Artık hukuksuzlukta hepimiz eşitiz!
Dosya Haberleri —

İstanbul Barosu açıklama
ÖHD İstanbul Şubesi avukatlarından Veysel Demirkaya ile İstanbul Barosu ve belediyesine yönelik soruşturmaları konuştuk:
- İstanbul Barosu'na soruşturmanın nedeni Baro’nun insan hakkı ihlaline ayrım gözetmeden duyarlı olmasıdır. Baro’ya yönelik saldırıların bir diğer sebebi de Kürtler. Kürt avukatların yönetimde yer alması hazmedilememekte.
- Hukuksuzluğu araç kılan güç için hukuksuzluğa uğrayan kişinin mesleğinin hiçbir önemi yoktur. Devlet, hukuksuzlukta meslek ayrımına gitmeden eşitlikçi(!) davranmakta. Avukatlar da bundan nasibi almaktadır.
- Kürt sorununun çözümü ancak demokratik toplum düzeninin inşası ile mümkündür. Demokratik toplumda hukuk siyasi saikler için kullanılmamalı, kuvvetler ayrılığı net bir biçimde ortaya konulmalıdır.
GÜLCAN DERELİ
Türkiye'de uzun süredir en önemli sorunların başında hukuksuzluk, yargının araçsallaştırılması ve darbe anayasasının bile uygulanmaması yer almakta. Öyle ki bu her yurttaşı kapsamakta, adalet toplumun büyük çoğunluğunun talebi olarak sokaklarda yankılanmakta. İstanbul Barosu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik soruşturma furyaları ise bardağı taşıran damlalar oldu. İstanbul Barosu, Kürt gazetecileri hedef alan saldırıların aydınlatılmasını istediği için, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ise yolsuzluk iddialarının yanısıra “kent uzlaşısı adı altında batı illerinde Kürtlerin yönetimde yer almasının sağlandığı” gerekçesiyle operasyona maruz kaldı. Kürtleri hedef alan hukuksuzlukların giderek tüm ülkeyi etkisi altına aldığı görülüyor. Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi avukatlardan Veysel Demirkaya'ya ülkedeki hukuki durumu, Baro başta olmak üzere soruşturma furyalarının gerçek nedenlerini sorduk.
İstanbul Barosu, gazetecileri hedef alan saldırıya ilişkin açıklaması sonrası seçilen baro yönetiminin görevden alınmasıyla sonuçlanan bir soruşturma kampanyasına muhatap oldu. İstanbul Barosu neden bu kadar hedef oldu?
İstanbul Barosu 22 yıldır ulusalcı Kemalist avukatlarının iktidarda olduğu avukat grubu tarafından yönetiliyordu. Ulusalcı Kemalist düşünce yapısından beslenen bu grup, statükocu olup devlet erkinin gerçekleştirdiği insan hakları ihlallerine karşı reaksiyon göstermezlerdi ya da önce hak ihlaline uğrayan kişinin, grubun kimliğine bakılırdı. Resmi devlet ideolojisini benimsemeyen ya da yeterince benimsemeyen kişi veya grupların uğradığı hak ihlalleri çok kolay gözardı edilirdi.
Avrupa'nın en büyük barosu da olan İstanbul Barosu'nun bu kolaycı anlayışa sahip olması ülkeyi yirmi yıldan fazla süredir yöneten iktidar için oldukça konforlu bir alan yaratmaktaydı. Ancak mevcut baro yönetimi seçim süreci kampanyasında da vurguladığı gibi “değişimi” esas alıyordu. Bu değişimin yalnızca yönetimdeki grubun değişmesinden ibaret olmayacağı açıktı. Değişim ile birlikte siyasi iktidarın ezberlediği ve alıştığı pasif tutum sonlandı, İstanbul Barosu bir hukuk kurumu olmanın verdiği sorumluluğu hakkı ile yerine getirmeye başladı. İstanbul Barosu, insan hakları ihlallerine kimin maruz kaldığına bakmaksızın herkes için hukuku savundu.
