Türkiye'de dönüşümün işareti yok
Dosya Haberleri —
Demokratik Bölgeler Partisi'nin Eşbaşkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar güncel gelişmeleri gazetemize değerlendirdi:
- Üçüncü Dünya Savaşı'nda farklı olan bir şey var, her şey çok belirsiz. Her şey inanılmaz bir belirsizlikle yürütülüyor. Ukrayna-Rusya savaşı ne zaman başladı? Bugün kim hangi konumda? Bir savaş olduğu bilgisi var ama detaylara inme konusunda günbegün değişen taraflılık halleri, günbegün değişen yöntemler ister istemez savaşı hem normalleştiriyor hem takibini ve onunla mücadeleyi zorlaştırıyor.
- Toplumun, özellikle de politik bir halk olarak Kürtlerin Cumhur İttifakı'nın dünden bugüne pratiklerine dair hafızası çok güçlü. Hem AKP'nin hem MHP'nin Türkiye'nin temel meselelerine dair hakkaniyetten uzak pratikler sergilediği unutulmadı. Bu hafıza, bugünkü siyasi tutum ve söylemlere bakıldığında herhangi bir demokratik değişimin, somut bir adımın, olumlu bir dönüşümün olmayacağına işaret ediyor.
- Nêçîrvan Barzanî'nin bir açıklamasını takip ettim, "Tek hükümet, Tek ordu" söylemini kullanıyor. Bunu YNK'yi kapsayacak şekilde mi söyleyip söylemediğini bilemiyoruz ama bu söylemlerin AKP söylemi olduğu o kadar belli ki. Dolayısıyla AKP oradaki seçimlere fikriyle zikriyle müdahil ve Türkiye'nin yararına olacak şekilde sonuçlanmasını istiyor. Ama bu öyle bir sonuç çıkacağı anlamına gelmez.
MIHEME PORGEBOL
Ortadoğu'da günden güne büyüyen savaş birçok denklemin yeniden kurulmasına, birçok hesabın yeniden yapılmasına neden oluyor. Son olarak İsrail'in düzenlediği suikastlara cevaben İran'ın gerçekleştirdiği misilleme saldırı ve akabinde İsrail'in Lübnan'ı işgal saldırılarıyla iyice hararetlenen savaşın seyrine göre bölge devletleri de hem iç hem de dış politikalarını yeniden masaya yatırıyor. Bu devletlerin başında Türkiye geliyor. Bir yandan Kürdistan'da işgal saldırılarını aralıksız sürdüren Türk devleti, yeni dönem politikalarına ilişkin ilk ipuçlarını meclis açılış töreninde verdi. Dört işgalci devletin baskısı altında Üçüncü Dünya Savaşı'nı karşılayan Kürtler ise bir yandan KDP'nin işbirlikçi tutumu nedeniyle bu savaşta güvenli bir pozisyon kurmakta zorlanıyor. İşte biz de bütün bunları Demokratik Bölgeler Partisi'nin nasıl okuduğunu merak edip partinin eş genel başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar'a sorduk:
Ortadoğu merkezli savaş günden güne şiddetini arttırarak yayılıyor. Bütün dünya buradaki savaşa göre diken üstünde ve siyasetini belirlemeye çalışıyor. Demokratik Bölgeler Partisi, en çok da bölgemizin dinamiklerini etkileyen bu gündemi nasıl okuyor?
Küresel siyaseti belirleyen iki ana etken vardır. Bunlardan ilki güvenlik politikaları, ki bu savaş demektir çünkü, dünya çapında güvenlik algısı savaş yöntemleri üzerine kuruludur. Güvenlik, savaş yöntemleriyle oluşturulan bir şey olarak tasarlanmış. Oysa güvenlikten kastettiğimiz şey aslında devletlerin kendi güvenliğidir. Bir diğer etken ise enerji politikaları. Özellikle enerji koridorları üzerinden devletler arasında başlayan kısmi yan yana gelişler ve kısmi ayrı duruşlar, belli ki yeni dönemin yol haritasını belirleyecek.
