Sanatında ısrarcı bir ressam: Hezo
Dosya Haberleri —
Kurdistanlı sanatçı Hezo ile mücadelesini, sanatını ve fırçasından çıkan resimlerini konuştuk...
- Beni geçmişim var etti ve ben de bu resimleri yaptım. Yani tüm kültürel kodlar, tüm öğretiler, tüm gözlem ve anılar bilincimde ve karakterimde harmanlanıp tuvale dökülüyor. Dolayısıyla tuvaldeki şey aslında benim yaşadıklarımın bir yansımasıdır. Bu işin ne olduğunu az buçuk öğrenene ve “Ben kimim” sorusunu kendime sorabilene kadar sayısız yol, yöntem ve üslup denedim.
MIHEME PORGEBOL
Kurdistan bir bakıma sanatçı mezarlığıdır da. Sanatını yapamadığı için bırakmak zorunda kalanlar, evinin veya atölyesinin deposunu tamamladığı halde sergilenemeyen eserlerle dolu olanlar, yıllardır üretmesine rağmen Tanpınar’ın ifadesiyle ‘sükût suikastına’ kurban edilenler… Tüm bunlara karşı hâlâ Kurdistan’ın tarihsel birikim ve karakterine yaraşır şekilde direnebilen, üretmeye devam eden, sanatında ısrar eden sanatçılar da yok değil. Bu sanatçılardan biri de Hezo. Sanatının niteliği üzerine konuşmak, yazıp çizmek belki de benim işim değildir ancak yaklaşık yirmi yıllık tanıklığa dayanarak, verdiği sanat mücadelesi hakkında konuşabilirim. Hezo, sanatı en basit ifadeyle ‘alternatif bir anlatım biçimi’ olarak tarif ediyor. Ona göre bir sanatçı kendi öğrendikleri, ona öğretilenler, dış dünyadan yansıtılanlarla var olur. Geçmişte biriktirdiği her şeyin toplamından bir kompozisyon yaratmaya çalışır. Bu durum deneyip yanılmalara, kolajlara ve tatminsizliklere gebe bir süreçtir. Ama ileride işin böyle olmadığını, kendi bakış açısını yaratması gerektiğini kavrar. Bir sanat eseri oluştururken başkalarının neyi nasıl yaptığıyla, geçmişte öğrendiklerinin yeniden yaratılması gerektiğini anlar. Hezo’ya göre eser, sanatçının kendi özünden beslenmelidir. Bu bakış açısı sanatçının kendisi dışında her şeyi reddetmesi anlamına gelmez. Aksine sanatçı, diğer sanatçıların ve çalışma disiplinlerinin tüm unsurlarını bilmeli; bir yapıt ortaya koyabilmek için o yapıtın alternatif bütün üretim biçimlerine hâkim olabilmelidir. Bütün bunları kavradıktan sonra “Ben kimim?” sorusunu sormak zorundadır. Bu soru sanatçıyı yaratan sorudur aslında.
Tabloları parçalamak
Hezo, “Bu soruyu ben uzun zaman kendime sormadım. Okuldan, gittiğim atölyelerden ve diğer sanatçılardan öğrendiklerimle yetiniyordum fakat detaya iniyordum. Fırça kullanımından perspektifine kadar her şeyi detaylandırıyordum. Yapabilip yapamayacağımı ölçüp tartıyordum sürekli zihnimde. İşte bu düşüncelerin arasından zaten bir fikir çıkıyordu. Ben ressamı salt resim yeteneği olan bir insan olarak görüyordum. Ya da müzisyeni iyi enstrüman çalabilen kişi olarak düşünüyordum. Zaman geçtikten ve ‘Ben kimim’ sorusuyla tanıştıktan sonra sanatçının bunlardan çok daha ötesi olduğunu idrak ettim. Bu noktada enstrüman kullanabilmenin yanında imge yaratabilme gerekliliğini görmeye başlıyorsun” diyor.
