Hakan Emre Ünal: Her şey bir uyarlama gibi

Kültür/Sanat Haberleri —

Hakan Emre Ünal

Hakan Emre Ünal

  • Açıkçası bana göre her şey bir uyarlama… Gerçeklikten esinlenenler de bir uyarlama, çünkü sahneye taşıdığın zaman bir kurgu içinde anlatman gerekiyor.
  • Evet zor şartlarda tiyatro yapıyoruz, evet fakiriz ama bunların sağladığı yaratıcılıkla çok güzel oyun alanları kurabiliriz gibime geliyor. Derdimizi anlatmayı seven bir ekibiz

BİLGE AKSU

Hakan Emre Ünal, yeni nesil tiyatro sahnelerinin en üretken isimlerinden biri. 2015’te Trom adıyla lisans bitirme projesi olarak giriştiği Roland Topor’un Masanın Altında uyarlamasından beri çok sayıda yazarlık ve yönetmenlik deneyimi oldu. Kurucusu olduğu Tiyatro Hemhal bünyesinde Nezaket Erden’le birlikte çalıştıkları Dirmit - Sevgili Arsız Ölüm ya da TOY İstanbul’da Nermin Yıldırım’la birlikte sahneledikleri Aile Yalanları bunların en meşhurları. Ayrıca oyuncu olarak göründüğü Nolcak Bu Yusuf Umut’un Hali ve Canavar gibi işlerini de hala izlemek mümkün.

Kendisinin hikayelerinde öne çıkan unsur, anlatıcı mefhumu. Hemen hepsinde tek bir anlatıcıdan ziyade, oyunun gidişatına göre değişen, gelişen; azalan ya da çoğalan çok sayıda kişiliği görüyoruz. Seyircinin koltuğunda rahat rahat oturmasını istemeyen biri diyebiliriz. Onun metinlerine ulaşabilmek için sizin de çaba harcamanız gerekiyor. Ve elbette en az onun kadar hayal gücüne ve yaratıcılığa meyilli, duygularınızla barışık olmaya ihtiyacınız var.

Hakan Emre Ünal’la oyunculuktan yönetmenliğe uzanan çok yönlü sanatçı kişiliğini, yeni nesil tiyatro anlayışının mühim noktalarını ve biraz da Dirmit’in ortaya çıkış hikayesini konuştuk.

 

Hakan Emre Ünal

 

Bilgi Üniversitesi İşletme Bölümünden başlayıp sahnelere uzanan bir yolculuk… Yap ama hobi olarak yap diyen aileler böyle fazlayken, sizin bu geçiş hikayenizi merak ettim doğrusu. Oyunculuk deneyiminiz ne zamana dayanıyor?

Aslında üniversitede başladı oyunculuğa olan ilgim. Fakat oyun oynamaya olan ilgim hep vardı. Her çocuk gibi. Oyun kurmak, bir oyun alanı yaratmak hayatta bir kaçış noktasıydı benim için. Gerçek hayatı unuttuğum anlar. Futbolcu olmak gibi bir hayalim vardı ve 10-18 yaş arası çeşitli kategorilerde farklı kulüplerde top oynadım. Ciddi bir sakatlık geçirdim. Çok zor bir süreçti. Sakatlık sonrası futbolu bırakmak zorunda kaldım ve tesadüfi denecek şekilde üniversiteyi kazandım. Bilgi Üniversitesi. Çok sosyal bir üniversiteydi benim girdiğim dönemde. Tiyatro ile bir üniversite kulübü aracılığıyla tanıştım. İçimde futboldan dolayı eksik kalan oynama tutkusunu sanırım tiyatro kapattı o dönem. Devamında ise sanki üniversitede tiyatro yaptım ve işletme ekonomiyi de hobi olarak okudum gibi oldu. Sonrasında hayatıma sinema girdi. Filmler oyunlar derken bugüne geldim. Ailem futbolda da tiyatroda da ellerinden geldiğince yanımda olmaya çalıştılar sağolsunlar.

