Ruhumuzu öldüreceklerdi, direndik...

Dosya Haberleri —

  • 2016'da İzmir Menemen R Tipi Cezaevi'ne sürgün edildim. Uzun bir ring yolculuğundan sonra hiçbir arkadaşımın bulunmadığı bu cezaevinde boş bir blokta, kötü durumda olan tek kişilik hücreye konuldum. Tüm haklarım askıya alınmıştı. Hedefleri belliydi; beni ayakta tutan bütün değerleri alacak, ruhumu öldüreceklerdi. Açlık grevine başladım...
  • İlkin tektim. Önce ağır yaraları olan Sibel arkadaşı getirdiler. Sonra belden aşağı felçli ve tekerlekli sandalyeye bağımlı Rojavalı Ahmet Hami, bedeninin sağ tarafı felçli Özal Korkmaz, yatağa bağımlı 70 yaşında olan Yusuf Bulut ve sol ayağı diz kapağından kesilmiş olan Dicle Bozan arkadaşları getirdiler. O manzarayı tarif etmek hiç kolay değil...

 

GÜLCAN DERELİ

Cezaevleri hep dışarıyı "terbiye etme" aracıdır elbette. Bu "terbiye etme" yöntemlerini belirleyen ise rejimlerin karakteri olur. Örneğin cezaevlerine bakıp bir ülkenin nasıl olduğunu anlarsınız demiştik. Bunu belki de şöyle formüle etmek daha anlamlı olur. Ülkenin halini anlamak istiyorsanız siyasi tutsaklara, ama en çok da hasta siyasi tutsaklara ve yine özellikle Kürt olmalarına bakmalısınız. İşte iki eli olmayan Ergin Aktaş'ın güncesi bize bir hasta tutsaklar panoraması sunuyor. Tekerlekli sandalyede olanları düşürüp itmek, eli olmayanların boğazını sıkıp nefessiz bırakmak, koğuşlarını basıp dağıtmak, tedavilerini engellemek, tekli hücrelere atmak, yanlarına DAİŞ'li, Hizbul-Kontra'yı yerleştirmek, sürgün etmek... Aktaş'ın aktardıkları, içinde zerre insanlık kalmamış bir rejimin anatomisini ve ona direnen büyük ruhu bize anlatıyor...

Uzun bir sürgün yolculuğu

"İktidarın ve ortaklarının konjonktür elverdiğinde baskı ve yönelimlerini nerelere kadar taşıp, neler yapabileceklerini doğrudan deneyimleyerek gördüğüm Menemen R Tipi Cezaevi'nde hasta tutsaklara yönelik yapılanlara da (olabildiğince özetle) değinmek istiyorum ki, bu örnek zindanlardaki hasta tutsakların durumunu önemli oranda anlaşılır kılacak ve sorduğunuz sorulara da yanıt olacaktır. 2016'da 'Çöktürmek Planı' adı altında Kürt Özgürlük Hareketi'ne ve dayanışma gösteren dostlarına yönelik topyekün saldırıların devam ettiği bir zamanda (zindanlara yönelik de baskıların arttığı bir dönemdi) İzmir'de bulunan Menemen R Tipi Cezaevi'ne sürgün edildim. Uzun bir ring yolculuğundan sonra hiçbir arkadaşımın bulunmadığı bu cezaevinde boş bir blokta, kötü durumda olan tek kişilik bir hücreye konuldum; tek başıma kalamayacağıma dair Adli Tıp Kurumu başta olmak üzere çeşitli hastanelerden aldığım raporlar vardı ama bu raporlar herhangi bir kağıttan farklı bir anlam taşımıyor ve pratikte hiçbir işlevleri yoktu.

 

Serdal Yıldırım ve Ergin Aktaş

 

'Ruhumu öldüreceklerdi…'

"Dışarıya yazıp içinde tutulduğum koşullara değindiğim bütün mektuplara ve fakslara el koyuyorlardı. Ailemle 15 günde bir defa yapmış olduğum telefon görüşmelerinde, içinde tutulduğum koşullara değindiğimde telefonu kesiyorlardı. Radyo, televizyon, gazete, kitap ve yazmak için kağıt, kalem vermiyorlardı. Ne yapmaya çalıştıkları çok açıktı ama yine de cezaevi idaresi ile görüşüp durumu netleştirmek istedim. İlk görüşmede bana 'eğer bağımsız olsaydın yanına birini verip, seni koğuşa alabilirdik' dediler; bunun üzerine tepki gösterip, görüşmeyi sonlandırdım. Hedefleri belliydi; beni ayakta tutan bütün değerleri alacak, ruhumu öldüreceklerdi… Bu durumda her onurlu insanın yapması gerekeni yapıp, tutulduğum boş bloktaki hücrenin kapılarını dövüp, slogan attım günlerce. Sonra açlık grevine başladım. Açlık grevinde gelip taleplerimi karşılayacaklarını ve en kısa sürede beni arkadaşlarımın bulunduğu başka bir cezaevine gitmem için 'üst yazı' yazacaklarını belirttiler. Sonra gazete, dergi, kitap ve mektuplarımın bir kısmını alabildim. Hala tek başıma tutulduğum o hücrede havalandırmaya 1 saat çıkarılıyordum ve haliyle günlük ihtiyaçlarımı karşılamakta güçlükler yaşıyordum.