Bir sanatçının kendine itirafları
Hezo bu gerekliliği gördükten sonra hikâye artık öyle bir noktaya geliyor ki onun için, kendini içinden çıkılmaz bir durumun ortasında buluyor ve bir sanatçının kendine itirafları gelmeye başlıyor: “Hayır, bu benden değil, bu benden yansımadı.” Ustalara, diğer hayatlara, bilgiye ve birikime, hatta kendine inat kendine ait bir Hezo yaratmak gerektiğini düşünmeye başlıyor. İş, o güne dek yaptığı tabloları parçalamaya geliyor. Hezo, bu aşamanın kendine dair bir idrak sonucu geliştiğini söylüyor. Atölyede bulunan türlü aletlerle tablolarını parçalamanın bu idraktan doğan bir müdahale olduğunu, geçmişteki Hezo’ya karşı yeni bir bakış açısı yarattığını vurguluyor. Bu yüzden de onu ‘sinirli’ diye tanımlamama hak veriyor. Hezo ile sohbetimize soru-cevap şeklinde devam ediyoruz...
Seni sinirli olarak tanımlamam yanlış olmaz sanırım? Nedir bu sinirin temelinde yatan?
Doğrudur, sinirliyim. Anne-babam dahil olmak üzere herkese sinirliyim. Biz bir kültürün içine doğduk ama kültürü yaşamadık. Birileri bizi eğitti. Biz kültür kodlarından mahrum kaldık. Bir sürü ham bilgi ve mutlak doğru diye lanse edilen bilgilere maruz kaldık. Ailelerimiz şehre göç ederken kendi yaşam modellerini; insana, hayvana, doğaya ve kendi kültürlerine dair bakış açısını beraberinde getirmedi. Şehir kültürünün dayattığı yaşam modelini bizde örgütlemeye çalıştılar ve bunu bilmeden yaptılar. Kendi güzel kültürlerini kaybetme pahasına bunu yaptılar. Biz 1984’te Batman’a taşındık. Batman’a taşınan ailemiz yeni bir hayata atıldıklarından dolayı çocukları üzerinde başka tasarruflar geliştirdiler. Örneğin, ‘Çocuklarımız okusun.’ Çünkü bu yeni yaşam modeli içerisinde gördükleri çıkış yolu devletin ekonomik imkanlarıydı. Tamam köylerde de bir ekonomi derdi her zaman vardı ama şehirlerde yaşamın tek gayesi olmuştu. Bu yüzden ya çocuklarını okuttular ya bir ustanın yanına verdiler. Daha çocukluktan onları ekonomik döngünün içine sokmaya çalıştılar. Çocukları büyüdüklerinde kendi ayakları üzerinde durabilecekleri bir güç elde etsin istediler. Aslında böylece bizi yetiştirmiş olmadılar, aksine bizi hayattan kopardılar. Bizim hayattan kopuşumuz göçle oldu diyebilirim. Kızdığım asıl nokta, bizi yetiştirmeye odaklanırken kendi tecrübelerine dayanarak insana ve yaşama dair hiçbir şey anlatmadılar.
Ailenin suçu yok burada…
Ailenin elbette suçu yok ama bazı şeylerin onlara yetiyor olması benim sinirimin sebebi. Zaten o idrak vardı onlarda, neyin neden yaşandığını biliyorlardı. Kendileri yaşadı ama bunu çocuklarına söyleme gereği duymadılar.
Korumak istediler belki?
Ama birçok başka kültürel kod taşıdılar. Büyüğüne saygısızlık yapmama kuralını neden getirebiliyor kendiyle? Yetişkin biri sokakta genç kavgasını rahatlıkla ayırabiliyordu. Biz köylerimizden çıktığımızda bunun gibi kodları beraberimizde getirdik. Batman bu kodlarla onlarca yıl yaşadı zaten, hala da bir kısım yaşıyordur bunları.
Bütün bunlar senin resmine nasıl yansıyor?
Beni geçmişim var etti ve ben de bu resimleri yaptım. Yani tüm kültürel kodlar, tüm öğretiler, tüm gözlem ve anılar bilincimde ve karakterimde harmanlanıp tuvale dökülüyor. Dolayısıyla tuvaldeki şey aslında benim yaşadıklarımın bir yansımasıdır. Bu işin ne olduğunu az buçuk öğrenene ve “Ben kimim” sorusunu kendime sorabilene kadar sayısız yol, yöntem ve üslup denedim. Tablolara yansıtmaya çalıştığım şey içimden atmaya çalıştığım duygulardır aslında.
Hasankeyf’le kurduğun bağla ilgili bir şeyler söylemek ister misin?
