Güncel

Öcalan değişen dinamikleri görüyor

Dosya Haberleri —

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın "Barış ve Demokratik Toplum" çağrısı

  • Ulusal hareketler üzerine çalışan akademisyen Jan Yasin Sunca, "Öcalan’ın reel sosyalizm eleştirilerinden birisi de devlet elitinin ortaya çıkması, yani devletin içerisinde bir burjuvayı kendi içerisinde yaratması, üretim araçlarının artık bürokratlar tarafından yönetilmesi ile sonuçlanması" ifadelerini kullandı. 
  • Öcalan'ın öngörülerine dikkat çeken Jan Yasin Sunca, "Öcalan, değişen dünya dinamiklerini görüyor. Değişen dünya dinamikleri bize diyor ki, liberal bir dünya düzeni var. Liberal dünya düzeninde birçok sorun aslında müzakere ile çözülebilir. En nihayetinde demokratik bir güç paylaşımından bahsediyoruz" dedi. 

ÖZGÜR BARIŞ DEMİR

DEM Parti Heyeti'nin İmralı'ya yaptığı ziyaretler sonrası Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın açıkladığı tarihi mesajın yankıları sürüyor. 27 yıllık ağırlaştırılmış tecride rağmen çözüm perspektifi sunan Öcalan'ın kamuoyuna yansıyan değerlendirmeleri, birçok kesim tarafından yakından takip ediliyor. Araştırmalarında ulus-devlet teorisi, demokratik konfederalizm, PKK, hegemonik dünya düzenine karşı direniş temelli siyasete odaklanan, ulusal hareketler üzerine çalışan akademisyen Jan Yasin Sunca ile değişen dünya dengeleri ve dinamikleri ekseninde Kürt Özgürlük Hareketi’nin yaşadığı deneyim ve geldiği düzey ile bugün yaşanan siyasal gelişmeleri konuştuk. Müzakere ve mücadele dengesinin altını çizen Sunca, “Mücadele müzakereyi getirir, müzakere de mücadelenin sonuçlarını garanti altına alır. Ama bu ikisi beraber işletilmediği sürece sadece müzakere rehavet getirir. Sadece mücadele, sonu olmayan savaşın devamlılığı anlamına gelir. Bu ikisinin beraber yürütülmesi şart, başka da çok fazla alternatif yok. Bu ikisi beraber işletilmediği sürece sadece müzakere rehavet getirir” dedi. 

 

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, PKK’yi 20. yüzyılın bir ürünü olarak görüyor. PKK’nin yola çıkışını, 20. yüzyılın küresel ve tarihsel dinamikleri açısından nasıl değerlendirirsiniz? 

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı, ulus-devletlerin kurulduğu ve sömürgeci yapının yerini egemen sınıfların aldığı bir dönemdir. 19 yüzyıldan itibaren ulus- devletler süreci başlamıştır. 20. yüzyıl, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında eski sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları veya bağımsızlıklarının verilmesiyle ulus- devletlerin küresel meşrutiyet kaynağı olduğu bir dönem. Bütün ulus-devletler milliyetçiliğin batağında, çeşitli toplumsal grupların birbirini katlettiği bir yüzyıl aslında. Yani ulus-devletlerin arkasında örülen kolonyal ve küresel bir örüntü var. O küresel örüntüyü görmek gerekiyor. Yani bahsettiğimiz şey tek tek devletlerin içeresindeki milliyetçiliklerin, Küresel ölçekte ulus-devletlerin hem iç egemenlik hem de dış egemenliğinin tanınması anlamına geliyor. 

20. yüzyıl devleti içeride ve dışarıda tamamıyla bir egemenlik devletiydi. Burada altını çizmemiz gereken şey şu; 20. yüzyıl da ulus-devletlerin burjuva ve elit grupları belli bir gücü ellerinde tutuyor. Ve bu elit sermaye grupları aynı zamanda batı ile ya da eski sömürgeci devletlerle doğrudan iletişim halindeydiler, yani komprador burjuvazi formandaydılar, bunlar aynı zamanda devlet mekanizmalarını da kontrol ediyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti devleti de buna benzer bir yapılanma içeresindeydi. 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başına geldiğimiz zaman Ermeni, Rum ve Yahudilerin katledilmesi, zorla göç ettirilmesi, nüfus mübadelesi ve cumhuriyetin kurulması ile beraber belli bir Türk grubunun eline geçti. Ulus-devlet mekanizması Türklük üzerine inşa edildi. Ve Türklük ve Müslümanlık temel bir kimlik haline geldi. Bu hiyerarşik yapılanma aslında 1980’li yılların sonu 90 yılların başına kadar da devam ediyor. Bu hiyerarşinin devamlılığını sağlamak temelli bir devlet mekanizması var. İkinci mesele de, 19. yüzyıl bittiğinde aynı zamanda pratikte imparatorlukların son bulmaya başladığı, ulus-devletlerin hakim olmaya başladığı bir çağ. Ama 20. yüzyıl sosyalizm mücadelesinin dünyanın tamamında çok ciddi güç kazandığı bir yüzyıl aynı zamanda. 

