Kuday'ın vasiyeti
Dosya Haberleri —
Tutsak Ergin Aktaş, bu bölümde Abdulkadir Kuday'ın hayallerini ve vasiyetini anlatıyor:
- Bir gün kendisine eğer çizimi ilerletirse ilk yapacağı resmin ne olurdu diye sordum. Bana 'Pir Seyit Rıza ile oğlum Seyit Rıza'yı aynı karede çizerdim' dedi. Her şeyden önce yaşamımızı korumalıyız, bu şehitlerimizin emanetidir diyordu.
Bir tutsağın katledilme hikayesi-3
GÜLCAN DERELİ
Vasiyeti çocuğunun yanına defnedilmekti; öyle de oldu. Peki bunun dışında bir vasiyeti var mıydı? R Tipi gerçekten tedavi için mi inşa edilmişti? Cezaevinde tedavi mümkün müydü? Derler ki zorlukla sınanan ve oradan alnının akıyla çıkan yoldaşlık en iyi yoldaşlıktır. Çok şey paylaştılar. Abdulkadir Kuday'ın insani yönlerini anlatmasını istiyorum. En çok neyi severdi, hangi şarkıları, hikayeleri severdi. Biraz Kuday'ın karakterini, duygularını anlatmasını rica ediyorum. İki eli olmayan tutsak Ergin Aktaş, yüreğinden dökülenleri yazıyor...
Hayalleri vasiyetleridir
"Şehit Seyit Rıza'nın yanına defnedilmeyi ailesine söylemişti. Bu isteğinden haberliydik. Şehitlerimizin yaşamı, amaç ve hayalleri onların vasiyetidir. O her yönüyle kendisine şiyar edindiği şehitlerin anılarına bağlı yaşadı. Yerleri asla doldurulmayacak olan şehitlerimizin gerçekliği karşısında kendimizi her an sorgulamamız gerekiyor ve hayallerini yaşamsallaştırmak için daha fazla gecikmemeliyiz. Geciktiğimiz her an bize can bedeli olarak geri dönüyor. Şehit Abdulkadir'in de diğer şehitlerimizin de vasiyeti çok açıktır bize düşen bunu anlamak, içselleştirmek ve yaşamsallaştırmaktır. Sizinle yaptığımız röportaj bize her açıdan iyi gelmişti ama bizi en fazla etkileyen sorularınızın içinden dışarıya taşan o güçtü, histi. Belli ki dışarının o sahte ışıkları gözlerinizi kamaştırmamıştı, içinde tutulduğumuz karanlığı görmüştünüz ve sanki yaşamıştınız… Abdulkadir yoldaş güzel yürekli insanları tanırdı ve gerçek bir sevgiyle severdi; sizi de bu insanlar arasında dahil etmişti…
Pir Seyit Rıza'yı çizeceğim
"Yoldaş çok öngörülüydü, bu nedenle sizinle yaptığı röportajın son sözleri olduğunu biliyor olabilirdi. Bizim bilincimizde bize bir şeyler söylüyordu ama yüreğimiz böyle bir sonu onaylamıyor ve asla kabul etmiyordu. Biz de çoğu zaman olduğu gibi yüreğimizi dinlemiştik ve sizinle yapılan röportajın son sözleri olduğunu düşünmemiştik. Yoldaş hastalığı ağırlaşmadan önce portre çizmeye karar vermişti. Hastalığı ilerleyince çizimi bırakmıştı. Biz de el kaslarını çalıştırması için çizimlerine devam ettirmesini öneriyorduk. Çizmek için gayret ediyordu ama hem kalemi tutmakta hem de kalem üzerinde hakimiyet sağlamakta zorlandığı için yapamıyordu. Bir gün kendisine eğer çizimi ilerletirse ilk yapacağı resmin ne olurdu diye sordum. Yoldaş bana 'Pir Seyit Rıza ile oğlum Seyit Rıza'yı aynı karede çizerdim' dedi. Ben bunu yoldaşımın bir vasiyet olarak düşünüyor ve iyi çizim yapan birini bulduğumda istediği resmi çizdirip değerli ailesine göndermeye çalışacağım.
Ölüm bu mekana hep çok yakın!
"Burada daha önce de sağlık durumu kritik bir aşamaya gelen arkadaşlar vardı. Ölüm bu mekana hep çok yakın oldu zaten. Buranın ölümün uğrayacağı tüm mekanlardan farkı zindan oluşuydu. Zindanlarda Kürt politik tutsak olmak çok zor, hasta ve engelli olmak daha zor. Bütün bileşeni hasta ve engellilerden oluşan bir zindanı tanımlayacak bir kavram bulamıyorum. Burası kesinlikle hasta tutsakların tedaviye erişilmesi amacıyla yapılmış bir cezaevi değil. R’lerin yapılma amacı kendi kendilerine yetemeyecek derecede engelli, ağır hastaların zindanda tutulmalarını yasalara uygun hale getirmektir. AİHM 'evet bu durumda olanların R’lerde kalmaları uygundur' diyor. Doktor ve hastane raporları ‘bu kişi cezaevinde kalmaz’ diyor ama AYM ve AİHM ‘kalabilir’ diyor. Hukuk gerçekten de egemenlerin yazılı kurallarıdır ve nihai noktada onların çıkarlarını korumak içindir. O kararı veren AYM ve AİHM yargıçlarının R’lerde bir süre tutulmalarını diliyorum.
