan Özgür Politika ile Dayanışma Gecesi önceki gün Almanya’nın Mainz kentinde yapıldı. Gece dediğime bakmayın, baya baya gündüzdü. Programın akışıyla, şarkılarla gün geceye evrildi. Hem neden bu tür programlara gece denildiğini de hiç anlamıyorum. Öğlenden sonra üçte başlayan programın gecesi mi olur? Neyse çok karıştırmayayım. Biri bir şey söyleyince herkesin fikri geliyor, sonra havada uçuşan fikirleri toparlayamıyor insan. Sadede geleyim, sağolsunlar gazetemizin istihbarat servisi Arzu ile Pervin arkadaş, yeteneğim olduğunu varsayarak gecenin izlenimini bana bıraktı. Onları unutmayacağım?!? Ben de, “Ser çawa” dedim, görev görevdir diyerek işe sarıldım.
Gazetedeki hesap geceye uymadı
Geçmişte yapılan Özgür Politika ile Dayanışma Geceleri’nin çok iyi ve güzel geçtiğini duyduğumdan içim rahat. Böyle bir gecenin izlenimini yazmak beni sevindirdi. O yüzden geceye erken gidebilmek için bir gün önceden çalışmaya başladım. Amacım ‘geceye’ erken gitmek, mümkünse kapıda misafirleri karşılamak, ortamı görmek. Yani kimse gelmeden mekanı tanımak istedim. Ne de olsa yazılacak izlenim için görülmesi ve izlenmesi gereken bir program ve izleyicinin profili lazım. Şart yani. İzleyici profilini bilmiyor, davranışlarını gözlemleyemiyorsan hema bir şey yazma. Zaten herkes sanatçıları tanıyor, onların profili belli. Peki ya geceye katılanlar, izleyenler, destek verenler… Yavaş yavaş oraya geleceğim. Nerede kalmıştık? Gece diyordum; evet geceye erken gitmek için bir gün sonra kadın sayfasında yayınlanacak olan Samira’nın hikayesi üzerine çalıştım. Tamam dedim, yarına hazırım. Ertesi gün gündemde eksiklikler tespit edilence yeni baştan çalıştım. Ayrıntılarına girmeyeceğim ama geceye geç kaldım. ‘Geceye’ giriş planlarımı yel aldı.
Yıllara meydan okuyan nameler
Neyse ilk işini bitiren kadın grubu olarak yola çıktık. Yolda gecenin başladığını ve sanatçı Farqîn’in sahne aldığını öğrendik. Az biraz gerildim ve tabi insan gerilince yanındakini de germeden edemiyor, hayat işte!?! Sağolsun Fehim hoca (Fehim Işık) salondan çekim yapıp internete atmış. Sayesinde yol boyunca Farqîn’i dinledik. Dilinden dökülen “Xerîb im ez xerîb im” namesi yıllara meydan okuyor. Eskimeyen bir namedir. Her dinlediğinde seni yüreğinden bir farklı vurur.
Bir an arkadaşlar dönüp, “Eeee Farqîn Azad sahne aldıysa, Ferda Çetin kesin konuşmuştur. Şimdi ne olacak?” Arzu hemen cevap veriyor, “O iş Berdan’da, sen rahat ol.”
Ve sonunda salondayız
Ve sonunda salonun önüne varıyoruz. Çiğdem arkadaş hemen araba sayısına bakarak, “katılım az” diyor. Ben buna bir bakışta durumu anlamak ya da özetlemek derim. İnsanın bakış açısı bu kadar mı keskin olur. Keşke yanılsaydı. Ama nııç! İnsan bazen haklı çıkmaz istemez ya işte bu an o anlardan biriydi. Derin bir nefes alıp, salonun kapısına varıyoruz. Yan tarafta açılan yemek standı tuhafı ma gidiyor. Acaba diyorum, içeri de olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Yağmur da yağıyor, nasıl dışarıda yemek yiyecekler? (Burayı unutmayın. Tekrar döneceğim.)