Sibel arkadaş... 

"Aradan çok zaman geçmeden tekrar başa sarıp, bütün yasal haklarımı gasp etmeye başladılar. Daha önce attığım sloganlar için ayrı ayrı disiplin cezaları vererek telefon, mektup ve görüşlerimi de engellediler. Tecrit ve yönelimin iyice arttırıldığı bir zamanda karşı bloğa sağ eli fonksiyonlarını yitirmiş, sağ ayağından yaralı ve kolostomi torbasına bağlı Sibel Çapraz adında bir arkadaşı getirdiler. Bu arkadaşı da ağır yaralarına ve engelliliğine rağmen tek başına bir hücreye koydular ve bana karşı uyguladıkları tecridi, yönelimleri biraz daha boyutlandırarak Sibel arkadaşa da uyguladılar. Havalandırmamızın pencereleri birbirine baktığından birbirimizle iletişime geçebildik. Bu iletişim olanağı hiç değilse Menemen'de yaşananları (çok az da olsa) dışarıya duyurma imkanı sağladı bize. En önemlisi de artık iki kişiydik ve bunun bize kattığı moral gücüyle yaşadığımız zorlukları belli oranda aşabiliyorduk. O bir saatlik havalandırma, durumu değerlendirme, neyle karşı karşıya olduğumuzu çözümleme ve neler yapmamız gerektiği konusunda fikir alışverişi olanağı sağlamıştı. Dışarıda yaşananlara dair duyduklarımızı birbirimize iletiyor, sürece ilişkin görüşlerimizi ifade edebiliyorduk. Hemen sonra pencereden iletişim kurduğumuzu fark ettiler ve pencereyi boya ile kapattılar. Bunun üzerine kapı aralığında bir boşluk bulup birbirimize seslerimizi duyurup iletişimi devam ettirdik.

15 Temmuz!

"İçinde tutulduğumuz hücreler, tuvaletlerden bir metrelik duvarlarla ayrılıyordu. Kapısı olmayan bu tuvaletlerden (rögarlardan) içeriye dayanılmaz kokular doluyordu. Bu hücreler cezaevinin çizelgesine göre psikolojik hastaların tutulduğu yerler olarak gözüküyordu. Bu nedenle içinde sıcak su da bulunmayan bu hücrelerin her tarafı havalandırmadan ve koridordan gözüküyordu. Bu kötü koşulların içinde yaşamı sürdürmek zorlayıcı oluyordu ama çabalarımızı arttırarak yaşamla aramızdaki bağları koruyorduk. Bu tecrit koşullarında iken 15 Temmuz yaşandı. Rejimin önemli güç odaklarından Fethullahçılar, kendini besleyip büyüten siyasi iktidara darbe yapmaya çalışmış ama başarısız olmuşlardı. Darbeye ve darbecilere hep karşı olan bir gelenekten geliyoruz ve bu darbeye de karşı olduk. Fethullahçıları da, sahip oldukları zihniyeti de iyi biliyoruz. Yargıda güç sahibiyken arkadaşlarımıza haksız, hukuksuz olarak verdikleri cezalarla birçok insanın yaşamını yitirmesine ve ailelerinin parçalanmasına neden oldular. Ve yaşanan katliamlarda da paylarının olduğunu, özellikle Kobanî direnişlerinde işlenen cinayetlerin bir kısmında bunların elinin olduğunu görebiliyorduk. Sonuçta bunların önünü açan, bu görevleri veren rejimdi ve bu oluşum 15 Temmuz'da rejimi tamamen ele geçirip, mutlak güce kavuşmak için silahlı kalkışmada bulundu ve kaybettiler.