Küresel siyasetin savaşa odaklandığı kesin. Üçüncü Dünya Savaşı da dediğimiz bu savaşı en yakından hissedenler biziz. Bu yüzden küresel siyasetlerin bir sonucu olarak büyüyen savaşlar meselesi bizim ana gündemlerimizin başında geliyor. Üçüncü Dünya Savaşı'nda farklı olan bir şey var, her şey çok belirsiz. Her şey inanılmaz bir belirsizlikle yürütülüyor. Ukrayna-Rusya savaşı ne zaman başladı? Bugün kim hangi konumda? Bir savaş olduğu bilgisi var ama detaylara inme konusunda günbegün değişen taraflılık halleri, günbegün değişen yöntemler ister istemez savaşı hem normalleştiriyor hem takibini ve onunla mücadeleyi zorlaştırıyor.
Bu belirsizlik hali çok fazla savaşın olmasından kaynaklı bizim takip gücümüzün yetmeyişinden mi kaynaklanıyor yoksa bilinçli ve sistemsel yaratılan bir şey mi?
Sistemsel bir şey. Savaşlar meydanlarda çarpışılan, başlangıcı ve bitişi yüksek oranda belli olan, kazanan ve kaybedenin yüksek oranda açık olduğu şeylerdi. Oysa bugün, sanki savaşın olmadığı bir ortam tahayyül edilmesin diye sistematik bir şekilde zamana yayılıyor ve böylece savaş normalleştiriliyor. Yani, insanları savaş bölgesinde yaşamaya ve bu savaşın getirisini götürüsünü kabullenmeye zorlayan sistematik bir akıl var. Örneğin Ukrayna-Rusya savaşında dün Ukrayna'dan taraf siyaset izleyen devletler yeri geldiğinde Rusya'nın yanında konumlanabiliyor. Yaratılan bu belirsizlik içerisinde herkes bir denge yakalamaya çalışıyor. Bu denge yakalama arzusu da sistemin yaşadığı krizden bağımsız değil. Ciddi bir sistem krizi var. Savaş da bu krizi aşmanın tek seçeneğiymiş gibi sunuluyor.
Savaşın çapının genişlemesiyle beraber Türkiye iç siyasetinde de bir hareketlilik oluştu. CHP ve AKP arasındaki temaslardan tutalım, Devlet Bahçeli'nin açıklamalarına kadar... Türkiye iç siyasetindeki gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Cumhur İttifakının toplamı için söyleyeyim, ciddi bir değişim-dönüşümü sağlayabilecek herhangi bir emare yok. Ne ekonomik ne politik ne hukuki hiçbir emare var. Ama ben son seçimlerin Cumhur İttifakı üzerinde bir etki yarattığını düşünenlerdenim. Özellikle CHP açısından yerel seçimlerde açığa çıkan tabloya bakmakta fayda var. İktidarın siyasetsizliği, Türkiye'deki seçmenleri önemli oranda CHP'ye yöneltti. Aslında bu, toplumun CHP'ye verdiği bir şanstı ve CHP'nin bu şansı değerlendirme potansiyeli günden güne azalıyor.
Nasıl azalıyor, biraz açar mısınız?
Toplum, iktidarın siyasetinden rahatsızlığını ifade edip iktidarın karşısında ve onun politik tercihinin dışında bir siyaset ve politik ortam istediği için CHP'ye oy verdi. Bugün geldiğimiz aşamada toplumun bu teveccühüne rağmen CHP, iktidarın karşısında bir siyaset kuramıyor. AKP ve MHP'nin başını çektiği Cumhur İttifakının çizdiği bir hat var. İşte Cumhur İttifakı normalleşmeyi herkesin, özellikle de CHP'nin o hatta gelmesiyle tanımlıyor.
CHP bunu niye kabul ediyor?