Reel-sosyalizmin çöküşünün PKK üzerinde nasıl bir etkisi oldu? 

20. yüzyıl sosyalizmin mücadelelerini anlamlandırmadan PKK’yi anlamlandırmamız mümkün değil. Birçok ulusal kurtuluş hareketini de. O dönemin Leninist tezlerinde emperyalizm, kapitalizmin bir üst aşaması olarak tanımlanıyor. Ve çoğu sosyalist ulusal kurtuluş hareketleri de böylesi bir tezle mücadele yürütüyorlar. Kapitalizme karşı sosyalist mücadele 20. yüzyılın tamamını kaplayan bir hikaye aslında. 60’lı yılların sonuna geldiğimiz zaman Avrupa’da sosyal demokratlar, Doğu Avrupa, Rusya ve Çin’de sosyalist- komünist rejimler. Dünyanın geri kalanındaysa 60’lı yılların sonunda 70’lı yılların belli bir aşamasına kadar kökeninde ulusal kurtuluş hareketi olan devrimci güçler var. 

Sol diyebileceğimiz kesimler dünyada iktidarlar ama bize söylendiği gibi kuşlar ötmedi, çiçekler açmadı. Bu hikayenin içerisinde Rosa Lüksemburg gibi isimlerle beraber şu sorgulamalar yapılıyor, devlet acaba gerçekten sorunlara çözüm mü? Veya devleti bir araç olarak kullanırsak acaba küresel kapitalizmin yarattığı sömürü düzenini ortadan kaldırabilir miyiz? Soruların cevabı 68 ile beraber aslında ‘hayır’ diye cevaplandı. Sovyetler Birliği de sosyalist olarak görülebilir ama sonuç olarak bir devlet ve kapitalizmi uyguluyor. Yani güç devlet elinde toplandı; 1000 tane küçük işletme yerine 1 tane devasa işletme gibi düşünelim. Öcalan’ın reel sosyalizm eleştirilerinden birisi de devlet elitinin ortaya çıkması, yani devletin içerisinde bir burjuvayı kendi içerisinde yaratması, üretim araçlarının artık bürokratlar tarafından yönetilmesi ile sonuçlanması.  

 

 

Böylesi bir süreçte PKK’nin 90’ların başından bu yana yaşadığı değişimlerin kavşakları nelerdir? 

1990’larda Sovyetler çöktü, PKK arayış içerisine girdi. Ne yapacağına karar vermeye çalışırken, demokratik konfederalizm kavramı öne çıktı. Bu genel ama doğru yapılan bir okuma. Sadece PKK değil, hemen hemen bütün dünyadaki hareketlerde değişimler oluyor. Mesela, 1990’larda Kolombiya’da FARC’da bir dönüşüm yaşanıyor. PKK kadar döneme kendini tamamen adapte edemiyor tabii. Ama bu okuma eksik bir okuma çünkü 90’larda Sovyetler’den sonra Doğu Avrupa’da yeni bağımsızlıkçılar ortaya çıkıyor. Bunun da Kürdistan üzerinde yarattığı doğrudan bir etki var. Bu kadar bağımsızlaşma var, biz neden bağımsızlaşmıyoruz diye bir etki var. 