İçeri girer girmez, merdivenlerden inip-çıkan insanları görüyorum. Şaşırıyorum. Program başlamış ama insanlar gelip gidiyor. Bu nasıl iştir diye düşünüyorum. Özgür Politika’nın gecelerinde böyle şeyler olmaz genelde. En azından ben öyle biliyorum. Genelde izleyici, sahne programını takip eden ve gerçekten müziğe, okumaya değer veren bir kitle gelir geceye. Bu gecenin temel özelliği budur. Bendeki durum, hani bu her sıkıştıklarında, “Her işte bir hayır vardır” deyinlerin durumu.
En çok hangi kitaplar okunuyor?
Salonun alt katında standlar açılmış. Meyman Yayınevi gelmiş. Bizi yalnız bırakmamışlar. Selam veriyorum tanıdıklar var. Eski arkadaşım Kemal gelmiş taaa Krefeld’den. Yayınevine yardımcı oluyor. Kitap standında gözüme Hatice Çoban çarpıyor. Hatice Çoban, Atakan Mahir’in (İbrahim Çoban) ablası. Atakan Mahir’in yayınlanan “Kalbimin Hikayesi” kitabını okuyucular için imzalıyor.
“En çok hangi kitaba ilgi var” diye soruyorum. Son süreçte yayınlanan Besê Anuş’un mücadelesini anlatan “Besê” kitabı, Atakan Mahir’in “Kalbimin Hikayesi”, Kasım Engin’in “Tarih Şimdidir- Kürdistan tarihine özlük bakış”, Hatip Dicle’nin Efrîn direnişini anlatan “Efrîn’in Direniş Günlüğü” ve Rûken Bingöl’ün gerilla günlüğü “Yüreğimin Güncesi” en fazla talep edilen kitaplar arasında.
Keçi inadı Kürt’ün inadının yanında nedir
Tabi romanlara da ilgi az değil. Kitap almak için bakınan bir vatandaşa soruyorum. Sence hangi kitabı almalıyım? Bir an afallıyor. Sonra kendini toparlayıp, bu dönemin siyasetini anlamak istiyorsan, “Kimin İslamı”, “Tarih şimdidir-Kürdistan tarihi”, “Kürt milliyetçiliği”ni oku diyor. Merakla soruyorum, “Siz en son hangi kitabı okudunuz?” “Bülbülü öldürmek” diyor. Sonra “Kimin İslamı” üzerine ufak bir kriz çıkıyor. Avrupa baskısı ile Türkiye baskısı arasındaki sayfa sayısı Giessen’den gelen Medet arkadaşın kafasını karıştırıyor. Kitap standında bulunan arkadaş bu karışıklığı düzeltemediği için az biraz geriliyor.
Onları uzaktan izleyen Ali arkadaş ise bana doğru eğilip diyor ki, “İki Kürt inançtı bir keçi gibi birilerine dikleniyorlar. Biri diyor ki, ‘Bugün perşembe’. Öbürü ise, ‘Hayır çarşamba’ diyor. Çarşamba diyen adam, aslında o günün perşembe olduğunu gayet iyi biliyor. Ama “İnat değil mi, çarşamba dediysem, çarşambadır. Gel de düzelt” diyor. Bu dünyada bildiğim bir şey varsa o da bir keçiyle asla baş edilemeyeceği. Ama en fazla da Kürt’ün inadıyla baş edilmeyeceğini geldiğim toplum itibarıyla biliyorum. Keçinin inadı mı, pehh!
Çocuklara özel alan şart
Yanımdan bir ufaklık geçiyor. Elinde tatlıyla kitaplara bakıyor. Yanında (tahminen) anne ve babası var. “O yediğin şeyin adı ne” diye soruyorum. “Bilmiyorum” diyor. İnceliyorum, durumun içinden çıkamıyorum. “İnsan bilmediği şeyi yer mi? Sanki tiramisu bu” diyorum. Annesi, “tavuk göğsü” diyor. Allahım tavuğun başına daha neler gelecek diye geçiriyorum içimden. Ufaklıkla bir fotograf karesi karşılığında vedalaşıyorum.