Güzel soru, CHP'ye sormak lazım. (Gülüyor) Birçok başlık var. Örneğin CHP'nin bu imkânı değerlendiremediğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye siyasi geleneği açısından CHP siyasetinin ana hattı yüz yıldır bildiği, yüz yıldır tanıklık ettiği temel sorunlardan kaçmak oldu. Özgür Özel'le bunun değişeceğine dair emareler verilmiş olsa bile geldiğimiz aşamada, özellikle meclisin açıldığı zaman dilimi içerisinde gerçekleşen tutum bunun böyle olmadığını ve olmayacağını gösteriyor. CHP'nin başkanlık sistemine ikna olduğunun işaretleri var. Çünkü Özgür Özel yerel seçimden itibaren ısrarla kendisinin ve partisinin iktidar olması üzerinden bir siyaset yaptı. Bu elbette ki bir siyasi partinin temel haklarından birisi ama CHP tarafından arzulanan bu iktidarın nasıl bir iktidar olduğuna dair içi doldurulmuş bir şey yok. Bu durum ister istemez CHP ve Özgür Özel'in cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine ya da başkanlık sistemi dediğimiz sisteme ikna olduğunu ve biraz bu yönde bir siyaset kurguladığını düşündürüyor. Dışarıya yansıyanın bu olduğunu söylemek mümkün ama politik tutumları da ne yazık ki yansıyan bu fotoğrafla çok paralel.
CHP'nin, daha doğrusu Özgür Özel'li CHP'nin başlangıçtaki iddiasından uzaklaştığını söyleyebilir miyiz?
Parlamenter sistem ve demokratik değerler konusunda iddiasının düştüğünü düşünüyorum. Kongreden sonra açığa çıkan tablo biraz daha halkın taleplerine kulak veren, iktidarı yeren bir boyuttayken bugün ne yazık ki, özellikle meclis açılışında açığa çıkan tabloda görüldüğü gibi, beka meselesi üzerinden iddiasının düştüğü görülüyor. Aslında bu bir konfor alanı sunuyor CHP'ye. Hem başkanlık sistemi hem de Cumhur İttifakı’yla ortak hareket etme potansiyeli bir konfor alanı yaratıyor. Değişimle, dönüşümle ilgilenmeden, Türkiye'nin temel sorunları üzerine bir şey söyleme ihtiyacı duymadan iktidar olabiliyorsun. Bu sistemde iktidarlar değişiyor ama yönetme biçimi değişmiyor. CHP'de kongrede kendini gösteren fotoğrafın aksine bu alana dönük bir kaymanın olduğu çok bariz hissediliyor. Kendi içlerinde nasıl bir tartışma yürüttüklerini bilmiyoruz ama ara ara dışarıya yansıyan iç çelişkiler de okunuyor. Örneğin meclis açılışında da bütünlüklü bir görüntü veremediler.
Ben toplumun kimden beklenti içerisinde olduğunun çok belli olduğunu, toplumun beklenti içerisinde olduğu siyaset zeminlerinin bir araya gelmesinin daha öncelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada da CHP'ye gerçekten çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Hâlâ o "normalleşme" hattına çok girmemişken kulak vereceği şey kendisine oy veren ve kendisine oy vermediği halde ondan beklenti duyan toplumsal kesimlerin sesidir. İktidara yüzünü dönerek ülkeye sağlayacağı faydaların neredeyse yok düzeyde olduğunu söylemek mümkün.