 

 

'Saldırılar derinleşti'

"Bu iktidar eğer gerçekten demokratik bir zihniyete sahip olsaydı, 15 Temmuz'u Kürt sorununun çözümü ve Türkiye'nin demokratikleştirilmesi için güçlü bir dayanak yapabilirdi ama gerçek amacı rejimi kontrolü altına alıp, tüm kurumları ele geçirmek olduğu için, yanına 'mağdur olduğunu' iddia ettiği eski rejim güçlerini ve ırkçı/milliyetçileri alarak demokrasi güçlerine ve Kürt Özgürlük Hareketi'ne yönelik saldırıları derinleştirdi. Zaten 15 Temmuz'da yaşanan çelişkilerin çatışmaya dönüşmesinde demokrasi güçlerinin ve Kürtlerin büyük bir direnişle elde ettikleri kazanımlar vardı. Zira; Gezi gibi muazzam bir halk hareketi yaşanmış, Kobanî'de Kürtler ve dostları zafer kazanmışlardı… Bunlar Türkiye'nin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun çözümü için güçlü bir zemin sağlamıştı ve bu rejim güçlerini korkutup panikleştirmişti. Elbette 15 Temmuz rejim ortakları arasında yaşanan bir güç ve iktidar çatışması olan nedenleri de içinde barındırıyordu ama bu çatışmanın gerçek motivasyonu 'sen demokrasi güçlerini ve Kürtleri ezmeyi başaramıyorsun, ben bunu çok daha iyi yaparım'a dayanıyor…

'Direnerek kazandıklarımız gasp edildi'

"15 Temmuz'dan sonrasını biliyorsunuz… Tıpkı dışarıda olduğu gibi içeride de 15 Temmuz politik tutsaklara yönelik saldırıları boyutlandırmak için araçsallaştırıldı… Kısa süren bir şoktan sonra, tutulduğum zindanın idaresinde yer alanların bazılarını değiştirdiler. Hemen sonra ilk yaptıkları şey 'hücrelerimizin kapılarını kapatıp, havalandırmaya çıkmamızı engellemek' oldu. Sırasıyla gazetelerimizi, dergilerimizi ve kitaplarımızı vermemeye başladılar. Yazdığımız dilekçeleri ve mektupları göndermiyor, hastane sevklerimizi yapmıyorlardı. Yani direnerek kazandığımız haklarımızı bu kez daha da pervasızlaşarak gasp ettiler. Sibel arkadaş açık yaraları nedeniyle enfeksiyon kapmış, ağrılardan dolayı bayılmış olmasına rağmen hastaneye kaldırılmamıştı. Sibel arkadaşla aramızda bir duvar vardı, zor oluyordu ama birbirimize seslerimizi duyurabiliyorduk. İdarenin bu uygulamalarına göstermiş olduğumuz tepkiler sonuç vermeyince, yeniden açlık grevine girdik. Bu süreçte ÖHD’li avukatlardan, tutuklu aileleri derneğinden, İzmir İHD ve İstanbul İHD şubelerinden, HDP ve ESP'den güçlü bir dayanışma ve destek gördük ve bu sayede gasp edilmiş haklarımızı önemli oranda geri alıp açlık grevimizi sonlandırdık. Psikolojik yönelimlerin ve teknik hücrelerde tutulmaya devam ettiğimiz bir süreçte Sibel Çapraz arkadaşı, yoğun bir uğraş sonucunda Bakırköy Cezaevi'ne götürmeyi kabul etmek zorunda kaldılar.

 

 

Ahmet, Özal, Yusuf, Dicle...

"Sibel arkadaşın gidişinden kısa bir süre sonra belden aşağı felçli ve tekerlekli sandalyeye bağımlı Rojavalı Ahmet Hami, bedeninin sağ tarafı felçli Özal Korkmaz, büyük oranda yatağa bağımlı 70 yaşında olan Yusuf Bulut ve sol ayağı diz kapağından kesilip bedeninin birçok yerinden yaralı olan Dicle Bozan arkadaşları getirdiler. Bu arkadaşları da tekli hücrelere koydular. Yeni getirilen arkadaşların sağlık durumları kötüydü. Hepimizi tekli hücrelerde tuttukları için birbirimize yardımcı olamıyorduk ve bizi en çok zorlayan da buydu. O manzarayı tarif etmek hiç kolay değil. Detaylarıyla anlatmaya kalksam bunun sonu hiç gelmeyecek. Fakat hasta tutsakların durumunu anlatmak için Menemen'de yaşananların bilinmesi gerekir. Çünkü; bizi olabilecek en kötü koşullarda tutmanın, haklarımızı gasp etmenin, psikolojik yönelimlerin yanında Menemen'de hassas haklara yönelik ayrıca fiziki saldırılar da oluyordu. Yeni gelen arkadaşları 'müdür görüşü' adı altında götürüp 'pişmanlık',  'itirafçılık' veya 'bağımsızlık' dayatıyor, bu görüşmelerde önce 'iyi polisi' oynuyor, olmayınca da tehdit ediyorlarmış. Bunun üzerine hiçbir arkadaş idare ile görüşmedi. Bu politikadan sonuç alamayınca adına 'hazır kıta' dedikleri saldırı ekipleri ile hücrelerimizi basıp kitaplarımızı, defterlerimizi, radyolarımızı alıp hücrelerimizi kelimenin tam anlamıyla talan ettiler.