Diğer mesele ise bu dönem liberalizmin kesin zaferinin tartışıldığı bir dönem. Küresel anlamdaki çatışmalar çözüldü, yerel anlamdaki çatışmaları ve sorunları da liberal yöntemlerle çözebilirizin başladığı bir dönem. Yani bizim bugün liberal barış diye tanımladığımız hikaye, Sovyetlerin yıkılması ile ortaya çıkmış bir hikaye. Bu çelişkiler de PKK’nin dönüşümünde etkili. Zira zaten 90’larda legal siyasal alan genişlemeye başlıyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci var. Örneğin Diyarbakır İnsan Hakları Derneği üzerinden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurularda bulunuyorlar. Yani halk ilk defa devletin işlediği suçların ceza anlamında bir karşılığının olduğunu görüyor. Bununla beraber siyasal alan örgütleniyor. Bu da halka tek yolun silahlı olmadığını gösteriyor. Ben doktora çalışmam kapsamında Öcalan ile 1988’de görüşen İngiliz bir aktivistle bir görüşme gerçekleştirdim. Orada Öcalan bu aktiviste ‘Sizin yapacağınız tek şey gidip Avrupa’da bu işin demokratik ve silahsız yollarla çözülmesinin koşullarını oluşturmak’ diyor. Öcalan bunu 1988’de söylüyor. Yani daha ortada Sovyetler yıkılmamış ve kanlı 90’lar da yaşanmamış.  

Abdullah Öcalan’ın değişen dünya dinamikleriyle ilgili görüşü neydi ve Kürt sorununun çözümüne dair nasıl bir perspektif sundu?

Öcalan, değişen dünya dinamiklerini görüyor. Değişen dünya dinamikleri bize diyor ki, liberal bir dünya düzeni var. Liberal dünya düzeninde birçok sorun aslında müzakere ile çözülebilir. En nihayetinde demokratik bir güç paylaşımından bahsediyoruz. İktidarın demokratik yollarla paylaşılmasından bahsediyoruz. Bunun ortaya çıkardığı koşullar var tabii ki. Süleyman Demirel’in "Kürt realitesini tanıyoruz" açıklamasıyla başladı. Yani Kürt realitesi ile ilgili böyle bir imkan var. AKP de Kürt sorununu manipüle ederek kendi iktidarını ayakta tutmaya çalıştı. Öcalan’ın o dönemlerdeki açıklamalarını haftalık görüşme notlarından iyi hatırlıyorum. CHP sürekli şunu söylüyordu: "Sizin yaklaşımınızdan dolayı AKP iktidarını sürekli hale getirecek." O zamanlarda kendini devletin sahibi gören Kemalist kesimle müzakerenin mümkün olduğunu söylüyordu.

2010’larda durum çok fazla değişti. Dünyanın tamamında devasa dönüşümler yaşanıyordu artık. Buradan bambaşka bir yere gelmek gerekiyordu. 2010’ların başlarından itibaren, özellikle 2011’de Arap Baharı süreci başladı. Brezilya’dan Çin’e, Hong Kong’dan Kuzey Amerika’ya, Kuzey Amerika’dan Kenya’ya kadar dünyanın tamamında büyük eylemler yaşandı. Hong Kong’da mesela, 2010’larda güvenlik kameralarının her yere yerleştirilmesine karşı devasa eylemler yapılıyordu. Brezilya ve Şili’de öğrencilerin öncülüğünü yaptığı, açlığa karşı büyük eylemler vardı. Türkiye’de Gezi eylemleri yaşandı. Avrupa’nın tamamında eylem ve etkinlikler vardı. 2012-2013 ile birlikte ise neo-faşist, ırkçı hareketler gelişmeye başladı. 2016 yılında bunlar somutlandı. ABD’de Trump’ın seçilmesi, AB’de ise İngiltere’nin birlikten çıkması (Brexit) bunun en net örnekleriydi. Ama bu bir dalga olarak devam etti. Bu da bize liberal dünya düzeninin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Silah bırakmanın koşulları bence 90’larda ve 2000’lerde mevcuttu. Ama Türkiye’deki her aktör bunu kullanarak Kürt-Türk tartışmasını derinleştiriyordu. 2000’lerden sonra özsavunma temelinde bir mücadele sürdü. Öcalan ve PKK müzakereye açıktı. Bunun olmamasının sebebi çok basitti: ABD ve Avrupa ülkeleri istemiyordu. Türkiye’den istedikleri bir şey olduğunda, PKK üzerinden küçük tavizler kopararak taleplerini Türkiye’ye kabul ettiriyorlardı. PKK’nin silah bırakmasını en çok isteyen yapı PKK’nin kendisiydi, ancak silah bırakmamanın koşullarını oluşturan da Türk devletiydi.

 

 

Kim silahların bırakılması önünde engel oluyor?