İlk oyununuz Trom, bir uyarlama metin. Çok sayıda karakteri canlandırdığınız çarpıcı bir hikaye, Dirmit ve Aile Yalanları da öyle. Uyarlama işinin zorluğu malum, sizin deneyiminiz nasıldı bu hususta?

Açıkçası bana göre her şey bir uyarlama… Gerçeklikten esinlenenler de bir uyarlama, çünkü sahneye taşıdığın zaman onu anlatmak için farklı biçimler bulman, bir kurgu içinde anlatman gerekiyor. İster istemez bir şeyler dönüşüyor. X biri yönetmen olsa başka, Y biri olsa başka oluyor. Bu tamamen uyarlayan kişinin bakışını gösteriyor. Kendi adıma da aslında geçmişte yaşanan bir şeyi anlatırken birebir olduğu gibi anlatmıyorum, farkında olarak ya da olmadan, dönüştürerek anlatıyorum.

Aslında süreç boyu oyuncu-yazar-yönetmen işin içindeyse ve ortaklaşa alanlar kurulabilirse çok değerli bence. Gerçek bir hikaye de anlatsak hep beraber oturuyoruz. Bazen oyuncu ve yazar oluyorum bazen yönetmen… Bu anlamda uyarlama ve çalışmayı beraber kurgulamak, oyuncunun yazarın ve yönetmenin üretimlerinin aynı noktada buluşması çok değerli bir şey gibi.

 

 

Oyunların genelinde hikaye anlatıcısı bir karakter görüyoruz. Dirmit’te de en çok öne çıkan bu oluyor yorumlarda, böyle bir ortak izlek nasıl oluştu?

Aslında süreç içinde ortaya çıkan bir şey bu. Sanırım hayal kurma ve üretme şekliniz farkında olarak ya da olmayarak, bu yönde gelişiyor. Derdimizi anlatmayı seven bir ekibiz sanırım. Bir de, seyirciyle beraber ortak bir oyun alanı kurmak ve seyirciyle anlatıcıyı aynı zeminde buluşturmak çok değerli. Anlatıcı aynı zamanda oyuncu olduğu zaman, seyirci kurulan dünyanın partneri oluyor ve oyun daha canlı ve yaşayan bir şeye dönüşüyor. O sebeple hikayeyi bu biçimle anlatmak, hem şu ana kadar yaptığım hem de daha sonra yapacağım oyunlardaki en temel öğe herhalde.

Dirmit için Latife Tekin’le ne ölçüde işbirliği yaptınız, kendisinin tepkisi nasıl oldu?

Başlangıçta Sevgili Arsız Ölüm’ü Nezaket’in bitirme projesi olarak çalışmaya başladık. Aşağı yukarı 40 dakikalık bir anlatı ortaya çıktı. Oynayıp eşe dosta izlettiğimizde “Bunu muhakkak oynayın, annem babam da gelsin!” “Bunu herkesin görmesi lazım!” gibi tepkilerle karşılaştık. Çok güzel bir tepkiydi bu. İlk başta tabii profesyonel olarak oynama niyetimiz yoktu. Çok sonra Latife Hanım’la iletişime geçtik, bir hocamız aracılığıyla. Kibarca reddetti. Çünkü daha öncesinde birçok insan, birçok uzman oyuncu, yönetmen bu metni yapmak istemiş. Ama Latife Hanım'ın hep bir mesafesi varmış, kolay kolay kabul edebilen birisi değil bu işleri. Bir de tabii biz genciz, adımız sanımız belli değil, hiçbir deneyimimiz yok… Ama süreç ilerledi, Nezaket bitirme projesini gönderdi, davet etti gittik evinde oynadık falan. Sonra bir kere daha “Kusura bakmayın şu an hazır değilim bunun oynaması için, kabul edemiyorum” gibi bir şey dedi. Biz de ücretsiz gösterimler yaptık üniversitede, böyle 100-150 kişilik bir salonumuz var, oraya bir sürü insan geldi, çok da ses getirdi. O sıralar Latife hanım bir kere daha geldi, bu sefer kızı Yasemin Demirci’yle. O da sinemacı, şimdi çok yakın arkadaşımız ama o dönem yeni tanıştığımız biriydi, onun da dahil olduğu bir ekip geldi. Hatta Latife Hanım “7 kişilik bir heyetle geldim” diye şaka yapmıştı. Orada bizi hep birlikte izlediler, “Artık bunu profesyonel oynayın çok güzel olmuş” dediler. Bahsettiğim süreç altı yedi aylık zorlu bir süreç ama sonu güzel bitti. Latife Hanım'ın bizi reddetmesi ama hep bir açık kapı bırakması metni de bizi de geliştiren bir süreç oldu, iyi ki de böyle yaşanmış.

