Umutsuz muhalefet olur mu?
Nevra AKDEMİR yazdı —
- Bugün Türkiye’nin gündeminde umutsuzluk duygusu hakim; iktidarın yarattığı hegemonyanın kırılmayacağına dair inancı beslemekle kalmayan, muhalefetin öznesini ve siyasetin hedefini muğlaklaştıran şekilde.
Türkiye'deki gündem seçim sonrası, emekçilerin gelirini reel olarak azaltıp, sermaye maliyetlerini kısarak tüketimi dizginlemeyi hedefleyen, böylelikle geniş halk kesimleri için en acı verici şekilde enflasyonla mücadele iddiasında olan kemer sıkma politikasına dönüştü. Seçimlerden sonra kurulan kabinenin en dikkat çekici isimleri deklare edilir edilmez, ekonomi alanında geliyordu ve bu politikaların neoliberal düstur dışında kendisine bir menzil çizmeyen muhalefetten de geniş kabul göreceği açığa çıkmıştı. Dönemlik ve yıllık ürün ve hizmet fiyat artışlarından oluşan enflasyonun çok altında kalan ücret zamları, bizlerin 1990’lardan yakinen bildiğimiz acı reçete söylemlerini de beraberinde getirdi.
Bugün o zamanlarda da olduğu gibi, ekonomi politikaları son derece yıkıcı. İnsanları umutsuzluğa ve yokluğa sürüklüyor. Borçlanma yoluyla gündelik harcamalarını sürdürmeye çalışanlar için faizlerdeki artışın anlamı, evlerine giren lokmalardaki azalmaya tekabül ediyor. Dövizin TL cinsinden değerinin artışı ise traktörünü çalıştırırken daha fazla gider veya ilaçların fiyatlarında yükseliş anlamına gelebilir. Gündelik hayatı, ister ücretli olarak çalışsın ister gündelik işlerle eline geçen düzensiz paralarla çevirsin, ne yazık ki yardımlara muhtaç hale getiriyor sistem; özellikle de domates biber yetiştirecek bir nebze bile toprağı kalmayanlar, köyden kışlık erzağı gelmeyenler ve başını sokacak ev için kira ödeyenler için. Yardımların nasıl dağıtılacağı ve kimlere verileceğine dair kararları alanlar, yardım almak zorunda olan insanlardan büyük bedellere bağlı tutan zincirleri de elinde tutanlar çoğu kez. Zira devletin bütçesinden ayrılan kaynaklar ve bizzat kamusal hak çerçevesinde belirlenen mekanizmalarla süreç işletilse bile iktidarın yereldeki örgütleniş biçimleri, iktidarın siyasi gücüne mutlak itaate insanları zorluyor.
Enflasyonun en yıkıcı hal aldığı yer her zaman gıda fiyatları olagelmiş. İnsanın biyolojik varlığının devamı için gıdaya ihtiyacı var, dahası eve ekmek getirmesi, bakmakla yükümlü olduklarının da varlığını sürdürmeleri için şart. Dolayısıyla hanelerin öncelikli gündemi gıda. Gıda üretimi ile tüketiminin birbirinden tamamen ayrıştığı her yerde olduğu gibi, artan gıda fiyatları karşısında hanelerin gelirleri artmıyorsa, daha ucuz gıdalarla gün geçirmeye ve öğün küçültme gerekli hale geliyor. Ancak bunun uzun vadeli sonuçları var; ucuz gıda ne yazık ki daha az et daha fazla patates anlamına gelmiyor. İnsan bedeni için sağlıksız olan hazır ve işlenmiş gıdalara daha fazla yönelme anlamına geliyor. Dolayısıyla yoksul mahallelerde sağlıksızlığın da giderek büyüyen bir sorun olması boşuna değil.