R'ler bir morgdur
"R’ler özellikle Kürt politik tutsaklar için eziyet ve ölümlerinin meşrulaştırılması işlevi görmektedirler. Burada bütün komploların yasalara uygun hale getirilmesinin imkan ve araçları mevcuttur. Burası koridorları yapay çiçeklerle, ağaçlarla dolu bir morgdur… Haklarında ağır cezalar verilmiş Kürt politik tutsaklar için iki yol vardır, ya onursuz bir yaşamı kabul eder, diz çökerek yalvarırsın, belki o zaman cezanın geri kalanı affedilir buradan çıkarsın. Onurundan, değerlerinden ödün vermez, insan üstü bir direnişle ölümü olabildiğince kendinden uzak tutmaya çalışırsan, engelleyemediğin zaman da 'ben yoldaşlarımın yanında ölmek istiyorum' deyip Abdulkadir Kuday gibi ölümü daimi yaşamın vesilesi yapar, ölümü öldürür şehit olursun.
Faşizme inat...
"Abdulkadir yoldaş yaşadığı sürece burada hep birlikte aldığımız karara bağlı kaldı. O karar şuydu: Faşizme inat yoldaşların, dost ve sevenlerin için 1 dakika bile olsa bu onurlu yaşamı fazla yaşamak. Yoldaş son ana kadar böyle yaptı. Bu nedenle hiçbir zaman ben öleceğim demedi. Biz de kendimizi böyle bir sona hazırlamadık… Yoldaş halkını gerçek bir aşkla severdi. Halkının çok acılar çektiğini ama mutlaka özgürlüklerini kazanacağını söylerdi. Kürt kültürü ve dilinin daha iyi noktalara gelmesini isterdi. Abdulkadir 'asimile olmak teslim olmaktır' derdi. Çok ince düşünür, yoldaşlarına çok hassas davranırdı. Hep en dezavantajlarla ilişkilenirdi… Çok şey söylerdi, hepsi de güzel şeylerdi. Ben öleceğim demezdi, biz ölümü ne zaman konuşmuşsak hep espri konusu yapmışızdır ama şunu da kesin olarak biliyorum ki Abdulkadir şehit olacağı günü biliyordu; hangi sözcüklerle, nasıl anlatacağımı bilemiyorum bu insan güzelini.
Onurlu Kürt’e düşmanlık
"Burada çok yoğun psikolojik yanı ağırlıkta olan yönelimlere maruz kaldık. Abdulkadir arkadaş buraya ilk getirildiğinde başka bir blokta aylarca tek başına tutuldu ve başta kitapları olmak üzere hiçbir şey kendisine verilmedi. Aylar süren çabaların sonunda Mahmut Okay arkadaşın yanına verdiler. Aynını Mahmut Okay arkadaşa da yaptılar, o arkadaşı da ağır yaralarıyla ve o zaman yatağa bağımlı haliyle uzun bir süre tecrit ettiler. Bizi aynı bloğa vermemelerinin tek nedeni onurlu Kürt’e olan düşmanlıktı. Bu tecrit bizi zorluyordu, çünkü arkadaşlarımızın neler yaşadığını biliyorduk. Biz birbirimizin yaralarını sarmak istiyorduk. Böylesi durumlarda en iyi ilacın yoldaşlık dayanışması olduğunu biliyorduk. ÖHD avukatları başta olmak üzere bu yönde yapılan tüm girişimler zulmün duvarlarını aşamadı. Kuşkusuz bu bir zihniyet meselesiydi. Bize ve halkımıza biçilmiş rolün pratik bir sonucuydu ama adı Yusuf Kafadar olan buranın müdürü Kürt düşmanlığına bireysel ırkçı nefretini de ekleyerek var olan tecridi büyük bir zevkle daha da derinleştirerek uyguluyordu. Sağa sola talimat vermiş 'Abdulkadir, Serdal ile, Mahmut Zengin ile koridorlarda da karşılaştırılmayacak' demiş, tabi verdiği talimatlar da eksiksiz yerine getiriliyordu. Bu ırkçı müdürle dört defa karşılaştım, her seferinde de sorun çıktı. Burayı çetelerin cirit alanına dönüştürmüştü, çetelere fazladan görüş yaptırtıyor, onlara kendi deyimiyle 'bir süpermarkette bulunabilecek her şeyi' temin ettiriyordu. Çeteler istedikleri adamları aynı saatte odalarından ve bloklarından çıkarabiliyorlar, yerlerine başka bloklarda bulunan adamları getirtip kendi hizmetlerinde kullanabiliyorlardı. İyice şımartılan bu çeteler bir-iki defa o kirli elleriyle bize de dokunmaya kalktılar ama aldıkları yanıtlarla bu işin onları aşacağını anladılar, geri çekildiler.
