Toprağın Yası
Nagihan AKARSEL yazdı —
- Zehra’nın her bir mezar taşının başına bıraktığı saç örükleri, “Tu kî yî?” sorusuna eşlik eden gözyaşları, kınaya batırdığı saçlarından dökülen kan damlaları, suyuna umudu sürdüğü nar taneleri, mezar taşlarının üzerine çizdiği kadın portreleri ve fistanının hurçiklerinden (kollarından) tabloya vuran öfke o acının sanatsal ifadesiydi.
Zamanı kolonileştiren tüm razı oluşlara karşı isyanımızı farklı yöntemlerle öreriz. Kimimiz sanatla, kimimiz silah, kimimiz bilim, kimimiz edebiyatla… Bunların hepsi bir mücadele yöntemini ifade eder. Kimi zamanda bu yöntemler bir yerde birleşir ve ortak bir mücadeleye hizmet eder. Bilimle sanatın kadın bilimi jineoloji ile buluşması ise yaşamın akışının doğal bir sonucu. Jineoloji kadın ve yaşam bilimi, en önemli alanlarından biri de etik ve estetik çünkü. Yaşamı anlamak ve anlatmak isteyenlerin de kadınların dünyasına dokunması ve kadınların herşeye rağmen dokudukları dünyayı bilmesi önemli. Güzel, doğru ve iyi bir yaşam için önemli.
Her birimiz yaralandığımız yerden kimliğimizi inşa ederiz. Milan Kundera’nın dediği gibi, “Bir insanı neresinden yaralarsanız orası kimliği olur” çünkü. Kürt olmak, Kürdistanlı olmak kendi toprağında dahi sürgün yaşamak gibi… Kadın olmak, varlığının anlamında mahrum kalmak gibi. Êzîdî, Alevi, Kakaî, Yarsan, Durzî olmak, inancını gizli yaşamak zorunda kalmak gibi. Kimliğin yapıtaşı içinde, “Özlemlerin ve umutların önünde bireyin kendisinden başka engel yoktur. Yeter ki biraz toplumsal namus, biraz da aşk ve akıl olsun” diyor Rêber Abdullah Öcalan.
Kimliğinin yapıtaşına hem toprağının hem de kadın olmanın acılarını ve umutlarını sürmek isteyen bir sanatçı için bu daha zor. Parçalanmış coğrafyasının ve yaralı kadınlığının acıları ağırdır çünkü. Bunun içine umudu yerleştirmek ise daha zor. Özgürlüğün teorisini, ruhunu, bilimini ve mücadele gücünü istiyor çünkü. Bilim ile sanatın, ideoloji ile sosyolojinin birbirinden koparılamayacağının felsefi derinliğini…
Zehra Doğan’ın Jineoloji Araştırma Merkezi’nin desteğiyle Silêmanî’de ‘Şiveni Xak’ (Toprağın Yası) ismiyle yaptığı performans, bu anlamda binbir duyguyu aynı anda yaşamamıza vesile oldu. Kapitalist modernitenin merkezinde Paris’te katledilen Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’e karşı işlenen insanlık suçunun ataerkil zihniyetin bir sonucu olduğuna dikkat çekiyordu. Aynı zihniyetin babası, abisi ya da eşi tarafından katledilen ve bir gece yarısı gizlice gömülen kadınları katleden zihniyet ile aynı olduğunu anlatıyordu. Silêmanî’de Seyvan Mezarlığı’nın içinde tek bir otun bile yeşermediği İsimsiz Kadın Mezarlığı (Goristana Bê Navnişan) idi burası. Resmi kayıtları yoktu. Ölümleri hakkında tek bir soruşturma yapılmamıştı. Lanetli bir yerdi orası. Ziyaret için gidenin de lanetleneceğine inanılan bir yer. Öyle ya kadın kimliği lanetliydi zaten(!) Hele bir de en yakınları tarafından katledilmişse daha da çok. Orada her bir çukurun başına dikilen küçük bir taştan öte varlıklarına dair bir kanıt da yoktu.
Toprak, katledilen o kadınların yasını tutuyordu adeta… Kimbilir belki kimisi yakılarak katledilmiş, kimisi zehirle yaşamdan kopartılmıştı. Toprağın yeşermemesi de bundan kaynaklı olabilir miydi? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey Güney Kürdistan’da kadınların yaşadığı acının tarifinin olmadığı… Bir sanatçı için de bunu anlatmanın daha zor olduğu… Dağlarında yeşeren Kürdistan Kadın Özgürlük Mücadelesinin gücünü kuşansalar irade olsalar daha güçlü olacaklar illa ki… Buna da Enfal, kimyasal bombardıman, göç ve acının ardından gelen aileci ve işbirlikçi siyasetin yarattığı kırılma izin vermiyordu. Bu kırılmanın duygu ve düşünce dünyalarında yarattığı kaygı ve korku özgürlük felsefelerine erişiminin çok geç olmasının bir sebebiydi.
Zehra’nın her bir mezar taşının başına bıraktığı saç örükleri, “Tu kî yî?” sorusuna eşlik eden gözyaşları, kınaya batırdığı saçlarından dökülen kan damlaları, suyuna umudu sürdüğü nar taneleri, mezar taşlarının üzerine çizdiği kadın portreleri ve fistanının hurçiklerinden (kollarından) tabloya vuran öfke o acının sanatsal ifadesiydi. Mezar kazıcı zihniyete en büyük mesajı ise performansa eşlik eden kazma kürek sesiydi. Elbette herkes durduğu yerden farklı mesajlar almıştı. Sanatın farkı da bu değil mi?
Köklerinden beslenen bir sanatçı Zehra Doğan. Direniş kültürünü dünyaya anlatmak için çırpınan bir Kürdistan sanatçısı. Yerelden evrensele akan kolektif kimliğin bir parçası… Dünyanın neresinde hangi galerisinde olursa olsun sanatıyla ülkesinin ve kadınların direnişini dile getirmeye devam etmesi de bunun bir ifadesi… Kapitalist modernitenin tuzaklarına karşı bu sanatı sahiplenmek ise hepimizin görevi…