Sevgili Arsız Ölüm çok zor bir kitap. Hem tarzı, hem katmanlı yapısı hem de içeriği itibarıyla meydan okuyan bir metin. Onu seçme sebebiniz neydi?

Çok zor bir roman ve metin gerçekten, nasıl yaptık ben de bilmiyorum… Ama Nezaketin direnci sayesinde yani bu. Dirmit’i Dirmit gözünden anlatmaya karar verdikten sonra, romanı o kaotik yapısıyla sadeleştirmek bizim için çok zordu. Bir yandan da en çok tıkandığımız şey, hangi zaman diliminde anlatsak diye çok düşünmüştük. Tek bir gecede geçmesini kararlaştırdıktan sonra gerisi hızlıca geldi. Böyle anlatıyorum ama tabii bahsettiğim süreç yine bir yıllık bir süreç.

Böyle bir kadın hikayesi olunca Nezaket Hanım’ın etkisini merak ediyor insan…

Nezaket İstanbul'a ilk geldiğinde Dirmit’in köyden şehre göç ettiklerinde yaşadığı gibi zorluklar yaşamış. O zaman Sevgili Arsız Ölüm’ü bilmiyor tabii, tesadüfen bir sahafta buluyor, ismi ve konusu çok hoşuna gidiyor. Okuduktan sonra Dirmit’le bir özdeşlik kuruyor. Aslında hepimizin büyük bir mücadelesi var hayatta ve sürekli, her konuda yeniliyoruz. Bu yenilgilerden sonra nasıl dersler çıkarıyoruz kısmı önemli. Genelde bir kendimize acıma ve serzeniş hali en baskın duygu oluyor. Nezaket de kendisi için buna benzer bir şey söylüyordu. Metni çalıştığımız dönem, en çok Dirmit’in devam etme gücü, her yenilgiden ders çıkarma ve inadına üstüne gitme hali, Nezaket’e ilham veren şey olmuştu.

Yeni nesil tiyatro küçük sahnelerde düşük bütçelerle öne çıkıyor. Elbette büyük sahnelerin klasik oyunları da sürüyor ama dekorun azaldığı ve rejinin daha az görünür olduğu doğal akışlar dikkat çekiyor. Bu gidişat hakkında düşünceniz ne?

Türkiye'de maalesef böyle bir gerçeklik var. Ne olursa olsun, insan hayal kurmaya bu ortamda başlıyor ve yetenek aslında engellerle başa çıktığınız ölçüde yetenek olarak kalıyor. Hatta bazı engellerin olması yeteneği geliştiren bir şey oluyor. Ben de üreten biri olarak bu engelleri reddetmek yerine kabul ederek yola çıktığım için, hatta o engellere dair hikayeler kurduğum için ekipçe başarılı olduk diyebilirim.

Büyük sahnelerin klasik oyunları sürdürme alışkanlığı iyi ki var çünkü çeşitlilik sağlıyor. Ama bir yandan bizim gibi nispeten küçük oyunların minimal tarzı da gerekli ve başka bir beceri. Örneğin reji sadece dekor kurmak, ışık tasarımı yapmak ya da büyük sahnelerde büyük oyunculuklar göstermek değil; oyuncunun ve metnin en net şekilde seyirciye geçmesini sağlamaktır bence. Rejinin en temel görevi budur. Eğer bir oyuncuyu beğeniyor, metni anlayabiliyorsanız, oyundan çıktıktan sonra bomboş sahne bile size dokunuyorsa bu çok büyük bir reji başarısıdır. Dolayısıyla küçük sahnelerde, sadece oyuncunun ve hikayenin ön planda olduğu oyunları görünce çok mutlu oluyorum ve bunlar daha da çoğalsın istiyorum.