Ben daha 12-13 yaşlarındayken mahalle arkadaşlarımızla toplanıp bir minibüse atlayıp Hasankeyf’e piknik yapmaya gittik. O günden bugüne Hasankeyf benim için hep esrarengiz bir yer olarak kaldı. Kendine has bir mistisizmi var. Görmediğimiz bir yapı, yaşamadığımız bir yaşam alanı. Sanki 12 bin yıl öncesinde yaşıyor gibi yaşıyordu hala insanlar. Hala 12 bin yıl önceki sokaklarda yürüyorlar; 12 bin yıl öncenin o mağara evlerinde ikamet ediyorlar. Binlerce yıllık bir çarşıdan geçip binlerce yıllık dükkanlardan alışveriş yapıyorlar. O sokaklardan binlerce yıl boyunca geçen herkesin bir izinin olduğunu hissettiriyordu Hasankeyf. Bu yüzden oradan geçmek her seferinde bende çok farklı bir etki yaratıyordu. Günlük hayatımda da Hasankeyf benim için ilk gidilecek seçenekti her zaman. Sonrasında Hasankeyf’i karşıdan, bütün güzelliğiyle görebileceğimiz bir alanda kamp kurduk. Orada 2 yıl kaldım; yetmedi sonrasında Hasankeyf’te 5 yıl boyunca çalıştım. Yani benim Hasankeyf’le irtibatım hiçbir zaman kopmadı. Tam ifade edemeyeceğim içsel bir duyguyla bağlıyız Hasankeyf’e. Çocukluğumdan bugüne hep bu duyguyu taşıdım. Bu yüzden seviyorum Hasankeyf’i resmetmeyi, heykelini yapmayı, ağıdını söylemeyi. Hasankeyf’e dair hüznü kendime bir borç biliyorum.
Hasankeyf’e dair kalıcı bir hüzünle kuşatmışsın kendini…
Hasankeyf öldü çünkü. İnsanların yaşayan o tarihle bağı kalmadı. Bir iki küçük futbol sahasına sığdırılmaya çalışılmış bir tatil köyüne döndürdüler Hasankeyf’i. Hasankeyf’teki insanlar da artık eski insanlar değil. Değiştiler. Onları bir arada tutan yaşam alanını kaybettiler. O yüzden Hasankeyf öldü diyorum. Sadece fotoğraf amaçlı taşınan o eserler kaldı. O eserler artık yaşamıyor. O camiler yapıldıkları günden bu yana içinde ibadet edilen camilerdi, şu an sadece gösteriş için duruyorlar. O minareler varoluş amaçlarını gerçekleştiremiyor artık. Yaşamın içinde değiller.
Resimlerinde Hasankeyf’e ağırlık vermen Hasankeyf’e ağıt sayılabilir mi?
Sayılabilir.
***
Yanık et kokusu
“Bazı hikayeler zamanda kapı açar. Seni o hikâyenin zamanına çeker. Sanatçı da bence bir kapıcıdır. Hem kendi hem de başkalarının ruh dünyalarına kapılar açar” diyerek kendi sanatının beslendiği kaynaklara değinen Hezo, bu hikayeleri insandan çıkarırsan onun kuru bir kabuktan ibaret kalacağını söylüyor ve bir örnek hikâye anlatıyor: “Hikâye çok çarpıcı bir hikâye. Kendim de anlatsam, başkasından da duysam tüylerimi diken diken ediyor. Hikâyeyi Lokman (başka bir sanatçı) anlatmıştı. İpragaz mahallesindeki bir komşuları da ona anlatmış. Bir kadının hikayesi. Köyde yaşarlarken bir köy baskını sırasında kadının iki kardeşi köyü terk etmemek için evde kalıp saklanıyorlar. Ev ateşe veriliyor. Yangın söndükten sonra kardeşlerinin cesedinden yanık et kokusu geliyor. Bilirsin, bizde kelle paça evde yapılır. Kadınlar kelle ve paçaları şişlere geçirip tüylerini yakmak için tandırda çevirirler. Batman’da hâlâ var bunu yapanlar. Bu bir gelenek sonuçta. O kadın da ne zaman yanık kelle ve et kokusunu alırsa bayılıyormuş. O hikâyeye dönüyormuş.”