Ayna Ayna: Dönüşen çevre ve değişen karakter

Toplum/Yaşam Haberleri —

Ayna Ayna filmi

Ayna Ayna filmi

  • Belmin Söylemez’in Altın Portakal ve İstanbul Film Festivallerinde çeşitli ödüllerle taçlanan filmi, Ekim ayı içerisinde vizyona girecek. Asıl izleği bu olmasa da, kent belleği ve dönüşen mekanların insanlar üzerindeki etkisine dair çarpıcı bir iş.

BİLGE AKSU

Anlatıda mekanın işlevini çeşitli disiplinlerde görmeye alışkınız. Edebiyatta ve sinemada, hikayenin etkisini ya da karakterin derinliğini artırmak için sıklıkla başvurulan bir yöntem bu. 100 yıllık bir mesele olarak Ulysses’in Dublin’i ya da bizim en iyi bildiğimiz haliyle Orhan Pamuk’un İstanbul’u örneğin, kaleme alındığı zamanın ruhunu ve atmosferini kalıcı hale getiren işlerdi. Öyle ki, Ulysses için dile getirilen, günün birinde Dublin yok olsa sırf Ulysses’e bakarak yeniden inşa edilebileceği iddiası epey etkileyici bir anekdottur. Fakat aynı şeyi İstanbul için söylemek mümkün müdür, pek emin değilim.

Mesela mekanı en iyi kullanan filmlerden biri, Ağır Roman’ı düşününce bu hissiyat epey derinleşiyor. Kolera’nın sokak aralarında geçen o hayatları ve anıları bugün yeniden yaşamak istesek bunu başarmamız mümkün değil. Çünkü Orhan Pamuk’un ya da Tanpınar’ın görece seçkin İstanbul’u çoğu noktada yerli yerinde duruyorsa da, politik bir saikle ortadan kaldırılan mekanlarımız da bol. Sulukule’den Tarlabaşı’na uzanan bir ‘islah’ hikayesi önümüzde boylu boyunca seriliyor malum. Ya da örneğin, yıllar içinde kimliği usul usul değiştirilen Beyoğlu’nun yeni yüzünü tanımak için ne kadar çabaladığımız ortada. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde, Türkiye gibi bir coğrafyada mekanların müze kimliği kazanması da pamuk ipliğine bağlı. Bazı filmlerin ve kitapların bu husustaki üstün gayretlerine ayrıca teşekkür etmek gerekiyor.

Bu düşünce akışı durduk yere gelmedi tabii. Kadıköy’deki Müze Gazhane’de gösterilen Ayna Ayna filmi önümde akıp giderken ben buralara da gittim geldim. Belmin Söylemez’in ikinci uzun metraj kurgusu olan bu film, birçok şeyle birlikte mekanın üzerimizdeki etkisine de değiniyor.

Üç kadın ve kesişen süreçler

Film yaklaşık 10 yıllık bir üretim sürecinden geliyor. Yönetmenin gösterim sonrasında belirttiğine göre, 2012 civarında bu film için notlar alınmaya başlanmış. Kısaca özetlersek anlatıda üç farklı kadının birbiriyle kesişen süreçlerini izliyoruz. İlki Aylin karakteri (Manolya Maya). Kendisi henüz üniversiteye devam eden bir işletme öğrencisi. Ama okuduğu alana dair hiçbir merakı yok. Oyuncu olmayı kafasına koymuş. Bunun için hem çeşitli dizi seçmelerine hem de oyunculuk kurslarına katılıyor. Arada bir telefondaki sesli mesajlardan duyduğumuz üzere, geleneksel/muhafazakar bir babası var. Aylin’in seçtiği yolla onunki uyuşmuyor ama babayı yalnızca Aylin’in tepkileri üzerinden tanıyoruz. İkinci karakter, Frida (Şenay Aydın). Onun hikayesi epey enteresan. Geçmişinde bazı travmatik deneyimleri olmuş ve yetişkinliğinde de bunun izlerine rastlıyoruz. Frida Kahlo’yu çok seven ve ona öykünen bir karakter. Halka açık alanlarda Frida üzerine yazdığı bir oyunu canlandırmaya çalışsa da, zaman zaman kolluk kuvvetleri kadraja giriyor ve Frida’nın aniden kendi içine döndüğünü, özgüveninin yerle bir olduğunu görüyoruz. Üçüncü karakter ise en tecrübelileri, Lale (Laçin Ceylan). Yıllarını oyunculuğa ve tiyatroya harcamış, edindiği birikimi yeni nesle aktarmaya çalışan idealist bir karakter. Diğer ikisi de zaten onun açtığı kursa katıldıkları için, burada yolları kesişiyor.