Yalan sarmalının altındaydık
"Etrafımıza kadın işkencecilerini ve katillerini yerleştirdiler, bizi onlarla eşitlemeye çalıştılar. Bazen yer sıkıntısından dolayı bulunduğumuz bloğa mecburen bir-iki kabul edebilir durumlardan cezaevine konulmuş kişileri getiriyor, bunların bizlerden etkilendiğini görünce de bunları bloğumuzdan alıyorlardı. Bu durumda olan bazılarını da korkutup bizimle diyaloğa geçmelerini engelliyorlardı. Koğuşumuza giren hasta bakıcılar, sağlıkçılar istemedikleri halde işlerini aceleyle yapıp çıkıyorlardı. Mektuplarımızın bir bölümünü geri gönderiyor, takibi mümkün olmayanları ise hiç vermiyorlardı. Dergi hiç vermiyorlardı, gelen kitap kolilerini ve ailelerin gönderdiklerini bazen geri gönderiyor, bazen de aylarca bekletip veriyorlardı. Bir yalan sarmalının altındaydık ve her açıdan planlı bir yönelimle karşı karşıyaydık.
Mahmut arkadaş bu duruma daha fazla katlanamayarak 'tedavi'yi reddedip buradan gittiğinde Abdulkadir arkadaşı bizden ayrı olan blokta uzun süre tek başına tutmaya devam ettiler. Uzatmayayım, bir politik Kürt tutsağın karşılaştığı hallerdi bunlar ama burada özgün bir yan vardı, biz ağır engelli ve hastalardan oluşan bir bileşendik. Her şeye rağmen iyi bir yoldaşlıkla burada bir yaşam kurduk. Bu yaşamı anlamlı kılmak için yoldaşlar dişleriyle, tırnaklarıyla direndiler ve gerçekten sonuç aldık…
Bir ananın bebeğine bakar gibi...
"Abdulkadir bulunduğu bloktaki koğuşu düzeltmiş, yanında bulunan ve o zaman yatalak olan Mahmut yoldaşa da en iyi şekilde bakmıştı. Abdulkadir yoldaşın Mahmut arkadaşa bir ananın bebeğine bakması gibi baktığını duyuyorduk. Çok geçmeden o güzel Kürtçesiyle bize yazıp durumlarını da aktarmaya başlamış, bizimle iletişim kurmayı sağlamıştı. Abdulkadir yoldaşın zindan tecrübesi de vardı ama O'nu yaşamda ön plana çıkaran yaratıcılığıydı. Zihni çok berraktı ve güçlü bir hafızası vardı. Teknik konularda da çok yetenekliydi. Dışarıda tarlalarda çalışmış, daha sonra İzmir'de fabrikalarda işçilik yapmış, en sonunda Qoser'de kendisine bir atölye açıp orada çalışarak kapı pencere yapmış. Tüm bunları yaparken de demokratik siyaset alanında da çalışmalar yürütmüş… Yani Abdulkadir arkadaş genç yaşlarından itibaren hayatını toplumsal olaylara duyarlı, politik bir emekçi olarak sürdürmüş. Yurtsever bir ailede ve çevrede yetiştiği için de güçlü bir demokratik ulus bilincine sahipti.
Koğuşa zafer işaretiyle girdi
"Uzun uğraşlar sonucu bulunduğum koğuşa tekerlekli sandalyeyle girdiğinde zafer işareti yapmıştı. Yani biz kazandık, bir araya gelmeyi başardık diyordu. Bizim koğuşa ilk girdiğinde ilk olarak etrafı iyice bir kontrol etti, eşyalarını yerleştirdikten sonra kendimi bugün iyi hissediyorum, şu koğuşun kırık dökük yanlarını biraz toparlayalım dedi. Sarkan kabloları yerlerine yerleştirdi, Serdal arkadaşın kartondan yaptığı, aradan uzun bir süre geçtiği için yıpranmış rafları söktü, diş fırçası-macunu için iki ayrı kutu yaptı. Birkaç gün sonra koğuşumuzda yenilenmiş, elden geçirilmemiş neredeyse hiçbir yer kalmamıştı. Hala yoldaşın bana yemek yiyebilmem için yaptığı bileklik ve yazmak için yaptığı kutu yanımda duruyor. Parmakları iş yaparken takılı kalıyor, takılı kalan parmaklarını diğer eliyle açıyor, bu durumu tekrar tekrar yaşadığı halde elindeki işi bırakmıyor, mutlaka tamamlıyordu. Özellikle parmaklarının takılı kaldığı anlara şahitlik etmek çok zorlayıcı ve katlanılmaz oluyordu. İpi iğneye de geçiremiyordu. En ufak bir işi yaparken kısa bir ara veriyor, derin bir nefes alıp verdikten sonra o işi yapmaya devam ediyordu…
Yaşamamızı korumalıyız...