İstanbul Barosu hakkında çok hızlı bir biçimde soruşturma dosyası açılması ve görevden alma talepli davaname ile karşı karşıya kalmasının sebebi; açıklamaya çalıştığım gibi Baro'nun insan hakkı ihlaline ayrımcılık gözetmeden duyarlı olmasıdır. Baro'ya yönelik olan bu saldırıların bir diğer en önemli sebebi de Kürtler. Malum olduğu üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerine yönelik başlatılan soruşturmalarda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan basın açıklamalarında ve soruşturma evraklarında “kent uzlaşısı adı altında batı illerinde Kürtlerin yönetimde yer almasının sağlandığı” şeklinde ırkçı, anti-demokratik bir cümle yer almakta. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Baro'ya yönelik olan bu saldırılar ile “kent uzlaşısı” birlikte değerlendirildiğinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Baro'ya ırkçı saiklerle yaklaştığını ortaya koymakta. Avrupa’nın en büyük barosunda Kürt avukatların kendi fikir ve düşüncesi ile yönetimde yer alması hazmedilememekte. Baro'ya yönelik olarak artan saldırıların bir diğer sebebi de budur.
Oysa değişik kesimler hukuk ve demokrasi etrafında birleşerek bir baro yönetimi seçti. Soruşturma furyasının nedeni ittifak mı acaba?
İstanbul Barosu mevcut yönetimi gücünü sol, sosyalist, yurtsever, demokrat avukatlardan almaktadır. Diğer bir deyişle daha evvel hukuk mücadelesinde de bir arada olan avukatlardan oluşmaktadır yönetim. Demokratik ve çoğulcu bir anlayışı benimseyen baro yönetimi güçlü itirazlar geliştirmektedir. Devlet ve siyasal iktidar pek tabii olarak hukuk mücadelesinde bunca tecrübesi olan bir baro yönetimi bileşenini görmek istememektedir. Baro Başkanı Sayın İbrahim Kaboğlu seçim kampanyasında çok önemli bir vaatte bulunmuştu. Esasında Baro'nun görevini “vaat” olarak açıklamıştı. Sayın Kaboğlu hukuk dışına çıkan ve anayasasızlaştırmaya hizmet eden her kişi ve kurumu ifşa edeceğini açıklamıştı. Avrupa'nın en büyük barosunun Türkiye’de meydana gelen hukuksuzlukları ortaya çıkaracağını vaat etmesi soruşturma furyasının başlamasına sebep oldu.
Barolar ve avukatlar savunmanın son kalesi olarak görülüyor. Uzun dönemdir baro ve avukatları hedef alan çokça saldırı ve düzenleme yapıldı. Öyle ki barolar ve avukatlar yurttaşları olduğu kadar kendilerini de savunmak zorunda kalıyor. Yani savunma da savunulmak zorunda kalıyor. Şunu sormak istiyorum, baro ve avukatların görev yapamaz hale gelmelerinin sonuçları ne olur?
Avukatlar hukukun teminatıdır. Yargının üçüncü ayağı olan avukatlar -savunma- olmazsa yargılamaların adilliğinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Adil yargılamaların temelinde ise öncelikle baroların bağımsız olması gerektiği açıktır. Baroların bağımsızlığı için avukatlar direnmekte. Avukatlara yönelik artarak devam eden saldırılar sonucu barolar tahakküm altına alınmak istenmekte. Çünkü itiraz eden baro, hak ihlallerine ses çıkaran baro devletin işine gelmemektedir. Baroların ve avukatların görev yapamaz hale gelmesi durumunda yurttaşların nefesi kesilecektir. Sözün özü; avukatlar, her türlü hukuksuzluk ve saldırı karşısında sığınılacak tek limandır, avukatlar adaletin ve özgürlüğün teminatıdır.
İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Fırat Epözdemir, fi tarihinde takipsizlikle sonuçlanan bir soruşturma gerekçesiyle tutuklandı. Bu şu mesajı taşımıyor mu, avukatlar bile bu kadar açık hukuksuzluğa maruz kalıyorsa sıradan insanlar neler yaşamaz ki?