Karakterlerin ortak özelliği, üç farklı kuşağı temsil eden idealist ve hayalperest kadınlar olmaları. Her biri, yaşadıkları coğrafyanın gerçekliğiyle defalarca kez yüzleşmiş ve buna dair birçok deneyimleri olmuş. Lale karakteri örneğin, kıt kanaat geçinerek kurduğu tiyatrosunu yaşatmak için çeşitli turnelere ve desteklere ihtiyaç duyuyor. Fakat AKP Türkiye’sinin son dönem icraatları onu derinden vuruyor ve turnesi diğer etkinliklerle birlikte iptal edilince, adeta bir sembolik ölümle karşılaşıyoruz. Bu noktada, üç karakter için de bu sembolik ölümün ayrı ayrı anlatıldığını belirtmek gerek. Aylin için bu özgüveniyle alakalı bir izleği oluştururken, Frida mekanlarla ve kendi travmalarıyla geliyor o noktaya.

Lacan ve Freud

Filmin genel izleğinde psikanalitik bir yaklaşım söz konusu. Özellikle ayna imgesiyle Lacan’ı ve anlatılan rüyalarla Freud’u anlatıya dahil ediyor Belmin Söylemez. Lale karakterinin, oyunculara bir teknik olarak rüyalarını canlandırtması ve onları o rüyalar üzerinden tanımaya başlamamız, hikayeyi gerçek ve gerçeküstü bir noktada buluşturuyor. Her bir karakter, gündelik hissiyatlarını ve hayata karşı duruşlarını sergiliyor bu rüyalarda. Örneğin Aylin karakterinin sahne korkusu ve akabinde yaşadığı ketlenmeler birbiriyle örtüşen anlatılar. Nitekim filmin finalini oluşturan ve karakter izleklerindeki büyük dönüşümü tamamlayan unsur da, Lale Hoca’nın rüyasını değiştirmesiyle ortaya çıkıyor.

Filmin gizli karakterine gelecek olursak, yazının başında değindiğim mekan unsurundan söz etmek gerek. Bunun en büyük sebebi, yönetmenin aynı zamanda bir belgeselci olması. İstanbul üzerine söyleyecek çok sözü olan Belmin Söylemez, bunu film boyunca arka planda kusursuz geçişlerle aktardığı çeşitli mekanlar üzerinden gerçekleştiriyor. Aylin’in en başta girdiği pasaj, Frida’nın sürekli gittiği Feriköy antika pazarı ya da filmdeki öne çıkan tek erkek karakter Fatih’in (Cengiz Orhonlu) çalıştığı İMÇ başta olmak üzere, İstanbul’un farklı kesimlerini ve sınıflarını bir araya getiren mekanlarda dolaşıyoruz sürekli. Yönetmenin bilinçli bir tercih olarak, söz konusu mekanların gündelik akışını da bol bol kullanmasıyla, yer yer belgesel üslubuna doğru gidiyor hikaye. Antikacıların tezgah düzenlemeleri, İMÇ’deki kaotik ortam ya da Aylin’in dolaştığı arka sokaklardaki olağan akışlar çoğu noktada karakterlerle kurulacak özdeşliği bir kenara bırakıp, güncel bir şehir anlatısı takip ettiğimizi düşündürüyor. Tabii bunda yönetmenin kendi perspektifini neredeyse hiç belirginleştirmemesinin de etkisi var. Bütün karakterlere eşit mesafede, onların mutsuzluğunu, sevincini ya da gündelik yaşam gailelerini tipik bir gözlemci açısıyla izliyoruz.

Lale’nin tiyatrosu

Mekana dair en önemli noktalardan biri şüphesiz Lale’nin tiyatrosu. Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde bulunan bu mekan, içeriyle dışarının çarpıcı farklılığını anlatmak için oldukça uygun bir ortam. İçeride idealler, hayaller ve rüyalar akıp giderken, kapının dışında ayyaşlar, küfürbazlar ya da muhafazakarlar cirit atıyor. Lale’nin yerde yatarken bulduğu sarhoş adamın kim olduğunu bilmemize gerek yok, onu tedirgin etmesi yeterli. Ya da bir sabah camına spreyle yazılan ‘orospu’ yazısı nedeniyle yavaş yavaş girdiği cinnet hali, mekan ve karakter ilişkisini anlatmak için bire bir. Sonuçta Lale, yıllardır bu muhitte görece güvenli bir alana sahip olmaya alışmış bir sanatçı ve değişen iklim haliyle en çok onu şaşırtıp sarsıyor.

