Felaketlerin sürekliliği
Nevra AKDEMİR yazdı —
- Öfkemiz ve yasımız hala büyük, enkazlar hala kentlerin sokaklarında, hala kayıp çocuklar var ve hala akibetini bilmediğimiz yakınlarımız var. Yaşadığımız doğa olayını felakete ve politik suça dönüştürenlerin tek tek kaydını biz de tutuyoruz.
Bir sene önce bu tarihlerde, gözlerimi bilgisayardan veya telefondan ayıramıyordum, yakın çevremdeki herkes gibi. Sadece Türkiye’ye dair haberleri sosyal medya aracılığıyla alabildiğimiz için, yakınlarımıza ulaşmak için tek yolumuz buydu. Depremin ilk şokunu atlattıktan sonra, yıkımın büyüklüğünü anlayabildik uzaktan. Enkaz altındaki sesler bize kadar ulaşıyordu ki buradan dahi adres adres paylaşıyorduk bu çığlıkları. Sokak sokak bildiğimiz yerlerden gelen ilk görüntüler sadece bir yıkımdı, bir felakete dönüşüyordu yavaş yavaş bu doğa olayı. Hızlıca örgütlenen dayanışma masaları, ihtiyaç paketleri ve daha sonra çadır ve konteynerler arayışına girmişti bile. Madencilerin, gönüllülerin ve halihazırda örgütlenmiş feministlerin, sosyalistlerin enkaz başındaki çabalarına şahit oluyorduk. Sosyal medyada tablo bunlarken, devletin olağanüstü durumlarda halkının yaralarını sarmak için var olan tüm organizasyonlarının, toplanan paralarının ise esamesi yoktu. Depremden sonra hızlıca kendi kendine organize olan yardım kuruluşları, sağlık ekipleri ve diğer arama kurtarma ekiplerinin içinde devletin olanaklarından yararlanan yoktu. Tam tersi gerçekleşmeye başladı, devlet ortaya çıktığında.
Çadırlarımızı çaldılar, bağışlarımıza el koydular, arama kurtarma ekiplerinin önünü kesmeye başladılar… Öncelikle herkes devletten, Kızılay ve AFAD'tan bağımsız nasıl bağış ve yardım yaparım sorusuna cevaplar aradı. Zira açıktı ki bu adreslere giden hiçbir destek yerine ulaşmayacak ve iktidarın hedefleri doğrultusunda konumlanacaktı. Gördük, çadırların doğrudan nasıl satıldığını. Enkazlardan sesler geliyorken, arama kurtarma ekiplerini kendi iktidar ortaklarının içinde bulunduğu evlerin kasalarını çıkarmaya sevk ettiklerini de gördük. Biz bunları uzaktan gördük. Yakından görenlerin ise anlattıklarına kalbimiz nasıl dayandı, bilmiyorum. Acımız ve öfkemiz öyle büyüktü ki, hala dinmedi.
Gözümüzün önünde suç işlendi. İnsanların enkaz altında kalmasına ve ölmesine göz yuman bir devlet vardı ortada. Hatta devletin memurlarının bile verilen emirlere isyan ettiğini ayan beyan gördük. Suçlar bu ilk hafta olanlarla bitmedi. Bir TV programı yapıldı bağış gösterisi olarak. Graber’in Borç kitabında özetlediği gibiydi olan biten: Bir kişinin servetinin ne kadar büyük bir kısmı talan veya zorbalıkla elde edilmişse, (bunu) başkalarına verme şekli de o kadar şatafatlı ve kibirli olacaktır. Hala enkazdan sesler yükseliyordu bu esnada: “Sesimi duyan var mı?” Ve havuz medyası enkazdan henüz çıkan çocuğun kameranın hoyrat ışığına tutarak talimat veriyordu: “El salla, kurtuldun!”
