Yeniden göçmenler tartışması, göçmen gözünden
Nevra AKDEMİR yazdı —
- Siyasetten dışlanmak, yoldaşlık ve yurtseverliğinizin sadece "duygusal fidyenizi" ödediğiniz sürece kabul edilmesi aslında mülteci düşmanlığında ortaya konan mekanizmanın başka bir biçimde işlemesinden başka birşey değil. Biz göçmenler hem oradayız, hem burada, üstümüzde doğduğumuz toprakların bilgisiyle yepyeni koşullarda çok boyutlu bir mücadelenin parçasıyız.
Bu yazının konusu, gündeme arada bir giren, yeni dalga Türkiye’den göçmüş insanları odağına alan bir yazı dizisi Ruşen Çakır tarafından hazırlanmış. Yaklaşık 80 kişiyle görüşmüş, hemen hepsi yüksek eğitimli ve meslek sahibi insanlar. Kendi ifadeleriyle “bu yazı dizisi, dünyanın dört bir tarafına dağılmış ya da dağılma hazırlığı içinde olan bu altmışa yakın kişinin -ki yarıdan fazlasının kadın olduğunun, erkeklerden dördünün kendilerini LGBTİ+ kimliğiyle tanımladığının altını çizmeliyim- bana sözlü olarak anlattıklarından derlendi” denilerek kimleri içerdiği aktarılmış. Benim gündemim ise daha çok bu yazı dizisine dair yargıları konu alacak.
İlginç bir şekilde, Türkiye’de yükselen mülteci karşıtlığının bazı öğelerine dair imaların utangaç bir şekilde dillendirildiğini gözlemledim. Hatırlarsak, direkt ve kaba şekilde söylendiği şekliyle, “kaçacaklarına savaşmalılar” tezi idi. Suriye koşullarında kiminle kime karşı savaşacaklarına dair herhangi bir bilgisi olmayan pek çok insan, bu söylemi kullanıyordu. Ülkenin sınırından çıkar çıkmaz siyasi özne konumunu terk ettiklerine dair yaygın kanının burada da işlediğini düşünüyorum. Sanılıyor ki Türkiye’den başka bir ülkeye yerleşmek üzere ister zorunlu ister “gönüllü” olarak göç eden kişiler, toplumsal sorumluluklarını ve siyasi bağlılıklarını terk etmek niyetindeler. Elbette herkes niyetini ancak kendi bilir. Ancak bu yargı, göçmenliği bir kopuş süreci olarak ele aldığı gibi aslında bağların mekansallığı üzerine yeniden düşünmeyi de gerektiriyor. Türkiye’de yaşamaya devam edenlerin kitlelerle sokakta, meydanlarda veya toplantılarda siyaset yapmadığını, siyasetin sosyal medya ve burjuva siyaseti alanın çıkmazları içinde fena halde sıkıştığını izledikçe, bu eleştirinin muhatabının kim olduğu sorusu oldukça açık. AKP karşıtlığında takılı kalan ve siyasi dönüşüm umudunu AKP’yi yenmek veya AKP’nin örgütlediği ideolojik ve ekonomik güce kaybettirmek olarak belirleyen mücadelenin sınırları ve olasılıkları da son derece belirgin iken, yurt dışında yaşayanların tek etikette toparlanıp günah keçisi haline gelmesini tuhaf buluyorum.