Diğer yandan Devlet Bahçeli'nin de türlü açıklamaları oldu. Özellikle meclis açılışında kameralara yansıyanlar çok konuşuldu. Bahçelinin açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahçeli'nin Özgür Özel'le karşılaştığı anda ifade ettiği "Birbirimizi kırmıyoruz inşallah. Üzülme! Bazen siyaseten söylememiz gereken şeyler oluyor. Siyasetin gereği olarak" sözleri çok önemliydi. Siyasetlerinin ne kadar içi boş ne kadar çürümüş, toplumdan ve hakikatlerden ne kadar uzak olduğunun göstergesi. Ne kadar gösteri odaklı olduklarını gösteriyor. Bu ifadeler aynı zamanda meclisin açıldığı gün gösterdiği tavrın da samimiyeti konusunda bir sürü soru işareti barındırıyor. Ama esasında o günkü tabloda topluma ve siyasi partilere verilmek istenen bir mesaj var. Oysa toplumun, özellikle de politik bir halk olarak Kürtlerin Cumhur İttifakı'nın dünden bugüne pratiklerine dair hafızası çok güçlü. Hem AKP'nin hem MHP'nin Türkiye'nin temel meselelerine dair hakkaniyetten uzak pratikler sergilediği unutulmadı. Bu hafıza, bugünkü siyasi tutum ve söylemlere bakıldığında herhangi bir demokratik değişimin, somut bir adımın, olumlu bir dönüşümün olmayacağına işaret ediyor. Toplum, AKP'nin de MHP'nin de başta Kürt sorunu olmak üzere Alevilerin, kadınların, emekçilerin yaşadığı sorunlara dair ne söylediğine hep baktı, bundan sonra da bakmaya devam edecek.
Bütün bunların Ortadoğu'daki savaşla ilişkisi nedir?
Türkiye uzun süredir bir kriz içerisinde. Bu kriz Ortadoğu'daki savaştan bağımsız değil. Mevcut iktidarı, daha doğrusu Cumhur İttifakı’nı, savaşın Türkiye'ye sıçrama ihtimali rahatsız ediyor. Biz ise savaşın herhangi bir yere sıçramış olmasından rahatsızız. Savaşın coğrafyaları, toplumları, halkları bir cenderede bırakmasından, milyonlarca insanın göçüne ve ölümüne sebep olmasından rahatsızız. Savaşa tekil bakmamak lazım. Fakat Türkiye, İsrail'in pervasızca yürüyen savaş politikaları kapsamında yeni bir söylem üretiyor. İsrail'in Türkiye'ye saldırma ihtimalini gündemleştiriyor. Türkiye toplumunun büyük bir kısmı da siyasi partilerin büyük bir çoğunluğu da böyle bir ihtimalin mevcut zaman ve koşullarda mümkün olmadığını ve olamayacağını çok iyi biliyor. Bunu destekleyen tarihsel bir sürü gerekçe var. İsrail'i tanıyan ilk devletin Türkiye olması, mevcut iktidarın ve bağlantılı yapıların İsrail'le kurduğu ticari, askeri ve siyasi ilişkilerin her biri birer gösterge. Şimdi ortada bütün bu göstergeler varken çıkıp "bir savaş tehdidiyle karşı karşıyayız. Türk'üyle Kürt'üyle, muhalefetiyle, iktidarıyla yan yana gelme zamanıdır. Bu bir beka meselesi" demeye getiriyorlar. Oysa beka dediğimiz şeyin içerisinde iktidar dışında kimse yok. Asıl mesele de tam olarak bu. Dolayısıyla İsrail'in saldırma ihtimalini ana eksen yaparak oluşturulan bu korku ortamında toplumu konsolide etme ve onu yeniden dizayn etme girişimi söz konusu. Yani AKP, iktidarını sürdürebilmek için yeni bir siyasi söylem üretmiş durumda ve bunu alabildiğince kullanacak, alabildiğince değerlendirecek.
Bu korku ve kaygı karşısında AKP'nin özellikle Suriye ve Irak'taki konumlanışına da bakmak gerek. Bunları birbirinden ayrı konuşamayız. Sen hem İsrail-Filistin denkleminde İsrail'i olabildiğince eleştireceksin hem de İsrail'in yöntemlerini alıp Kürt halkının üzerinde kullanmaktan imtina etmeyecek, hatta bunu gururla ifade edeceksin. Böyle bir çelişki varken toplumu saldırı tehdidine ikna etmek zor. En çok güvendiğimiz şey de bu. Özetle diyebiliriz ki iktidar, aslında olmayan İsrail tehdidini yeni dönem siyasal hattının ana referansı yapmaya çalışıyor.
