Sosyalizmi zamana nakşedenler
Nagihan AKARSEL yazdı —
Bazen hayat dokuya hücre hücre dokunarak dokur zaman ve mekanı. Birikimin ardında an’a sızan dokunuşların tılsımı… Zaman efsunun sayacı, mekan bütünselliğin fotoğrafı… Yoluna ‘kuş konulan’ bilge çocukların ‘uçuşu hatırla’ dizesine davet eden destanları…
Ve sayacın her salisesine bütünselliğin resmini acının yükünü taşıyarak dokuyan gülüşün, ezginin, dizenin, inanç, umut ve aşkla dansı… İyi, güzel ve doğru olmanın ilmini kuşanan güzelliğin sosyalist militanları… Kerametini halklarının umuduna süren bilge çocukların toprağa düştüğü aydır Mayıs ayı.
Toprağının gülüne, taşına ab-ı hayat suyunu süren, tüm canlıların yeni bir hayata kavuşacağının müjdesini veren Hızır ile İlyas’ın, deniz ile karanın buluşup Hıdırellez olmasının ayıdır aynı zamanda. Çeşmesine, geçidine, dağına, ziyaretine yüz sürülen Hızır zamanı… En güzel dileklerin bırakıldığı gül ağacının dibinde “Tohum ekenlerin, fide dikenlerin/ Kimse durduramaz yağmurunu / Güneşini kimse kesemez” diyen Gülten Akın’ın dizelerine “Yeşil dağlara göçülür, göklere karşı yatılır” cevabını veren Sebahattin Ali’nin bilge çocuklara atfettiği aydır. Ve hayatın güzelliğine inanıp ona anlam yükleyen sosyalist militanlarının ayıdır. Tertele ve katliamlarla beslenen emperyalizme karşı bilinç ve öfke kuşanan öncü militanların ayı.
‘Bir insan ömrünü neye vermeli’ diyen Hasret Gültekin’in ateşle dansına uzanan hikayesinde canlandı. Devrimin en güzel yüz metresini koşan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın, ‘Yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği’ diyen inancını kuşandı. Ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya’nın meşalesini taşıdı. Leyla Qasim’ın Babil’in merkezinde sömürgeciliğe meydan okuyan, “Ben bu yola düşmedim. Bu yolda doğdum. Ben Kawa’nın dişisiyim, Amerika’nın Kızılderilisi, Harlem’in zencisiyim ve Mezra Botan uygarlığının sahibiyim” diyen sesinde yankılandı. Ömrü halkına hizmet etmeye yetmediği için özür dileyen erdemini kuşandı.
Emeğin abidesi Haki Karer’in ruhunda örgütlendi, silahlandı. Bin dokuz yüz yetmiş yedide sabahın seherinde otuz dört can, ‘vurun ulan vurun ben kolay ölmem’ dedi. Halil Çavgun siyah gülün hikayesine, Çiğdem ve Nergis’in hikayesini sürdü. Ve bu hikayeyi Kandil dağlarında guldexwîn’lere taşıyan Karasungur ve Bilgin’in gericiliğe karşı direnişinde canlandı. Dörtlerin Ferhat, Necmi, Mahmut ve Eşref’in ateşle dansında dünyaya meydan okudu. Hewlêr katliamında Helin, Salih, Ruken ve Ozanların çığlığında büyüdü.
Bu umut Leyla’dan Gurbet Aydın’a (Ozan Mizgîn’e) ezgi, bilinç, örgüt olarak taşındı. Evin cezaevinde Şirin, Ferzad, Ali, Ferhat ve Mehdi’nin azminde yeşerdi. Ferzad’ın, “Kalbimin bir çocuğun göğsünde atmasına izin verin. Bu uçsuz bucaksız dünyanın bütün köşelerine bütün insanlığa sevme mesajını taşıyan rüzgar olmak istiyorum” dediği rüzgarı Andok ve Eriş ile düşmanı titretti. Reqa’da Ulaş Bayraktaroğlu ile aşk ve özgürlük marşını yazdı. Jineoloji Akademisi ilk şehidi Malda Kousa ile özgürlük bilinci ve tutkusunun bir genç kadının dilinden binlerce erkeğe ve kadına büyük bir özgüvenle aktığını gösterdi. Malda sosyalizme inanan yüreklerin, beyinlerin bilimsel bir bileşkesi oldu… Tertemiz dünyasına nakşettiği özgürlük bilincinin bilimini yaptı. Ailesine, eğitim verdiği yüzlerce erkeğe ve kadına güzel bir dünyanın mümkün olduğunu ve ona doğru adım attıklarını anlattı.
Mayıs ayı şehitler ayı. Sosyalizme olan inançları ile iyiliğin de sistemi olabileceğini anlatan öncü militanların ayı. İnançlarının gelecek kuşaklara taşınacağından bir an bile kuşku duymayan, ne istediğini bilen, ilmek ilmek özgürlük değerlerini inşa eden bilge çocukların ayı. Rêber Abdullah Öcalan’ın 1 Mayıs vesilesiyle 1996 yılında yaptığı konuşmada dile getirdiği, “Bana senin sırrın nedir diye soruyorlar. Cevabı çok basit aslında. Sosyalizm. Sosyalizme ütopyasına bağlılık ve onun uğruna çalışma kararlılığıdır benim sırrım” sözlerindeki gerçeği en güçlü hissedenlerin ve onların ardılı olanların ayı.
Şimdi ise sırf konser vermek için eriyen bedenlere, çocuklarının mezar taşlarının başında nöbet tutan annelere tanıklık ediyoruz. Dut ağacının gövdesinde Dersim Tertelesinin acısını sağaltan Silo Qiz’in ağıdına taş ocağının sesi vuruyor. O dağın başına ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ yazısını yazmaya cesaret ediyorlar. Ruhuna kastediyor, dağını taşını ağacını nefessiz bırakıyorlar. Ekolojik duyarsızlığımız, temel değerlerimize karşı savunmasızlığımız, sessizliğimiz, korkularımız, kaygılarımız sosyalizm ruhundan onun öğrettiği samimi ve dürüst değerlerden, özgürlükçü ve ekolojik reflekslerden uzaklaşmamızdan kaynaklı olamaz mı?