Bu gündemin diğer noktasında ise, aslında mücadelenin öznelerinin düşünmesi gereken bir başka konuya dönüşüyor. Zira feminist ve sosyalist olarak kendisinin, aynı mücadele ettiklerimiz gibi uluslararasılaşmış olması. Bu bağlamda siyaset, yerel mücadeleleri içermediği sürece gölge oyununa dönüşüyor. Ülkedeki varolma ve kendimizi ifade etmemize dair mücadeleyi yurt dışındaki “konforlu hayatlarımızda” vermediğimizi düşünenler oldukça yanılıyor aslında. Zira göçmenler, hem ayrıldıkları ülkelerin çelişkilerini ve kutuplaşmalarını yanlarında götürüyor; hem de yeni ülkelerinde varolan eşitsizlikleri katman katman yaşıyor. Kıyaslama yapmak herkesin kendi duygu dünyası ve mücadele deneyimine bağlı olabilir. Üstelik ülkenin mücadele dinamiklerine eğreti olarak eklemlenerek ve dayanışmacı platformlar içinde bile sürekli mücadeleyi sürdürerek. Dolayısıyla göçmenlerin toplumsal sorumluluktan uzaklaştıkları ve kendilerini izole ettikleri fikrini yeniden düşünmeli. Göçmenler arasında değil, aynı zamanda sınırlı da olsa yerleşilen yerlerde de bu mücadeleyi adı konulmamış bile olsa gündelik hayatınız içinde vermek zorundasınız. Üstelik ilk defa deneyimleyeceğiniz ırkçılık ve son derece aşina olduğunuz cinsiyetçilik ile mücadele ederken, ne yapmanız gerektiğini başınıza kötü şeyler geldikçe öğrendiğiniz hukuki ve toplumsal bir sistem içinde. Tahmin edersiniz ki başka bir dayanışma ve siyaset yapma biçimi içinde buluyorsunuz kendinizi.
Bir diğer yargı ise, muhayyel Batı karşısında devletini eleştiren tek göçmen grubu olduğumuz konusunda. Burada “devletin” kimin olduğu ve devletin politik sorunlarını eleştirmenin nasıl bir devletçi perspektifle eziklik veya hainlikle eş tutulduğunu es geçeceğim. Zira işlemeyen hukuk, kişisel hırslara göre yönetilen yargı, talancı bir ekonomik birikim sistemi, istikrarı mumla aradığımız bir gündelik hayat, şiddeti normalleştiren bir eğitim sistemi, işsizliği tehdit ve hak aramayı suç haline getiren çalışma hayatı, mağdur suçlayıcı bir muhalefetin içinden buralara geliverdik. Bunları devletin artık sadece şiddet aracına dönüştüren ve diğer fonksiyonlarını çürüten bir noktada olduğunu da muhalefette kendisini konumlayan herkesten duyduk. Ancak bir göçmenseniz artık bunlardan etkilenmediğiniz varsayılıyor. Halbuki Türkiye’ye gidememekle, hukuki bağım devam ediyor; sevdiklerimin kirasını ve doğalgaz faturasını dert ediyorum, adını bilmediklerimiz için her an endişeleniyoruz. Ülkenin gündeminin mekan bağları dışında pek çoğumuz içindeyiz. Bunu da en iyi deprem nedeniyle gördük ne yazık ki.
Dahası, ortaklık kurduklarımız, hukukun işlememesinden ve ülkelerindeki egemenlerin talanlarından boğulan diğer göçmen grupları yine. Ancak bunlar sadece çok dilli toplantılarda görünür oluyor. Zira dünyanın hiçbir yerinde ezilenlerin dayanışması gündemi oluşturmuyor. Dünyanın hiçbir yeri cennet değil, ancak günümüzde göçmenlerin geldikleri ülkelerden bağlarını kopardığına dair ifadeler de geçerli değil. Sınırdan geçince siyaseten yok olmuyorsunuz. Bu söylemlerle siyasetten dışlanmak, yoldaşlık ve yurtseverliğinizin sadece "duygusal fidyenizi" ödediğiniz sürece kabul edilmesi aslında mülteci düşmanlığında ortaya konan mekanizmanın başka bir biçimde işlemesinden başka birşey değil. Biz göçmenler hem oradayız, hem burada, üstümüzde doğduğumuz toprakların bilgisiyle yepyeni koşullarda çok boyutlu bir mücadelenin parçasıyız.