Üçüncü Dünya Savaşı ve Türkiye'de iç siyasetine ilişkin bahsettikleriniz bağlamında, Kuzey Kürtlerini ne bekliyor sizce?
Çöktürme planının Cumhur İttifakı eliyle devam ettirildiğini en başta söyleyelim. Devlet açısından bu plandan bir vazgeçiş yok çünkü açılış gününde yapılan gösteri, son 10 yılda yaşananların üstünü bir nokta kadar bile örtemez. Bu açıdan baktığımızda Kuzey Kürtlerine düşen yine direniştir. Kuzey Kürtlerine düşen, dört parçada yaşayan Kürt halkının ve Ortadoğu halklarının bütün haklı talepleri konusunda durduğu çizgiyi güçlendirmektir. Durduğu çizgi nedir? Özgürlükçü, eşitlikçi, halkların bir arada yaşayabilme iradesini açığa çıkaran paradigmanın etrafında güçlenmektir.
Şunu da söylemek isterim, Ortadoğu'daki bu sorunlara dair Sayın Öcalan ve Kürt hareketinin çok uzun zamandır yaptıkları tespitler ve çözüm önerileri var. Bunun hayata geçirilme olanaklarının en yoğun tecrübe edilebileceği bir zaman dilimindeyiz. Rojava'da açığa çıkan irade, bütün bu korkunç savaş ortamında parlayan bir yıldız gibi duruyor. Bu varlık, Türkiye'deki iktidar tarafından hâlâ tehdit olarak tarif ediliyor. Topluma da böyle algılatılmak isteniyor. Değil! Bakın, "Bu savaştan rahatsız olmayan var mı?" diye anket yaparsanız Türkiye toplumunun tamamı bir rahatsızlık ifade eder. Ama ne yazık ki toplum iktidarın savaşı meşrulaştırmak, olağanlaştırmak ve iktidarın toplumu savaş politikaları etrafında konsolide etmesi karşısında zayıf. Bu durum toplumsal örgütlenme gücüyle alakalı. İktidar bunun bilinciyle, en çok da toplumun kendi ihtiyaçları ya da kendi talepleri etrafında örgütlenme kabiliyeti ve örgütlenme cesaretiyle oynadı, en çok buraya saldırıp burayı zorladı. Bugün de bunu yapmaya çalışıyor. O yüzden söylemlerinin karşılık bulması muhtemeldir. Fakat diğer yandan Demokratik Bölgeler Partisi olarak durduğumuz yerden baktığımızda uzun bir süredir aslında iktidarın hedef aldığı toplumun ve halkların örgütlenmesine dair bir ivme olduğunu da görüyoruz. Çünkü devlet ve toplum denklemine dair toplumun farkındalığı her zamankinden çok daha yüksek.
Haritayı gözümüzün önün getirdiğimizde Kürdistan, savaşın ana taraflarından biri olan İran'la Batı dünyası arasında bir tampon gibi duruyor. Kürdistan'ın tüm parçalarının da neredeyse hiç statüsü yok. Böyle bir fotoğrafta Kürtler ne yapacak? Rolleri ve konumları ne?
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin uçak kazasıyla ölmesi hem bölgesel hem de küresel güçlerin üzerinden çok hızlıca atlamak istediği bir mesele oldu. Farkındaysan, bir ülkenin Cumhurbaşkanının ölümünün bu kadar hızlıca geçirilmesi hepimiz açısından yeni bir deneyim oldu.
2-3 gün bile konuşulmadı neredeyse...