'Tekerlekli sandalyeden düşürdüler'

"Bu saldırıya karşı çıktığımız için Ahmet arkadaşı tekerlekli sandalyeden itip yere düşürdüler, beni de boynumda ve kolumda iz bırakacak şekilde darp ettiler. Bir gün sonra koğuşa gelen doktora 'bize darp raporu vermeni istiyoruz' dedim ama daha ne olduğunu anlamadan 'acil hasta var' diyerek doktoru aceleyle hücreden çıkardılar. Belliydi, darp raporu aldırmayacaklardı, bu raporu alsaydık da hiçbir işe yaramayacaktı ve zaten içinde bulunduğumuz bu durumda böyle şeyleri de düşünmek yersizdi. Darbe girişiminden sonra idarenin ve gardiyanların büyük bir kısmı değiştirilmişti. Yeni gelenlerin de eskilerden zihniyet bakımından hiçbir farkları yoktu ama bu yeni tipler rejimin her döneminde politik tutsaklara karşı hep baki olan nefretine kendi bireysel nefretlerini de katarak hareket ediyorlardı. Çoğu ırkçı/milliyetçi olan bu yeni tipler, kendilerinden öncekilere 'sizin başaramadığınızı bakın biz nasıl başarıyoruz' demek istiyorlardı ve bizim üzerimizden içeriye ve dışarıya da bir mesaj vermek gayesinde oldukları çok açıktı.

 

* * *

'Yanımıza 3 DAİŞ'li getirdiler'

"Evet, koşullarımız dardı, sağlığımız da pek çok açıdan bizi zorluyordu ama bizi yaşama bağlayan değerlerimizi korumak zorundaydık… Onlar saldırdı, biz kapı dövüp, slogan attık. Bu olaylar kimi zaman gece yarısı kimi zaman da sabahın erken saatlerinde yaşandı ama sürekli bir hal aldı ve kesintisiz olarak devam etti. Bunun üzerine ayrıca açlık grevi başlattık. Taleplerimiz netti; elimizden alınan haklarımızın geri verilmesi, saldırıların durdurulması, Dicle arkadaşın kadın arkadaşlarının tutulduğu bir cezaevine gönderilmesi, sağlığa erişim hakkımızın sağlanması ve hücrelerden alınıp birlikte kalacağımız koğuşlara alınmamızın sağlanmasıydı. Sağlık durumlarımız ve koşullarımız ağırdı, bu nedenlerden dolayı açlık grevi beklediğimizden daha erken bir sürede bünyelerimizi zayıflamıştı. Açlık grevinin devam ettiği sürede saldırılarını arttırdılar ve yanlarımızda bulunan boş hücrelere 3 tane DAİŞ çetesi yerleştirdiler. Bu çeteler DAİŞ’li olduklarını inkar ediyorlardı ama çok geçmeden bunların DAİŞ’li olduklarını netleştirdik. Bu korkakların ne olduğunu biliyorduk, bu kez doğrudan zindanda zavallı hallerine de tanıklık ettik.

'Direnişimizin sonuç verdi'

"İnsani onura olan saygımdan, O katillerin oradaki yaşam tarzlarına değinmeyeceğim. Daha sonra, birkaç gün arayla hücrelerimizin üstünde bulunan koğuşlara 'tarafsızlar' ve bir tane de HÜDAPAR’lı (Hizbullahçı) getirdiler. Yani tutulduğumuz blok tüm unsurlarıyla mini bir Kürdistan olmuştu. DAİŞ’li ve Hizbullahçı katillerle aynı havalandırmayı (farklı saatlerde de olsa) paylaşmamızı önerdiler. Kabul etmedik. Bir süre sonra, bize yönelik DAİŞ ve Hizbullah çeteleri, tutuldukları yerlerin pencerelerinden hakaret etmeye başladılar. Tabii bunda idarenin çok açık bir yönlendirmesi vardı. Bu arada bizi hastaneye zorla götürmeye çalışıyorlar, direnince de yerlerde sürükleyerek götürüyorlardı. Hastanede bize serum taksınlar diye doktorlara da baskı yapıyorlardı; ne güzel hiçbir doktor iznimiz olmadan serum takmaya yanaşmadı. Ne yaptılarsa sonuç alamadılar ve az da olsa durumlarımız basına yansıyıp ilgili çevrelerin girişimleri artınca Dicle Bozan ve Yusuf Bulut arkadaşları, bizim de taleplerimiz olan arkadaşlarımızın bulunduğu cezaevlerine götürdüler. Bir süre sonra da taleplerimizin tamamen kabul edildiğini belirtip, bizi koğuşlara aldılar. DAİŞ ve Hizbullahçı katilleri de başka bloğa götürdüler."

 

* YARIN: Bu ölüm ortamını dağıtacaktık

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.