"Doktor muayenesinde baldırlarının tamamen eridiğini gördüm. Bana bundan hiç bahsetmemişti. O gün o eriyen baldırlarını gördüğümde biraz suskunlaşmıştım. Abdulkadir bunu fark etmişti, bana heval bu hastalık faşizmden daha kötü değil demişti. Yanındaki yoldaşları çok iyi gözlemler, onların hassasiyetlerini anlar, buna göre davranırdı. Kendini her durumda disipline etmeyi başarıyor, sabah erken kalkıyor, okumalarını belli bir program dahilinde yapıyordu. Her şeyden önce yaşamamızı korumalıyız, bu yaşam bize şehitlerimizin emanetidir diyordu. 'Yaşamımız bizi koruyan en sağlam kalkanımızdır' sözünü hiç unutamıyorum. Yaşamımızda müdahaleci, uyarıcı ve baskın değildi. Daha çok pratiği ile öğretmeyi, kavramayı tercih ediyordu. Yaşamda çok ölçülü ve şakacıydı. Biriktirmeyi hiç sevmezdi, her şeyini yoldaşlarıyla paylaşırdı. Evden bir şey istediğinde aynını yoldaşları için de isterdi. Ailenin gönderdiği kolilerde hep üç kişilik eşya çıkardı. Burada dünyanın en adil, en eşit komününü kurmuştu. Ve komüncümüz de yoldaştı, kendisine karşı cimriydi, öyle bir noktaya varırdı ki Serdal arkadaşla bir olup kantin listesini elinden almıştık. Bir oturumda bu kararı alırken, bu karara çok şaşırmış gibi yapıp 'arkadaşlar büyük risk alıyorsunuz, bu yaptığınız açık bir darbedir' demişti. Kendisine yemesi gereken ürünleri yazdığımızda da bu ürünlerin sayısını hep, hiç değilse sayıyı biraz düşürün der pazarlığı üstten başlatır, daha sonra aşağı çekerdi. Olmayınca da Serdal arkadaşa kızıyormuş gibi yapar 'senin hiç Allah korkun yok mu, bizi iflasa sürükleyeceğinin farkında değil misin…' derdi, sonra 'o zaman haftaya su, çay, şeker yazamayacağız, kapı kapı dilenin de görün' derdi. Yani öyle kendisine çok fazla şeyde yazmıyordu, sadece ALS hastalığı nedeniyle O'nun için gerekli olan 1-2 şey yazıyorduk.
Serdal ve Abdullah yoldaş...
"Abdulkadir arkadaşın sağlık durumu iyi değildi. Kaslarını çalıştırmasını istiyorduk ama iş yaparken zorlandığını görmemiz bizi üzüyordu. Bu nedenle koğuşumuzda yapılması gereken işleri büyük oranda Serdal arkadaş yapıyordu. Serdal arkadaşın gidişi ile birlikte yaşamımızda belli başlı boşluklar oluştu ve daha sonra yeni duruma göre kendimizi uyarladıysak da Serdal arkadaşın yerini doldurmak mümkün olmadı. Bizim Serdal arkadaşın ellerine ihtiyacımız vardı ama yerini dolduramadığımız Serdal arkadaşın, o güzel yürekli yoldaşın biraz bencilce olacak ama şimdi (bir süreliğine) yanımda olmasını isterdim… Şu anda Serdal arkadaşın ve buraya bilen Abdullah Turan arkadaşın beni düşündüklerini ve Abdulkadir yoldaşın şehadetinden dolayı canlarının yandığını bütün varlığımla hissediyorum. Serdal arkadaşın bana, alanımıza ve Abdulkadir yoldaşa çok büyük emekleri var. Abdullah Turan açlık grevinde zindanlarda yoldaşlarının şahadetinin önüne geçmek için fedai bir eylem yapmış. Boynu dışında bütün bedeni felçli kalmış bir yoldaştı. Burada uzun bir süre aynı koğuşta kaldık, o fedai ruhunu gördüm. Abdullah arkadaş birçok bakımdan Abdulkadir arkadaşa benzerdi. Bunu Abdulkadir arkadaşa söylediğimde mutlu olurdu...
Yarın: Buradan gitmek için tedaviyi reddettim…