Hukuksuzluğu araç kılan bir güç için hukuksuzluğa uğrayan kişinin mesleğinin hiçbir önemi yoktur. Devlet, hukuksuzlukta meslek ayrımına gitmeden eşitlikçi(!) davranmakta. Elbette hukuk çerçevesinde bir kimseye yapılacak olan idari veya adli yaptırım sırasında, yaptırıma maruz kalan kişinin haklarını bilmesi çok önemlidir. Zira haklarının bilincinde olan kişi haklarını daha etkin savunabilecektir. Bir avukat, avukat olmayan bir yurttaştan daha iyi haklarını bilebilir ancak belirttiğimiz üzere hukuksuzluğu araç kılan erk, kişinin mesleğine bakmaksızın hukuk dışına çıkmakta ve en önemlisi de uygulamalarının hukuksuz olduğunu da açıkça bilmektedir. Ne yazık ki Türkiye’nin insan hakları karnesinin ise son derece zayıf olduğu ortada, yurttaşlar da sayısız hak ihlaline maruz kalmaya devam etmekte.
Biraz da hukuku konuşmak istiyorum. Daha doğrusu olmayan hukuku. Ülkedeki mevcut durumun hukuki tanımı nedir?
Av. Selçuk Kozağaçlı’nın mücadeleci hukuk pratiği sırasında dile getirdiği çok güzel bir söz vardı. Hatırlatmakta fayda var. Şöyle demişti “Hukuk diye helvadan put yapmışsınız acıkınca yiyorsunuz.” Türkiye’deki mevcut hukukun ahvali budur. Demokratik bir hukuk devletinde yargı organının bağımsız ve tarafsızlığı tartışılmaz bir gerekliliktir. Ne yazık ki Türkiye’de yargı tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirmiş durumdadır. Siyasi saikler ile seçilmişler tutuklanmakta, seçmenler ise anayasal haklarını kullandığı için siyasi saikler ile tutuklanmaktadır. Hali hazırda Türkiye’de hukuk güvenliği ilkesinden bahsetmek mümkün değildir. Kimse yarınını tahmin edememekte.
Tüm muhalefeti hedef alan pek çok tahkikat var. En son İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu tutuklandı. Yıllarca Kürt siyaseti ve ÖHD gibi hukuk kurumları, Kürtleri hedef alan kayyum ve diğer hukuksuzlukların er geç batıyı da etkisi altına alacağını vurguluyordu. Şimdi batı bununla mı yüzleşiyor?
Kürtler, yüzyıllık cumhuriyet tarihi boyunca kültürleri, dilleri, toprakları inkar edilen bir halktır. İnkar edilen bu halk, yaşam hakkı başta olmak üzere, her türlü hukuksuzluğu da yaşadı. Yaşanan bu hukuksuzluklar sırasında Kürtler defaatle zulme karşı ezilenlerin, yok sayılanların yan yana durması gerektiğini savundu. Çünkü zulmedenlerin bir sınırı ve etik değerleri yoktu. Hali hazırda Türkiye’nin batısında da kayyum uygulaması devreye sokuldu. Kürt illerine kayyum atanmasını “amalı”, “fakatlı” eleştiren muhalefet şu an kayyum giyotininden nasibini almakta. Devlet batıda muhalefetin belediyelerine yönelik kayyum politikasını devreye sokarken aynı zamanda Kürtler ile de bir “süreç” yürütmektedir. Ezilen kesimler bir arada zulme karşı direnirse ve batı Kürtler ile yüzleşirse, kayyum politikaları da boşa çıkacaktır, süreç de “olumlu” olarak sonuçlanacaktır.
Son olarak, bir süreç yaşanıyor ve bunun en önemli ayaklarından biri hukuki boyut. Şunu sormak istiyorum, hukuk hem toplum hem de Kürt meselesinin çözümünde neden bu kadar önemli? Ve tabii demokratik bir toplum için hangi ve nasıl bir hukuk gerekli?
Kürt sorunu, devletin Kürtleri inkarına dayanmaktadır. İnkar siyaseti sırasında ise kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Kürtlerin inkarına yönelik yapılan tekçi kanunların lağvedilmesi için elbette hukukun önemi yadsınamaz bir gerçekliktir. Kürt sorununun çözümü ise ancak demokratik toplum düzeninin inşası ile mümkündür. Demokratik toplumda hukuk siyasi saikler için kullanılmamalı, kuvvetler ayrılığı net bir biçimde ortaya konulmalıdır. Demokratik toplumu oluşturan halkların, kendi dili ve kültüründe yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli kanuni düzenlemeler yapılmalıdır.