Türkiye gibi bir ülkede, sanata ve ideallere dayalı bir hayat sürmek her zaman zordu. Fakat son dönem bilinçli şekilde daraltılan alanlar ve değişen çehreler, alışkın olduğu ve güvende hissettiği yerleri kaybeden çok sayıda insanı ortaya çıkardı. Bu güvenli alanlar azaldıkça, bireylerin kendi içlerindeki arzuları tekrar tekrar dürtmeleri ve canlı tutmaları gerekti. Mekanlar değişirken, oralarda rast geldiğimiz çehreler ve zihniyetler de değişiyordu. Bununla başa çıkmanın tek yolu, kaybolup giden şeyleri zihnimizde kurduğumuz vitrinlerde yaşatmaya çalışmaktı.

Filmde Frida karakteri, uzun süredir uğraştığı kişisel oyununu sergilemek için çeşitli mekanlarda gezinirken işte tüm bu zorlukları belgeliyor adeta. Vapurda, parkta, meydanda, havuz başında ya da pazar yerinde, aldığı notları ve Frida Kahlo’ya dair hislerini paylaştığı bütün alanlar ‘ötekiler’ tarafından işgal edildiği için, kendine hiçbir çıkış noktası bulamıyor, hatta düzenli olarak gittiği Feriköy bit pazarı dahi onu rahat hissettirmeyen bir yere dönüşüyor. Bu noktada karakterin iki seçeneği var, ya herkes gibi olağan bir yaşantıya dönmek ya da ideallerinin peşinde bütün yaftalara rağmen ilerlemek… Bütün güvenli alanlarında panik atağa varan deneyimler yaşasa da o vazgeçmiyor ve sonunda etrafına kümelenen insanlara, yazdıklarını okumayı başarıyor.

Aylin’in yurt hayatı başlı başına bir mesele zaten. Tek başına kalamadığı ve bütün çalışmaları anlayışsız oda arkadaşları tarafından sabote edildiği yetmezmiş gibi, çıkıp dolaşmak istediği yerler de her zaman tekinsiz alanlar. Karanlık sokaklar ve eski yüksek binalar arasında, babasıyla olan gerginliğinde somutlaşan o çıkışsızlığı görüyoruz sürekli. Fakat onun dönüşümü, mekanlar üzerinden değil, devralmayı göze aldığı bir miras sayesinde gerçekleşiyor. Turnesi iptal edilince her şeyi arkada bırakıp giden Lale, tiyatroyu ona emanet ediyor ve Aylin, baştaki bütün özgüvensizliğine rağmen bu sorumluluktan kaçmıyor. Yine de bir sahnede, tiyatronun içinde kilitli kaldığı an, mekan ve karakter psikolojisini açıktan görüyoruz. Bu izlek film boyu sürdürülüyor.

Çoğalan aynalar

Finale doğru geldiğimizde, mekan ve karakter izleğinin tek temsili Lale’nin tiyatrosuna dönüşüyor. Aylin’in çabalarıyla sürdürülen girişimler, bu mekanı ayakta tutmaya çalışmanın ötesinde, karakterlerin yaşantısını sürdürmelerinin de bir sembolü haline geliyor. Dışarıyı kasıp kavuran yeni iklimde hayatta kalmak, bu sığınağı ayakta tutmaya bağlı adeta. Nitekim Lale Hoca’nın yeni rüyası da onun dönüşümünü ve yeni hedefleri simgeliyor. Aynalarla var olan bu karakterler, aynalar çoğaldıkça çoğalıyor, güçleniyor ve bir araya geliyor. Sembolik olmaktan çıkan ölüm imgesiyle kurulan karşıtlık da tam buraya denk düşüyor. Ayna karşısında nefes aldıkça, ölüm bizden uzaklaşıyor.

Belmin Söylemez’in Altın Portakal ve İstanbul Film Festivallerinde çeşitli ödüllerle taçlanan bu filmi, ekim ayı içerisinde vizyona girecek. Asıl izleği bu olmasa da, kent belleği ve dönüşen mekanların insanlar üzerindeki etkisine dair çarpıcı bir iş. Vizyon tarihinden sonra çok sayıda ayrıntılı analize rastlayacağımız şimdiden belli.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.