Türkiye'de arama çalışmalarına gitmişti, hatta neredeyse "biz bulduk" demişti. Aslında Reisi'nin ölümü İran'ı yeniden dizayn etme sürecinin ilk ve belki de en önemli adımlarından biriydi. Bunu neden söylüyorum? Reisi'nin ölümünün peşi sıra Cumhurbaşkanı seçilen Pezeşkiyan'ın rolü Reisi'den biraz farklı. Daha reformist biliniyor. Hem bölgesel güçlerin hem de küresel güçlerin on yıllardır yaptığı bir İran tarifi ve uyguladığı ekonomik ve siyasi bir ambargo var. Pezeşkiyan'la birlikte küresel güçlerin sistemlerini ikame edebilecekleri ya da olumsuzluklar karşısında kimsenin beklemeyeceği kadar sessizliğe bürünen bir İran oluştu diye düşünüyorum. Ciddi bir sessizlik var aslında İran'da. Mesela Filistin savaşı başladığında ilk tepki verilecek yerlerden birisi olarak herkes uzun süre İran'ı bekledi. İran Cumhurbaşkanı öldüğünde bir şeyler yapılacak diye çok ciddi bir süre bekledi herkes. İran'ın karşı karşıya olduğu süreçlerin farkında olduğunu düşünüyorum. Şunu vurgulamadan da geçemeyiz; İran Kürtlerinin, Jîna Mahsa Amîni şahsında açığa çıkardığı direniş de İran'ın yeni dönemini zorlayan süreçlerden birisi oldu.
Öte yandan her ne kadar ana aktörleri İsrail ve İran olsa da savaşın bağlamını bu iki aktör üzerinden düşünmek fotoğrafı eksik bırakır. Herkes kendince İran'la da İsrail'le de hem ilişkiler kuruyor hem ilişkisizlikler geliştiriyor. Diğer yandan herkes bu savaşı kendi emeline ulaşmanın fırsatı olarak da değerlendiriyor. Dediğin üzere Kürdistan da bir tampon bölge gibi. Bu durum Türkiye'ye, Kürtlerin yaşadığı Ortadoğu ülkelerinde istediği politikaları hayata geçirebilmesi için alan da açıyor.
Bu Türkiye cephesinden bir durum. Peki Kürtler ne yapmalı? Az önce bahsettiğim Rojava'daki alternatif sistem ve bu sistemi sahiplenme iradesi, küresel ve bölgesel güçleri ürkütmekle birlikte halklar için bir çıkış sunuyor. Şöyle bir şey tarif edelim: Hizbullah'ı bu savaşta tek güç olarak düşünmemek lazım. Amerika'nın da rolüne dair uzun uzun konuşmaya gerek yok ama İsrail'in hedef aldığı güçlere baktığınızda, çoğunun "sistem dışı" olduğunu görüyoruz. Bu yapıların ne kadar sistem dışı olup olmadıklarından bağımsız bir şekilde söylüyorum bunu. İsrail'in yaptığı suikastlardan de bu anlaşılıyor zaten. Siyasi liderlere dönük suikastların her biri yeniden dizaynın bir parçası aslında. Sistem ve onun savaş gücü İsrail, kendine alternatif olabilme potansiyeli taşıyan yapıları bitirmek üzerine bir savaş kurguladı ve bunu adım adım sürdürdü. Buna karşı yürüyen sessizlik de korkunçtu. Hayatını kaybeden Filistinliler sadece rakamsal olarak ifade edildi. İşte Kürtler de böyle bir savaş ve yıkım ortamında sistem-dışı, devlet-dışı bir güç olarak dimdik ayakta. Öz savunması var Kürt halkının. Kültürel ve kimliksel değerlerini savunma konusunda inanılmaz bir tarihi birikim ve tecrübe sahibiler. Belki de bugün şunu tartışmak durumundayız, Kürt halkının dört parçadaki tarihsel direnişi, Ortadoğu'daki yangına karşı mücadelede bir öncülük gerçekleştirebilir mi? Evet, gerçekleştirebilir, çünkü bunun formülü çok uzun zaman önce Sayın Öcalan tarafından ifade edildi, yazıldı, paylaşıldı bütün dünyayla. Dolayısıyla buradaki en kritik rol yine "sistem-dışı" güçlere düşüyor. Nasıl bir araya gelineceğinin yol ve yöntemlerini tartışmak gerekiyor. Bu anlamda da en tecrübeli güç olarak da Kürt halkı ve Kürt halkının tarihsel mücadelesi duruyor.