Merdivenleri çıkarken Nihal arkadaşın etrafında en 6-7 çocuk görüyorum. Bir an “Bunların hepsi benim çocuğum deme sakın” diyorum. “Hayır, hayır. İki tanesi benim” diyor bir çırpıda. Sonra ekliyor. “Bu tür gecelerde çocuklara özel bir alanın yapılması lazım. Kesinlikle önereceğim” diyor. Haklı, anneler böyle gecelerden mahrum kalmamalı. Sadece Özgür Politika ile Dayanışma Gecesi değil. Tüm etkinliklerde artık kadın ve çocuklara yönelik pozitif ayrımcılık uygulanarak, özel bölümler olmalı. Hatta bu bir kültür haline dönüştürülmeli. Tabi kültüre dönüşmesi gereken daha pek çok şey var. Fakat onları burada sıralamayacağım. Zamanı gelince söylerim.
Hakiki dinleyiciler en önde yerini almış
Salona giriyorum, Elêonore Fourniau sahne almış. Sahneden gelen ses tüm salonda yankılanıyor. Yeni geldiğiniz için sesin akustiği kulağınızın dibine bir tokat gibi çarpıyor. Beyin az biraz sarsılıyor. Ama merak etmeyin insan sonra alışıyor. Sahne ve sesin akustiği bir süre Elêonore’u zorluyor. Ama önde oturan hakiki dinleyiciler onu yalnız bırakmıyor. Sesinin güzelliği, müziği insanın ruhuna can veriyor. Güçlü bir ses ve güzel bir performans sergiliyor sahnenin ve salonun zorlu şartlarına rağmen…
İki sanatçının ahengi dinlemeye değerdi
Hele sanatçı Farqîn ile söyledikleri “Şîrîna min” şarkısına diyecek yoktu. Sanatçıların birbiriyle dayanışması, birbirinin sesine kattıkları ahenk gerçekten dinlemeye değer. Sanatçıların böyle dayanışmalar ihtiyacı var bence. Birbirini büyütmek ve yüceltmek… Neyse bu benim işim değil. Her şeye de burun dayamanın bir manası yok. Herkes kendi üzerine düşeni yapsa zaten kimseye iş kalmaz. Ben de işime dönüyorum.
Böyle yerlerde şiir vb. şeyler okumamak lazım. Ses akustiği iyi olmadığından okunan şey hiç anlaşılmıyor. Düşünün yani, Stêrk Tv’de spiker olan Berivan arkadaşın o güzel sesi bile o uğultulu yankı içinde arada bir kayboluyordu. Allahtan Berivan’ın bir endamı var, sahneyi dolduruyor duruşuyla. Anlıyoruz ki, bize bir şeyler söylüyor.
Pervin Çakar sesiyle herkesi mest etti
Kulise gidiyorum. Kuliste siyasetçi Bedia Özgökçe, sanatçılar Farqîn, Pervin Çakar ile geleneksel üflemeli çalgılar ustası Ertan Tekin oturmuş sohbet ediyor. Selamlaşıyoruz. Oradaki arkadaş da bizi tanıştıyor, gazeteci olduğumuzu söylüyor. Hal, hatır soruyorum. Yüreklerindeki sıcaklık yüzlerine yasıyor. Az biraz gerginler, hissediyorum. Pervin Çakar, ‘O sahnede ben ile Ertan’ın iyi bir resmini çek’ diyor. ‘Olur’ diyorum. Ve Pervin Çakar ile Ertan Tekin sahne alıyor. O uğultu salon bir an duruyor. Sesler azılıyor ve kulaklar sahneye dikiliyor. İlk bir iki strandan sonra seyirci de Pervin Çakar’a eşlik ediyor.
İlk kez Heyran Jaro’yu canlı seslendirdi
Pervin Çakar daha önce başka yerde söylemediği “Heyran Jaro” stranını seslendiriyor. Sahnede kaldığı süre boyunca her şarkısı büyük bir ilgi ve sevgile dinleniyor ve eşlik ediliyor. Salonun bir diğer yarısı da dolu olsa mükemmel bir ses çıkardı o salondan. O arada salona sanatçı Mehmet Atlı geliyor. Kulise geçmiyor hemen olduğu yerde oturup, o da Pervin Çakar’ı dinliyor. Pervin Çakar ile Ertan Tekin’in muhteşem performansı ardından gecemizin sunumunu yapan Berivan arkadaş Mehmet Atlı’yı sahneye çağırıyor.
