Neden sevmedik, nesi eksik?

Kültür/Sanat Haberleri —

House of the Dragon

House of the Dragon

  • House of the Dragon, George Martin evrenini özleyenlere büyük vaatler sunan bir dizi olarak başlasa da, ikinci sezonunu devasa bir soru işaretiyle bitirdi. Üçüncü sezonda hikayenin hareketleneceğini düşünüp buna güvenerek sönük bir final izleten dizi, seyircisini kaybetmezse belki ortalama bir iş olarak finale doğru ilerler.

BİLGE AKSU

Yakın dönemin en çok takip edilen ve hayal kırıklığı denince akla ilk gelen işi Game of Thrones’du malum. Özellikle kitaplarla paralel akışın büyük oranda kaybolduğu 5. Sezondan sonrası, dizinin çoğu takipçisini tatmin etmemiş; son iki sezondaysa yapımcılar dahil hepimizi, ‘bitse de kurtulsak’ hissine gark etmişti. Yine de bu dizi evreninin seyircideki kredisi öylesine fazlaydı ki, üzerinden birkaç yıl geçmişken bir spin-off’unu, House of the Dragon’u merak ve heyecanla beklemiştik.

House of the Dragon (HOTD), ilk sezonu itibariyle bazı noktalarda endişe uyandırsa da, dizinin atmosferi ve vaat ettiği görsel tasarım oldukça rahatlatıcıydı. Zaten Game of Thrones (GOT) fanları, dizinin arka planındaki dedikoduları, ortaçağ estetiğini ve saray entrikalarını görmeye can atarken, üzerine bir de 10’dan fazla ejderhayla karşılaştıkları için epey mutluydu. Bu hikayede, GOT’taki başlangıcın, yani Baratheon İsyanı ve sonrasında gelişen Krallar Savaşı’nın yaklaşık 170 yıl öncesini izliyorduk. Targaryenler, Fatih Aegon’un mirasını daha çok ejderha ve daha kesin bir güçle sürdürürken, Viserys barışçıl bir hüküm fırsatını dahi bulmuştu. Dizinin uyarlandığı Fire And Blood kitabında Viserys’in müzmin hastalığının, dizideki gibi cüzzam değil de gut hastalığı olması da biraz buna göndermeydi.

Son derece vasat

İlk sezonu beklentileri karşılayacak biçimde sonlandıran dizi, maalesef bu hız çağının gereklerine ters biçimde, uzun bir ara verdi. 2022 sonbaharından geçtiğimiz Haziran’a kadar, yani 1.5 yılı aşkın bir süreyi kapsayan bu boşluk, izleyicilerin pek çoğunda olumsuz bir etki yarattı. Sezon boyu işlenen tüm çatışmalar, karakter tasarımları ya da kurulan özdeşlikler elbette zayıflamış, yeni gelen sezonda kimin kiminle ne yaptığına dair bilgilerimizi tazeleme ihtiyacı doğurmuştu. Bunu yapabilenler, bir nebze de olsa ikinci sezonun hikayesine girme imkanı buldu.

İlk elden, ikinci sezonun son derece vasat olduğunu belirtmem gerek. Bunların teknik sebeplerine yavaş yavaş geleceğiz fakat ilk sezona dahi pek de bayılmayan bir kitlenin içinde ben, diziyi savunan taraftaydım. Şu dakikadan itibaren, kimseye diyecek lafım yok. Üçüncü sezona kadar bu defteri üzülerek kapatıyorum…

Dizinin evreni

George Martin’in bitirmeye niyetinin olmadığı Buz ve Ateşin Şarkısı evreninde olaylar aşağı yukarı 10 bin yıla yayılıyor. İlk insanlardan önce, kuzeyin derinliklerinde dönüp duran hikayeler, Andallar, Ormanın Çocukları, Duvarın inşası ve sonrasında binlerce yıl süren bu düzen, bir sabah Fatih Aegon’un, “Kalkın mahvolduk!” diyerek Targaryen Hanesi’ni ayaklandırmasıyla bambaşka bir evreye giriyor. Baratheon İsyanından yaklaşık 300 yıl önce vuku bulan bu Aegon kalkışması, bizim bildiğimiz Westeros çağını başlatan şey oluyor. Bu noktada, GOT gibi devasa bir dizinin ardından sayısız spin-off’un belirmesi oldukça normal. Fakat tercih edilen ilk projenin HOTD olması ne ölçüde doğru, bu tartışılır.

