Bülbülü öldürmek

Nevra AKDEMİR yazdı —

  • Yaşamak istediğimiz dünya için geçmişin sömürgeci/ataerkil hayallerini bırakıp, ölü atalarımızın izinde mücadelenin bütünlüğüne odaklanmamız gerekiyor. Çocuklarımızın hayallerini sağa, faşizme ve ırkçılığa iyice zimmetlemeden önce…

Son 24 saatte 8 kadın katledilmiş. Bu yazıyı yazdığım çarşamba sabahında önüme düşen DEM Parti Kadın Meclisi’nin sosyal medya paylaşımı böyleydi. Geçtiğimiz yıllarda dilimize pelesenk olan ve durumun aciliyetini, yaygınlığını ve politik tavır alınması gerektiğine dair saptama ise şu cümle ile başlıyordu: “Her gün üç kadının öldürüldüğü coğrafyamızda…”

Bugün önümüze düşen şiddet tablosu, bir kadın kırımı tanımı yapmamıza imkan veriyor. İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin Erdoğan’ın kişisel tasarrufu ile tüm hukuk normlarını çiğneyerek imza çekmesinden beri giderek tırmanıyor. Türkiye’de şiddeti sadece ölümlerden ölçmek de yanıltıcı olabilir. Kadınların ve farklı cinsel eğilimlerden olanların yaşamlarını sürdürmek, karar almak, ekonomik bir gelir elde etmek veya sadece sokakta yürümek için bile mücadele etmesi gereken, sadece cinsiyetçi değil ırkçı ve sınıfsal saldırılara da doğrudan muhatap kaldıkları bir dönemdeyiz. 

kaynak: https://twitter.com/jburnmurdoch/status/1750849207567593523?s=20

Ocak ayının sonlarında Financial Times’ta yayınlanan bir istatistik, bu cinsiyet bazlı şiddetin kaynakları üzerine düşünürken, toplumsal cinsiyet karşıtlığı olarak Türkçeleştirilen bu saldırgan aşırı sağ politikaların küresel düzlemde kimleri nasıl etkilediğine dair bilgi veriyor. Kadın kırımına varan şiddet dalgasından ciddiye alınır bir cümlesi bulunmayan aşırı sağcıların Trump, Milleu, Erdoğan, Orban ve Wilders’ın seçimlerde nasıl kitleleri peşlerinden sürüklediklerine dair düşünmek için de çarpıcı.

İstatistik Güney Kore’de epey çarpıcı olan ama diğer ülkelerde de benzer eğilimler taşıyan bir kutuplaşmaya dikkat çekiyor: Cinsiyetler arasında ideolojik kutuplaşma. Ülkelerde genel olarak belirli zamanlarda oluşan politik atmosfer aslında kadın ve erkekleri birlikte etkiler. Zeitgeist olarak Almanca’da ifadesini bulduğu gibi, zamanın ruhu, nesilden nesile politik görüşlerin ifadelendiriliş biçimini de siyasetin yapılma biçimini de çerçeveler. Ancak bu araştırma, bu genel kabul gören yaklaşımı kırarak, 18-29 yaş aralığındaki kadın ve erkeklerin politik yönelimlerinin giderek birbirinden ayrıştığını ortaya koyuyor. Gelin biz bu Gen-Z denilen nesil yaklaşımına prim vermeyelim. Ancak sonuçlar çok çarpıcı ve o kadar da mantıklı. Türkiye’de kendi sınıflarımdan da gözlemlediğim ve pek çok meslektaşımla da konuştuğum durum ile de tutarlı. 