Türkiye içinde, Kürt sorununun varlığıyla kendi iktidar alanını koruyan ve netleştiren bir Türk milliyetçi yapısı var. Kürt milliyetçisi yapı ise sadece kendi başına var değil; farklı güçlerle farklı şekillerde ilişkili. Bu yapının iletişimde olduğu güçler, PKK’nin silah bırakmasının önünde bir engel olarak çıkıyor. Çünkü PKK silah bırakırsa, örneğin İran bu sorunun çözülmesini isteyen en son güç olur. Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesi demek, İran’ın Ortadoğu’da kendi Kürt sorunuyla tek başına kalması anlamına gelirdi. Bu da İran’ın tek başına altından kalkabileceği bir konu değil.

Avrupa Birliği ülkeleri açısından da durum benzerdi. Örneğin mülteci anlaşması nasıl mümkün oldu? Avrupa Birliği demokrasi ve insan hakları konusunda Türkiye’ye yönelik eleştirilerini bıraktı. Türkiye’de demokrasi ve insan hakları meselesi ise Kürt meselesi ile başlıyor. Karşılığında Erdoğan’a para verildi ve Erdoğan da mültecileri Türkiye’de hapsetmeyi kabul etti.

Ortadoğu’nun klasik siyaseti, Kürtlerin nasıl oluştuğu, değişip değişmeyeceği, kazanıp kazanmayacağı ve bunun nasıl engelleneceği üzerine kurulu. Türk devletinin Ortadoğu siyaseti de bu bağlamda şekilleniyor. Kürt meselesi, kullanışlı bir malzeme olarak görülüyor ve PKK ile Kürtler kendi mücadelelerini verirken, bu mücadele farklı gruplar tarafından manipüle ediliyor. PKK özsavunma mücadelesi verirken, bu mücadele başkaları için bir pazarlık aracı haline geliyor.

Bu yüzden barış yapmak, PKK’nin her zaman istediği bir şeydi. 90’lardan itibaren gerçekleştirmeye çalıştığı bir şeydi. Ancak barış koşullarının her oluştuğu anda, onu bozmak için uğraşan ciddi güçler her zaman mevcut oldu.

PKK’nin kendini feshetmesi durumunda Kürtlere karşı kullanılan ‘terör’ argümanının geçersiz olacağı yönünde bir görüş var. Siz bu konuda iyimser misiniz?

Bu hayli sıkıntılı bir konu. Şu anda mesela CHP belediyeleri ellerinden alınıyor. CHP’yi terörle ilintili bir hale getiren bir devlet yarın öbür gün niye Kürtlerin kurumlarını yeniden terörle ilintili hale getirmesin ki? Ya da terör argümanı elinden gitti diye devletin elinden argüman mı bitecek? İktidar dediğimiz şey kendi iktidarını devamlı hale getirmek için sürekli argüman üretmek zorunda. Yani devletin elinde argümanlar bitmez. İstediği zaman istediği argümanı yeniden oluşturur. Mesela Fethullahçıların sızdırdığı ve Hakan Fidan’ın söylediği bir söz var: 'En kötü ihtimalle gider Suriye’den kendimize iki üç roket atarız, gerekçe oluştururuz Suriye’ye müdahaleye'. Gerekçe oluşturmak zaten iktidarın yaptığı bir şey.

 

 

Farklı ülkelerdeki ulusal sorunları araştırmış biri olarak Kürt sorununa benzer dinamiklere ve geçmişe sahip başka hangi örnek ve tecrübelerden söz edebilirsiniz?

Devlet bu işi çözmeye çalışırken Siri Lanka örneğini uygulamaya çalıştı. Bu model, soykırım modeliydi. 2015-2016’da benzeri bir süreci Kuzey Kürdistan’da yaşadık. Aynı yoğunlukta olmasa da Rojava’da sivil yerleşim yerleri bombalandı. Bu bir realite ama bunda başarılı olmadı, çünkü ne PKK Tamil Kaplanları gibi bir örgüt, çünkü Tamil Kaplanları aşırı milliyetçi ve feodal bağları fazlasıyla güçlü, ne de Siri Lanka Türkiye gibi bir devlet. Çünkü Türkiye’nin bağlı bulunduğu uluslararası antlaşma Sri Lanka’dan daha fazla. Bu faktör tek başına soykırımı engellemedi ama sonuçta bir bariyer oluşturuyordu. Şu anki araştırmam FARC üzerine. FARC ve PKK karşılaştırması yapıyorum. 2016’da FARC, barış antlaşması imzaladı. Birleşmiş Milletler’in koordinatörlüğünde silahlar ortadan kalktı. Ve eski FARC savaşçıları, ülkenin çeşitli yerlerinde belli alanlarda çiftçilik yapabilecekleri alanlara yönlendirildi. 2018’de Kolombiya’da hükümet değişti, Iván Duque diye bir adam geldi. Santos da sağcıydı ama barış imzası atarak Nobel Barış ödülü almıştı. Duque, perspektifi çok farklı, belli bir oligarşik sistemin hizmetinde olan bir isim. Hizmet ettiği sistem, aslında çatışmadan gücünü alan bir sistemdi. Duque’nin iktidara gelmesiyle 2018-2022 arasında 400’den fazla stratejik pozisyonu olan FARC savaşçısı paramiliter güçler tarafından öldürüldü. Bir şey daha gelişti bu dönemde, tek tek şehirlerde ya da bölgelerde protestolara öncülük eden toplumsal liderler suikastlara uğramaya başladılar. 