Tam da işaret ettiğiniz yerden, Türkiye iç siyasetinin bahsettiğimiz gündemleri konuşulmaya başlandığı andan itibaren DEM Parti sık sık İmralı'yı adres gösteriyor... Az önce genel bir fotoğrafını aktarmaya çalıştığınız savaş gündemi içerisinde Sayın Öcalan'ın görüşleri nasıl bir umut sunuyor?
Rojava'da gerçekleşecek olan seçimlere ABD'nin dahi müdahale etmesi ve bu müdahalelerin biçimi orada ne kadar güçlü bir alternatif modelin yaşatıldığını gösteriyor bize. ABD'yi bile harekete geçirecek bir model olduğunun ana göstergelerinden birisi bu. Peki orada ne var? Orada hem İsrail-Filistin sorununa hem dört parça Kürdistan sorununa, hem Türkiye'de Kürt halkının karşı karşıya bırakıldığı çözümsüzlük sorununa çözüm olabilecek bir toplumsal yapı inşa edildi. Halkların, inançların, dillerin, kimliklerin bir arada yaşamasının mümkün olmadığını söyleyen devletçi akla karşı "hayır, bir arada yaşam mümkün" diyen ve bunu ispatlayan bir sistem var. Bu sistem inşa edilip tecrübe edilmemiş olsaydı bir hayal gibi bakılabilirdi ama sistemin kendini ispatlamış olması, halkların önüne çok önemli bir seçenek sunuyor. Kürt halkını bugün ayakta tutan esas şeylerden başında alternatif bir sistemin teorik tartışmasını ve pratik yürütücülüğü yapabiliyor olması.
Kürtlerin zorlu koşullarda da bir toplumsal kurumsallaşma yaratabiliyor olmasını mı kastediyorsunuz?
Evet. Bunun adı öz savunma. Kürt halkı bunu sağlayabiliyor. Kendisinden askeri, politik ve siyasi olarak güçlü yapılar karşısında direnmeyi biliyor. Bunu sağlayan ne peki? Dünya ölçeğinde küçücük bir coğrafya, dünya nüfusu açısından küçük bir nüfus bunu nasıl başarabiliyor? Örneğin Rojava'daki sistem bütün halkların rızası ve kabul üzerinden kurulmuş durumda. Bu sistem bize çareyi gösteriyor. Uluslararası ve bölgesel güçlerin iktidar ve ulus-devlet üzerinden egemenlik ilişkilerini korumak ve yeni egemenlikleri sağlamak, ya da halihazırda savaş yürüttüğü güçleri kendi siyasetine eklemlemek üzerinden sürdürdüğü siyasete karşı bu coğrafyada ve bu tarihsellikte anlaşılması bile zorlaştırılan bir özgürlüğü tarif ediyor. Tarihsel olarak var olan ve bugün de bize ışık tutan halkın kendi kendini yönetebilme iradesinin gerçekleşebileceği tek zemin bu. Bugünkü tecridin de bu alternatif olma durumuyla çok ciddi bağı var. Sayın Öcalan'ın hem Rojava gerçekliğinde hem de 4 parça Kürdistan'daki halkın direnişinde inanılmaz bir etkisi var. Bu yüzden orada rehin tutulan ya da orada tecrit altında tutulan Sayın Öcalan değil, onun fikriyatı ve fiyatının hayat bulma potansiyelidir. Tecridin önemli sebeplerinden biri, bu fikriyatın Ortadoğu halklarında kabul görme potansiyeli ve dünyanın boğuştuğu sistem krizine karşı bir alternatif açığa çıkarma potansiyelidir.