18-29 yaş aralığındaki kadınlar daha liberal (ABD perspektifinde sol eğilimleri isimlendirmek için kullanılır) ve özgürlükçü iken, akran erkekler giderek daha muhafazakar ve sağ eğilimlere sahipler. Bu saptama pek çok ülkedeki seçim sonuçları ile de tutarlı şekilde pekişmiş ilgili yazıda. Hatta Britanya ve Almanya bağlamında göçmen karşıtlığı ve yoksul düşmanlığında benzer bir ayrışma kendini gösteriyor. Güvencesizleşen ekonomik koşullar ve geleceksizliğe rağmen yaşamayı sağlayan sömürgecilik artığı ve ataerkil mikro iktidar ve eşitsizlik gösterilerine işaret ediyor. Zira evin içinden mahalleye, mahalleden ulusal sınırlara uzanan faşizmi ve ırkçılığı anlamak için önemli bir açılım sunuyor.

Du Bois William E. B. 1935. Black Reconstruction in America

Demek istediğimi özetleyeyim: Klişeler ve alay etme cümlelerini gözünüzün önüne getirin. Aşağılamak için kadınlıkla, iğrenmek için etnisite veya cilt rengi, insanlıktan çıkarmak için yoksunluklar… Kendini Avrupalı beyaz olarak niteleyen torunların “ortak sembolik dili”ni oluşturuyor aslında. Ne kadar ezilirse ezilsin veya ne kadar aşağılanırsa aşağılansın her zaman kadın (ve/veya Kürt/Arap/siyah/sakat) olmadığı için bir üstünlük hissediyor. Sosyal bir faaliyet olarak, siyahların zevkli alayı, farklı çıkarları, kültürleri, gelenekleri ve dilleri olan çeşitli sınıf, ulusal ve etnik kökenlerden gelen Avrupalı göçmenlerin kendilerini sadece “beyaz” olarak değil, aynı zamanda ırksal olarak üstün olarak görmelerine izin verilmiş oluyor. Böylece Du Bois (1935), ötekinin sureti, acımasız bir kapitalist toplumda fakir, sömürülmüş ve güçsüz olmalarına rağmen, en azından “köle değil” ve “siyah değil” olduğu fikrini aşılayarak, işçi sınıfı beyazları için “psikolojik bir ücret” gibi işlediğini anlatır bize. Bu durum, etnik ve cinsiyetçi aşağılamaları komiklik olarak popülerleştirme yoluyla, yani günümüz trollerinin yaptığı gibi, her döneme özgü sınıfsal çelişki ve çatışmayı potansiyel olarak yeniden iktidar için tehlikesiz alana kanalize eder.

Şimdi kadınların evin içinden mahalle ve işyerlerine kadar güçlü eşitlik talepleri ile hayatlarını sürdürmeye karar verdikleri ve bu kararlarını hayata geçirdikleri anlarda, erkekliklerine saldırı hissederek, iktidarlarının tek imkanı kalan kağıttan kaplanların devrildiğini görüyorlar. Aynı cümleyi diğer tüm sömürülen toplumsal kategoriler için kurabiliriz. Deniz Kandiyoti’nin eril restorasyon dediği kendiliğinden tutumun politik bir tepkiye dönüştüğü ve bu tepkinin de sol’a da sirayet eden bir aşırı sağ çerçevenin içinde kendine yer bulduğunu görmemek elde değil.

Peki ne yapmalı? Eşitlik ve özgürlük herkes için. Demokrasi ise sadece seçim dönemlerinde hatırladığımız bir tercih yöntemi değil, bir yaşam biçimi. Bu korkunç rakamlar, emekle kurduğumuz evlerimizdeki işlerin nasıl dağıldığından, işyerinde neleri hak ettiğimiz ve kimlerden kendimizi üstün gördüğümüzle kesişiyor. Sınıf, cinsiyetli ve ırklı ve çok katmanlı, zira sınıf insanların mülkiyet ve üretim ilişkileri içindeki konumundan geliyor. Bu açıdan gelecekte yaşamak istediğimiz dünya için geçmişin sömürgeci/ataerkil hayallerini bırakıp, ölü atalarımızın izinde mücadelenin bütünlüğüne odaklanmamız gerekiyor. Çocuklarımızın hayallerini sağa, faşizme ve ırkçılığa iyice zimmetlemeden önce…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.