Aslında mesele, çağlar boyu hikayesi anlatılan fakat Daenerys’e kadar ortalarda görünmeyen ejderhaların nasıl yok olduğuna ilişkin. Yani çoğumuzun bildiği üzere, dizinin devamında söz konusu ejderhaların ortadan kaybolmalarının haklı ve haksız nedenlerini izlemeye devam edeceğiz. GOT’ta zaman zaman diyaloglara konu olan, yakın dönem Targaryen ejderhalarının ancak birer kedi-köpek boyutunda olmasının gerekçeleri, bu dizideki hikayenin ne ölçüde sağlam aktarıldığına göre kafamıza oturacak. Bu açıdan mantıksız bir seçim sayılmasa da, George Martin anlatımının tadını bizlere aratan eksiklikler sebebiyle, şimdilik bu projeyi üst düzey bir yere koyamıyoruz.

Öncelikle dizinin evreni, GOT’a göre epey küçük bir coğrafyada geçiyor. Arada bir Essos kıyılarını ve oradaki güç savaşlarını görsek de, şimdiye kadarki 18 bölümün çok büyük kısmı King’s Landing ya da Ejderha Kayası’nda geçti. Daha ilk sezonundan itibaren, oldukça sınırlı bir bütçeye rağmen GOT’un bize tanıttığı sayısız mekan, şehir ya da hanedan; aynı zamanda karakterlerle uzamın, yani yetiştikleri ortamın psikolojik bağını kurmamızı sağlıyordu. Kuzeyin sert ikliminde yetişen kurt çocukları yahut Dorne’un sıcağında kendini korumaya çalışan çöl yılanları, halihazırda güçlü karakterler oldukları kadar, hikayenin arka planını kendiliğinden tamamlayacak ayrıntıları da yanında taşıyordu. Lannister’ların tarihi hırsı, Baratheon’ların gururlu yalnızlığı, Greyjoy’ların deniz tutkusu ya da Tyrell’lerin dikenli sevgileri; GOT evrenini her açıdan tanımamız ve çatışmaları çözümlememiz için son derece kritik verilerdi. House of Dragon’da buna benzer bir anlatımın esamesinin okunmayışı, diziyi giderek zayıflatan ilk unsur oldu. İlk sezonda buna benzer bir arka plan ayrıntısını yalnızca Eski Şehir’in hakimi ve haliyle epey muhafazakar bir kültürü temsil eden Hightower’ların saraya küçük dokunuşlarında gördük. İkinci sezondaysa buna dair öne çıkan hiçbir ayrıntıdan söz edemiyoruz.

Dizideki ikinci aksama, karakterlere ve onların motivasyonlarına dair. Esasen ilk sezonda kurulan 20 yıllık anlatıyı, zaman sıçramalarının tuhaflığına rağmen anlamlı ve gerekli bulanlardandım. Rhenyra ve Alicent’ın gençliklerinden yetişkinlerine doğru giden yolda aile kurmaları ve çocuklarının büyümesi, hikayenin esas kısma ulaşması için gerekliydi. Fakat bu kısımlar aynı zamanda bazı karakterleri yeterince tanıyamamamıza neden oldu. Rhenyra’nın gayri meşru siyah saçlı çocuklarının, Alicent’ın aşırı Targaryen kuzenleriyle girdikleri laf dalaşları yer yer güzel aksettirilse de bu çocukların büyüme evrelerini daha ayrıntılı görmek en doğrusuydu. Neticede meselenin, GOT zamanına kadar süregelen Targaryen Deliliği dedikodusuna bağlanacak olması, arka plan anlatısına dair en iyi çatışmalardan biri olacaktı. Fakat bu husus tek bir bölümde kotarılmaya çalışıldığı için biraz havada kaldı. En kötüsü de, ilk sezon finalinde Aemond’un işlediği cinayetin bir yanlışlık gibi aksettirilmesiydi. Kendisiyle dalga geçen Rhenyra’nın oğlunu, havada ejderhasıyla birlikte yakan bir ergenin Targaryen Deliliği sonucu bunu yapmış olması, yanlışlıkla yapmış olmasından çok daha makuldü.

Yukarıdaki hata, yalnızca ilk sezonu mahvetmekle kalmayıp bu sezona da koçbaşıyla dalan bir noktaya uzandı hatta. Aemond’ın deliliğini göstermek için bu kez ağabeyi Aegon’ı da ejderhasıyla birlikte yaktıran senaristler, aslında meseleyi bir kardeş kıskançlığına ve taht kavgasına hapsetmiş oldu. Son bölümlerde bir iki köy yaktırsalar da Aemond’un zihinsel problemleri, hak ettiği ölçüde aktarılamadı seyirciye. Zaten final bölümünde Alicent’ın Rhenyra’yla anlaşma yapmasının tuhaf gelmesi de bundandı. Kendi çocuklarının deliliğinden korkan Alicent, bütün gururunu bir yana bırakıp korku içinde bu anlaşmaya mecbur hissetse de, meseleyi derinden bilmeyen izleyici buradaki motivasyonu pek anlayamadı.