Sizin de yakından takip ettiğiniz gibi 20 Ekim'de Güney Kürdistan'da önemli bir seçim var. Güney Kürdistan da bir yol ayırımında. Bu konuda neler söylersiniz?
Güney Kürdistan'ın statüsü Kürt halkının tarihselliği açısından uzun yıllar boyunca bir kazanım olarak değerlendirildi. Bu statü, açıktan saldırılarla da karşı karşıya kaldı ama bugün Kürt halkının kazanımlarına dönük saldırılara ortaklık etmeyi tercih eden bir iktidar gerçekliği var Güney Kürdistan'da. Öyle bir ortak hareket gerçekliği var ki AKP'nin bu seçimlere ne kadar müdahil olduğunu çok net gösteren bir örnekten bahsedeyim: Türkiye'de istihbarat görevi ömürlük bir görevdir. İsmail Hakkı Pekin, Güney Kürdistan'da açığa çıkabilecek bir yönetim değişikliğini Türkiye'nin nasıl önleyebileceğine dair, daha doğrusu nasıl önlemek istediğine dair çok açıktan bir suikast çağrısı yaptı. İşte Türkiye ve AKP iktidarı orada bu denli konuşlanmış durumda. Yarışan iki Kürt partisinden tercih ettiklerinin kazanması için milyonların önünde açık açık suikast çağrısında bulundu. Bu açık bir suikast çağrısıdır ve bundan önceki suikastlara dair de sorumluluk aldıklarını ifade eder. Biraz AKP'nin ne yapmak istediğine bakmak gerek. AKP, dört parça Kürdistan'da halkını etkisiz hale getirmek, onları kendi hakimiyeti ve egemenliği ile kısıtlamak ve kuşatma altına almak için en başta Kuzey Kürtleriyle yol almak istedi. Kuzey Kürtleriyle yol alamadığının bir emaresi ve güçlü bir göstergesidir ki "Sizinle olmuyorsa diğer Kürtlerle yaparım" diyerek Güney'de bir işgal gücü, bir politik güç, bir siyasi figür olarak konumlandı. Esasen Türkiye'dekiler başta olmak üzere diğer parçalardaki Kürtlere de oradan sesleniyor. Neyle sesleniyor? Düşmanlık politikalarını büyüteceğiyle, İHA ve SİHA'larla yapacağı suikastlarla. Güney Kürdistan'da gerçekleşecek seçimleri, Türkiye'nin ulus-devlet paradigmasının ne kadar yararına olup olmayacağıyla ölçüyor.
KDP bir anlamda tercihini netleştirdi gibi gözüküyor. Halbuki kendileri bu statüyü elde etme çabası içerisindeyken verdikleri emeğin bedelin hatırlanması Kürtler açısından çok önemli ama KDP'nin böyle bir duruştan da uzaklaştığı belli. Nêçîrvan Barzanî'nin bir açıklamasını takip ettim, "Tek hükümet, Tek ordu" söylemini kullanıyor. Bunu YNK'yi kapsayacak şekilde mi söyleyip söylemediğini bilemiyoruz ama bu söylemlerin AKP söylemi olduğu o kadar belli ki. Dolayısıyla AKP oradaki seçimlere fikriyle zikriyle müdahil ve Türkiye'nin yararına olacak şekilde sonuçlanmasını istiyor. Ama bu öyle bir sonuç çıkacağı anlamına gelmez. KDP'ye dönük eleştiriler sadece bizim cephemizden gelmiyor. Güneyde yaşayan halkın da yoksullukla, yolsuzlukla, oradaki sorunların çözülmemesiyle alakalı çok uzun süredir devam eden politik itirazları var. Ben bu itirazların da çok belirleyici bir faktör olduğunu düşünüyorum.