Tabii ki bu bir bahane de olmamalı; aleladeliğe ya da çıktık oynuyoruz yaklaşımına dönmemeli bir yandan. Birçok engelin içinde, olabilecek en yaratıcı biçimde, seyircinin hayal gücüne en çok hitap edecek formu ortaya koyabilmek de gerekiyor. Evet zor şartlarda tiyatro yapıyoruz, evet fakiriz ama bunların sağladığı yaratıcılıkla çok güzel oyun alanları kurabiliriz gibime geliyor. Ki aslında birçok bağımsız tiyatro da bunu beceriyor, sağ olsunlar. Umarım biz de daha iyi şartlar altında o büyük sahnelerde oyunlar yapar, fikrimizin ve niyetimizin özgürce ortaya çıkabildiği oyunlar üretiriz.

 

 

Bir de oyuncu Hakan Emre var tabii. Ben Canavar’ı izledim en son, iki harika kadın oyuncuyla müthiş bir iş çıkarmışsınız. Oyunculuk konforlu mu sahne arkasına göre?

Valla canavardaki oyunculuk çok konforluydu… Rejisinden teknik ekibine her şeyin bir kalemi vardı ve herkes her şeyle uğraşmıyordu. Ben oyunculuk ve metnin geliştirilme sürecinde daha çok aktiftim ki bu çok keyifli bir şey tabii ki.

Hemhal’deyken oyunculukta, ışıkta, rejide ve her yerde olmaya aslında alışmışım ve istemsizce oradaki gibi her şeyi her gözle görmemeye çalışırken biraz zorlandım. Sonuçta metni düşünen, yöneten, bazen oynayan, sahneyi organize eden bir göz; buradaki gibi hiçbir şeye müdahil olmamakta da zorlanıyor. Bütün işleri organize etmeye alışan o hallerimi durduktan sonrası çok rahattı. Tülin Özen, Gülçin Kültür Şahin, Tunç Şahin, yapımcımız Mine ve Elif… Hepsinin sağladığı ve özgür hissettiğim anı bulduktan sonra çok keyifli oldu.

Oyunculuk benim asıl mesleğim ve en büyük tutkum. Tabii ki yönetmenlik ve yazarlık da yapıyorum ama umarım hani 10 iş yapacaksam 7’si oyunculuk olsun isterim bundan sonra.

Canavar’ı yeni izlediğim için etkisi hala sürüyor, anlatılan hikaye Anadolu'nun bazı yönlerini öyle güzel özetliyor ki… Canlandıran kişi olarak sizin hislerinizi de merak ediyorum.

Türkiye'de aslında çok sık karşılaşılan sert bir hikayenin birebir seyirci karşısında olması çok etkileyici bir şey tabii ki. İnsanlar aile içinde psikolojik şiddete, istismara, cinsel tacize ya da ne olduğunu bilemediği bir sürü şiddete uğrayabiliyor. Özellikle kadınlar daha fazla uğruyor maalesef ve bununla nasıl başa çıkması gerektiğini bilemiyorlar. Anlatmak mı, susmak mı, göğüs germek mi gerektiğini bilemiyor insan. Bu oyunda ise üç farklı insanın, farklı şekillerde başa çıkma çabasını ve onların karşılaşmasını görüyoruz. Bu oyunun bir tartışma alanı açması bence çok önemli, hem sanatsal olarak nitelikli bir iş hem bu tartışmaya sebebiyet verdiği için nitelikli bir iş. Tunç'un böyle bir metin yazıp insanlarla bunu buluşturması da hepimiz adına gurur verici.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.