Dedikodular, fısıltılar ve söylenceler

Dizinin bir diğer zaafı, George Martin evreninin bel kemiğini oluşturan dedikodular, fısıltılar ve söylencelerin azlığıydı. GOT’ta tüm sezonlar boyu hiç geride bırakılmayan bu özellik sayesinde izleyici, daha ilk sezonun başlarında söylenen bir ayrıntıyı son sezona kadar takip edebiliyordu. Örneğin Cercei’nin 6. Sezondaki utanç yürüyüşü sırasında halkın ona ensest sebepli tepkisi yahut bu meselenin en soylu masalarda dahi şakalara konu oluşu, GOT’u öne çıkaran bir ayrıntıydı. Fakat neredeyse aynı ölçüde bir skandala imza atan Rhenyra ve gayrimeşru çocukları, ikinci sezonda ne konuşuldu ne de arka planda süren bir ayrıntı olmayı hak etti. Ki bu meselenin önemi bariz. Viserys’in ölümüyle birlikte Hightower’lar Rhneyra’nın verasetinin hükümsüz olduğunu, bu dedikoduları öne sürerek ortaya atmıştı. Fatih Aegon kehaneti, bu dedikoduların suyu bulandırdığı bir ortamda, Alicent’ın elini güçlendiren son kırıntıydı.

Sayılacak eksik çok ama bu yazıda hepsine değinemeyeceğimden, bana en fazla rahatsızlık veren meseleyle sona yaklaşayım. GOT’un ya da Martin evreninin bir diğer alamet-i farikası, büyük planların ve entrikaların ortasında kalan sıradan halkın yaşadıklarıydı. Yazar, geçmişinde ant-militarist bir düşünce barındırdığından, 90’lı yıllarda bu kitaba girişirken aklında savaşların kimseye fayda getirmeyeceğini gösterme düşüncesi vardı. Bunu da evrenin her yanına dağılmış kilit roldeki karakterlerin etrafında, onlarla iletişime geçen yahut karşılaştıkları sıradan insanlar üzerinden kuruyordu. Böylesi epik anlatılarda bir klişeye dönüşen han sahneleri yahut yol karşılaşmaları, GOT evreninde savaşın yıkımına dair halkın düşüncelerini duymamızı ve onlardaki etkisini görmemizi sağlıyordu. HOTD’taki en büyük problem, hikayenin birkaç hanedana sıkışıp kalması ve üstelik yalnızca belirli kale ve saray sahnelerinden ibaret olmasıydı. Ejderhaların yarattığı korkuyu GOT’ta King’s Landing’in darmadağın edildiği esnada hareketli bir kameradan, sokak seviyesinde izliyor ve çocuklarını kurtarmaya çalışan anneleri, yaşlı teyzeleri yahut çaresiz esnafı takip ediyorduk. HOTD’da ise özellikle ikinci sezonun en büyük sahnesi, yine Targaryen hanedanının soylu fertlerinin dramından ibaretti. Son bölümlerde Aemond’ın giriştiği yıkım faaliyetlerini dahi sözel aktarımlarla görebildik. Bunda muhtemelen bütçe problemine dair gerekçeler var ama ejderha sahnelerinin arşa çıkıp bu tarz arka plan hikayelerinin yok edilmesi, dizinin anlatısını güçlendiren değil zayıflatan bir unsur. Böyle bir şerh koymuş olalım.

Böyle geldi böyle gidecek

Dizinin sezon finalini kurguladığı yer de projenin gidişatı açısından makul sayılmaz. GOT’ta 9. Bölümler sezonun zirvesini oluşturur ve seyir zevkini en yükseğe çekerken son bölümlerde sonraki sezonun hikayesine doğru ufak geçişler görülürdü. Buradaysa Rhenyra’nın ejderhalara yeni biniciler bulmasını bir zirve olarak görmemiz ve son bölümde Daemon’ın kehanet rüyasıyla heyecanlanmamız yeterli bulundu. Ordular toplanır, donanmalar denize açılırken bitirilen bir sezon finalini şahsen seyirciye haksızlık olarak görüyorum.

House of the Dragon, George Martin evrenini özleyenlere büyük vaatler sunan bir dizi olarak başlasa da, ikinci sezonunu devasa bir soru işaretiyle bitirdi. Üçüncü sezonda hikayenin hareketleneceğini düşünüp buna güvenerek sönük bir final izleten dizi, seyircisini kaybetmezse belki ortalama bir iş olarak finale doğru ilerler. Fakat verilen ara ve beklentilerin düşmesi, bu dizinin epey bir izleyici kaybına uğrayacağını düşündürüyor. Bundaki en büyük etkense dizinin yavaşlığı falan değil, George Martin’in kodlarını doğru kullanamaması. Ki yazar da bizzat projede yer aldığından, toparlanmasını beklemiyorum; böyle geldi ve böyle gidecek ne yazık ki.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.