Tüm çocuklar sahne önünde çiçek sırasında
Daha sahneye çıkmadan ter içinde kalan Mehmet Atlı, Avrupa’ya her geldiğinde soğuk almanın getirdiği dertten yakınıyor. Laf aramızda bende iki yıl boyunca Avrupa’da ısınamamıştım. Bir soba bulsam içine oturacak kadar üşüyordum. Allah kimseyi bu hale düşürmesin. Müzisyenleri tanıtıyor Mehmet Atlı, Engels’in şehri olan Wuppertal’dan Christopher ile Berlin’den Ahmet Dilgir ona eşlik ediyor. Gitarın yanında kemanın muhteşem sesi insanın duygularını şaha kaldırıyor. Geçmiş, gelecek tüm anılarını toplayıp o ana sığdırıyor. Müziğin ruhun gıdası olduğu sözü gerçekten doğru. Mehmet Atlı bir ara kız çocukların birine çiçek uzatıyor. Eyvah diyorum, başına aldı belayı. Ki nitekim öyle de oluyor. Çocuklar aldıkları çiçekleri annelerine veriyor. Anneler Günü’ydü malum.
Ütü odasında başlayıp dillere dolanan şarkı
“No çi halo” diyen Mehmet Atlı, şarkının hikayesini anlatıyor. “Ben 19 yaşındayken bu şarkı yaptım, şimdi 49’um. Sorunlarımız, acılarımız hala değişmedi” diyor özcesi. Hikayesini bilerek dinlediğin her şarkı sende bir iz bırakır. Sanırım bugün “No çi halo”nun hikayesini öğrenenler her dinlediklerinde o öğrenci odasını ve o masada duran gazeteleri hatırlayacak Mehmet Atlı ütü yaparken…
Acısıyla tatlısıyla gecenin ardından
Geceyi kapatıyoruz. Ama bazı şeyler söylemeden de edemeyeceğim. Söylemezsem karnım şişer, söyleyeyim de sorumlusunun karnı şişsin!?! Öncelikle bu gece için çaba sarf eden herkesin emeğine sağlık. Gazetemizle dayanışan her sanatçının, her müzisyenin yüreğine sağlık. İyi ki varsınız ve iyi ki geldiniz. O salonun uyumsuz akustiğine rağmen ses tekniğini kuran ve ilgilenen Agit arkadaşın emeğine sağlık. Tabi gazetemizin idaresini de unutmamak lazım. Bence en fazla Zahide arkadaşın eline sağlık demeliyim. Ne de olsa bir kısım yemek onun ellerinden çıktı.
Ha bir de söylemeden edemeyeceğim bir şey daha var. Arkadaş ya geceye gelmişsiniz ma bir yerde oturun. Ne bu gel-gitler, Medcezir olduk vallah. Kürtler hep mi böyleydi. Program var, sahnede sanatçı eserini seslendiriyor. Nereye gidip, geliyorsun bir dur. Kürtçe bazı deyimler var söylemek istemiyorum. O hani “bızot”la başlayan bir cümle var onu demek istemiyorum. Ama sormadan edemiyorum, nereye böyle? Bir de sanki bir birilerini hiç görmemişler gibi birlikte geldiği arkadaşı, eşi, dostuyla sürekli konuşma, sürekli konuşma… Madem siz konuşacaktınız, biz ne diye konuşmacı çağırıyoruz. Bir de hep birlikte konuşuyoruz. Ne olacak biz Kürtlerin hali!?! Anlıyorum, konuşmayı seviyoruz, ama evde konuşsak?!? Öperim yani sizi. Neyse korona daha bitmedi, başka zamana…
Sevgili dostlar, gazetemizle dayanışan güzel insanlar, bu zor dönemde iyi ki geldiniz, gazete olarak size teşekkürü bir borç biliriz. “Te go çi?” “Min go Özgür Politika!”…