FARC, devasa eşitsizliklerin olduğu Kolombiya’da eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için çıkmıştı. FARC, belli bir mücadelelinin ürünüydü. FARC ortadan kalktı, yani silahlı olarak. Şimdi Comunes diye bir siyasi parti çerçevesinde örgütleniyorlar. FARC ortadan kalktı ama FARC’ı ortaya çıkaran sorunların hepsi olduğu gibi duruyor. Hatta kimisi daha da kötü durumda. Devletlerin barış anlaşmalardan anladığı şey şu; 'örgüt silah bıraksın'. Ama örgütü ortaya çıkaran sorunları ortadan kaldırmadığın zaman sorunu çözmüş olmuyorsun. Şimdi Murat Karayılan veya Cemil Bayık, Süleymaniye’de bir evde olsalar bu şartlarda suikasta kimse engel olmayacak. Sana sebebini de söyleyeyim. Yani dönüşen küresel dengelerle alakalı da bir durum bu. Uluslararası hukuk dediğimiz hikaye artık çürümüş bir durumda. Hiçbir şekilde geçerliliği bulunmamakta. Bunu İsrail’in Gazze’ye yaptığı katliamda çok net bir şekilde gördük. Küresel dönüşümler böyle bir yere gelmiş. Bu şartlar altında öz savunma bir seçenek değil bir zorunluluk.

Yani böyle bir durumda silah bırakmanın tehlikeli olabileceğini mi söylüyorsunuz?

Bunu sadece PKK’de silah bırakacak insanlar için söylemiyorum. Herhangi birimiz için de bu şartlar altında öz savunma bir zorunluluk. Bu öz savunmayı da sadece kolektif olarak örgütleyebilirsin. Uluslararası ilişkilerde caydırıcılık, silahın kendisini kullanmaktan çok daha büyük bir güç. ABD bugün çok büyük bir güç ise bunun en temel kaynağı caydırıcı olmasıdır. 

2019’da Güney Kürdistan’da Goran hareketinden biriyle konuşuyordum. Goran, o aralar epey güçlenmişti. Goran neden bundan daha fazla güçlenmiyor dediğimde 'Çünkü Goran’ın silahlı bir gücü yok' diyordu. Her şey silahın var mı yok mu, onunla alakalı. Goran’ın böyle bir gücü yok. Nihayetinde Mesut Barzani, Goran’ı hükümete dahil etti ve Goran yok oldu gitti, şimdi esamesi bile okunmuyor. Peki PKK bunları görmüyor mu? Bence PKK bunları fazlasıyla görüyor. Bir de bence devlet Kolombiya örneğini çok iyi çalışmış durumda, bunun emareleri de var.

 Ayrıca müzakere ve mücadele dengesi gerekiyor. Mücadele müzakereyi getirir, müzakere de mücadelenin sonuçlarını garanti altına alır. Ama bu ikisi beraber işletilmediği sürece sadece müzakere rehavet getirir. Sadece mücadele sonu olmayan savaşın devamlılığı anlamına gelir. Bu ikisinin beraber yürütülmesi şart, başka da çok fazla alternatif yok. Bir diğer mesele de 2013-2015 arasındaki süreçte en büyük meselelerden bir tanesi toplumsal garantörlüğün olmamasıydı. Yani sürecin toplumla yeterince paylaşılmaması, topluma sadece ikna edilecek bir zümre olarak bakılmasıydı. Bu iki taraf için de geçerliydi. Bunun da aşılması gerekiyor.  

paylaş

   

Güncel

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.