Bunlarla bitmedi. Felaket sürdürüldü, artık devlet ve sermaye el ele felaketten kâr ve siyasi rant hesaplamaya başlamıştı. Enkazlar satıldı. İnsanlar birikimlerini yatırdıkları zarar görmemiş eşyalarını almaya gittiklerinde çoktan şirketlere satıldıklarını gördü. Az hasarlı evler, bu enkaz kaldırma işlemleri sırasında yıkıldı, kültür varlıkları depremden görmedikleri zararı enkaz kaldırma taşeronlarından gördü. Çadır kentler ve konteyner kentlerde yaşayanların hayatlarına devam etmesi bekleniyordu, onlar işe gitmeliydi, çocuklar okula gitmeliydi; zira faturalar gelmeye devam ediyordu, evleri başlarına yıkılmış insanların. Yardımlar azalmıştı, bazı yerlerde ortak mutfaklar kurulmuştu yine sivil toplum kuruluşlarının yardımıyla ama içme suyu ve tuvalet problemi devam ediyordu. İster istemez sağlık büyük bir sorun olarak ortaya çıktı.
Deprem bölgesi olarak tabir ettiğimiz 11 ilde, grevlerin ve direnişlerin de olduğunu gördük. Hayat normale dönüyordu. Sermayedarlar enflasyonun çok altında zamlar ile bölgede ikamet eden işçilerinin daha da yoksullaşmasını umursamıyordu.
Dahası, rezerv alanı yasası çıktı. Böylece herhangi bir yer rezerv konut alanı ilan edilip, zorla insanlar evden çıkarılabilecek veya zeytinliklere el konulabilecek. Taşınmazın mülkiyetinin dikkate alınması için, mülkiyet sahibinin Türklük sözleşmesinde yeri olup olmamasına bakılıyordu. Tapunuzun anlamı yoktu, zira yasanın herkes için aynı anlama gelmediğini sadece ceza hukukunda göstermiyordu artık. Erdoğan açıkça söylüyordu bu farkı: “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay'a geldi mi? (Alkışlar...) Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı (Alkışlar…)”. Bildiğimizi ilan etmişti yine!
Kocaman suçlar var bu kısa anlatımda. Bunlar tanık olduğumuz, açıkça belgeleriyle gördüğümüz ve mücadele edenlerin varlığıyla ancak felakete rağmen yaşamamıza imkan sağlayan olaylar dizisinin küçük bir kısmı. Doreen Massey politik suçlarda sorumluluğun kolayca izole edilemeyeceğini söyler, çünkü suçun iç içe geçmiş fazlasıyla aktörü vardır. Zira ana muhalefetten de iktidar partisinden de pek çok aktörün sistem içinde kaynaştığı rant ortaklığında başka bir ihtimal mümkün mü? En yukarıdan en alta kadar bu suçların faillerinin siyaseten birbirine yakın olmayabilecekleri ama ideolojik olarak yakın olacaklarını açıkça görebiliriz. Zira bizim için hala felaketin içinde yaşam imkanını görmemizi sağlayan, deprem bölgesindeki o siyaseten görünmez küçük işleri yapanların emekleri. Tandır kuran ve birlikte yemek pişiren ile çadır ve konteyner kentlere içme suyu sağlayan, kollarını bacaklarını yitirenlere kimsenin haberi olmadan protez yaptıranlar. Bizleri bir arada tutan bu John Berger’in Hoşbeş kitabında önerdiği gibi yetimler ittifakı. Öfkemiz ve yasımız hala büyük, enkazlar hala kentlerin sokaklarında, hala kayıp çocuklar var ve hala akibetini bilmediğimiz yakınlarımız var. Yaşadığımız doğa olayını felakete ve politik suça dönüştürenlerin tek tek kaydını biz de tutuyoruz. Çoklu krizler döneminde, yaşadığımız felaketin üstüne yeni sorunlar ekleyenlerin de. Yine de tüm o küçük çabalar, bizlere yeni bir hayatın mümkün olduğunu ve umudun örgütlenmiş biçimine dair bir hikaye anlatıyor. O hikaye, bizim hikayemiz.