Gıdaya erişimin sınıfsal çelişkilerin ölümcül sonuçlarını bir Jack London kitabı okurcasına gözümüzün önünde zuhur etmesi, hem de yapay zeka konuştuğumuz bu günlerde, kapitalizmin işleyiş kurallarına biraz aşina olanları şaşırtmayacaktır elbette. Daha açıkçası, yediklerimizin nereden geldiğini ve kim tarafından üretildiğini bildiğimiz üretici pazarları veya kooperatifler döneminin büyük bir şölenle kapatılması ve yerini piyasa ekonomisinin parlak ışıkları altında rengarenk reklam panolarına bırakılması ile başlayan sadece sefaletimiz değil, aynı zamanda çığ gibi büyüyen kanser vakalarıyla gördüğümüz sıradanlaşan ve normalleşen felaketlerimiz de. Küçük çiftçiler için tarımın geçindirmez hale gelmesi hatta borçlandırmasının devletin tarım politikalarıyla ilgili olduğu kadar, dizginlenemez sermaye egemenliği ile de ilgisi var. Yani, tarımsal alanlara kurulan ve etrafındaki su, hava ve toprağı kirleterek kâr eden, böylelikle emek gücü kaynağını da bu tarımdan kopardıkları çiftçilerden oluştuğunu, 301 kişinin öldüğü Soma maden kazasında görmüştük. Aynı zamanda insanların kayıplarını kullanarak iktidarın lütfu olarak gösterilen yardım ağları aracılığıyla iktidara karşı büyüyen öfkenin nasıl teslimiyete dönüştürüldüğünü de gördük.
Bugün Türkiye’nin gündeminde umutsuzluk duygusu hakim; iktidarın yarattığı hegemonyanın kırılmayacağına dair inancı beslemekle kalmayan, muhalefetin öznesini ve siyasetin hedefini muğlaklaştıran şekilde. Bu umutsuzluk, zamlarla giderek artıyor, insanlar gelecekte sağlık sorunları yaşayacaklarını bile bile sağlıksız gıdalara yöneldikçe, gelecekte yaşayacakları bir ülke/kenti tasavvur etmenin de bir önemi kalmıyor. Halbuki iktidar ortağı olan partilerin dışındaki siyasi öznelerin hala elindeki olanaklar, özellikle belediyelerdeki politik hat son derece örgütleyici.
Özellikle gıda, ulaşım, barınma gibi yerel altyapılar açısından. Bugün içinde yaşadığımız gündelik felaketler, herkes için bambaşka şekillerde zuhur ediyor. Deprem bölgesinde bugünlerde daha fazla suya gerek duyulduğunu konuşan az sayıda insandan öğrendiklerimiz ile çalıştığı halde evini geçindiremeyenlerin çaresizlikleri arasında önemli bir bağ var. Bu bağ, halk- sınıf gibi muğlak kavramları da gündelik hayat içine yerleştiriyor, öznesini gösteriyor. Akademisyenin geçinemiyoruz kampanyasından, fabrikalarının önünde direnişte olan işçilere, İSİG meclisinin Haziran ayı iş cinayetleri raporunda gördüğümüz 159 işçinin isimlerinden, borçlanma ve umutsuzluk intiharlarına koskocaman bir liste çıkıyor önümüze. Adını işdünyası dergilerinin sayfalarında gördüklerimiz dışındakilerin, isimleri öldüklerinde, hapse girdiklerinde, KHK listelerin yayınlandığında bildiklerimizden oluşuyorlar.
Bu yüzden muhalefet olarak kendini belirleyen siyasi öznelerin, umutsuz düşmeye hakkı yok. Umudu, korku karşısında örgütlemeye, iktidarın gündelik şiddetinin ifşası kadar alternatif gündelik hayatların ihtimalini yılmadan anlatmaya, yıkım karşısında yeniden inşayı örgütlemeye, kendini ırkçılık cinsiyetçilik içinde her zaman düşmanlaştırılıp dışlananlarla birlikte örgütlenmeye ihtiyacımız var. Hemen şimdi.