‘Öcalan bizim de ihtiyacımız olan soruları soruyor’
Dosya Haberleri —
- Öcalan İmralı Üniversitesinde profesör olmak ya da Suhrkamp Yayınlarıyla bir sözleşme yapmak istemiyor fakat bir şeyi gerçekten anlamak istiyor: Yirminci yüzyılın devrimci kalkışmalarında yanlış giden neydi ve hala kazanmak istiyorsak neyi değiştirmeliyiz? Bu soru, buradaki solda da bugün ihtiyacını duyduğumuz bir soru.
OSMAN OĞUZ
Peter Schaber, Almancadaki ilk “yeni başlayanlar için Öcalan” kitabını yazdı. Unrast Yayınlarından “Kapitalist Moderniteyi Aşmak - Abdullah Öcalan’ın Siyaset Felsefesine Giriş” başlığıyla yayımlanan kitabın ilk baskısı kısa sürede tükendi, ikinci baskı raflardaki yerini aldı.
Schaber, 1983’te Viyana’da, kendi deyimiyle “klasik bir sosyal demokrat işçi ailesinde” doğmuş. Marksizm’le 14 yaşında tanışıp “Komünist Gençlik” örgütüne üye olan Schaber, ardından Felsefe okumuşsa da bölümüne uygun bir iş bulamamış. Bir süre orada burada çalıştıktan sonra Junge Welt gazetesine editörlük ve başka mecralara serbest gazetecilik işleri yapan Schaber, bu sırada Türkiye, Lübnan, Ukrayna ve Kürdistan’ı da ilk olarak bir solcu gazetecinin ilgisiyle ziyaret etmiş. Kürdistan’a ilgisi, bir süre sonra gazeteci ilgisinin ötesine geçmiş.
Kürt Özgürlük Hareketini ilk defa Berlin’de, bundan 12 yıl önce tanıyan Schaber, o günden bu yana Kürdistan’ın üç parçasında -Bakur, Başur ve Rojava- bulunmuş, birçok gözlem ve hatıra biriktirmiş. Şimdilerde ise Berlin’de inşaat işçiliği yaparken bir taraftan da Lower Class Magazine’e yazılar yazıyor. Schaber, “Gazeteciliği bırakmaya karar verdim çünkü yazmaya politik bir faaliyet olarak devam etsem istesem de ücretli işimi bu ülkedeki sınıfın çoğunluğu gibi organize etmek istiyorum” diyor.
Peter Schaber’le hem kitabını ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı hem de Kürdistan deneyimini ve Avrupa toplumsallığı ve soluna dair fikirlerini konuştuk.
Öncelikle: Senin için Öcalan’ın teorisinin, onunla bu yoğunlukla ilgilenmene de neden olan önemi nedir?
Almancada bugün kitap olarak yayımlanan aşırı fazla “sol” teori var ama öte yandan bir hareketin pratiği içinde büyüyen ve bu pratikle bağlantılandırılabilecek gerçek bir teori bulmak kolay değil. Bununla ne kast ediyorum? Eğer bir şeyin yıldönümü ise, insanlar düzinelerce kitap yayınlıyorlar; akademik kariyer yapmak istiyorlarsa kitap çıkarıyorlar… Ama bu kitaplar, içerikleri ne kadar ilginç olursa olsun, mücadele eden bir hareketin ortak görüsü olarak yazılmıyor. Bu, Öcalan’da başka; keza o, İmralı Üniversitesinde profesör olmak ya da Suhrkamp Yayınlarıyla bir sözleşme yapmak istemiyor fakat bir şeyi gerçekten anlamak istiyor: Yirminci yüzyılın devrimci kalkışmalarında yanlış giden neydi ve hala kazanmak istiyorsak neyi değiştirmeliyiz? Bu soru, buradaki solda da bugün ihtiyacını duyduğumuz bir soru.
İkincisi ise onun yazdıklarından çok şey öğrenmemin yanı sıra sıklıkla da “Ama bu gerçekten de doğru değil!” diyerek sinirleniyor olmam. Bu sinirlenme hâli de ama sorgulamanın başlangıcı oluyor ve bir kitap okuduğunda bunun olması, -birçok akademik “sol” yayında olduğu gibi- hiçbir şey olmamasından her zaman daha iyi.
Peki Öcalan’ın bir Avrupa dilinde daha ulaşılabilir olması neden önemli? Öcalan’ın Avrupa’daki insanlara söyleyecek nesi var?
Kobanê’deki mücadeleden bu yana solun her kesimi ama aynı zamanda kamusalın önemli bir bölümü, Kürdistan’dan yükselen sese daha açık hale geldi. Bu bakış elbette sıklıkla medya tarafından çarpıtılmış bir bakış ama en azından ilgi gösteriyorlar. Bu durum içinde elbette insanların Rojava’daki kalkışmanın ardındaki fikirleri okuma ve anlama imkânı bulmaları, süper bir şey. Öcalan okunduğunda onun burada insanları meşgul eden birçok soruya da yanıtlar verdiği görülüyor: Demokrasi aslında ne demek? Sınıflı toplum ve devlet ne anlama geliyor? Ataerkilliğin devletle ve sınıflarla nasıl bir bağlantısı var?
Bu arada Öcalan’ın “eski” metinlerine çok az kıymet verildiğini düşünüyorum. Bu noktada Avrupa solu onu yine bir miktar fetişleştiriyor: “Yeni” Öcalan süper, “eski” Öcalan fena bir Stalinist ve suçluydu.” Bu tez, temelden yanlış. Onun düşünme süreci, eleştirel ve özeleştirel bir süreç ve “eski” paradigmayı tanımayanlar, “yenisini” de ancak sınırlı biçimde anlayabilirler. Özellikle de mesele örgüt, parti ve kadrolarsa… Burada maalesef çok az çevirinin olduğunu ya da bu çevirilerin çok zor bulunduğunu söylemek lazım.
Öcalan’daki önemli bir kavram, “toplumsallık”. Burada Öcalan, özgür bir hayatın imkânlarını görüyor ama aynı zamanda toplumsallığın tam da bu imkânları bağrında taşıdığı için kapitalist modernitenin saldırısı altında olduğu tespitini yapıyor. Bu teoriden, bireyselleşmenin giderek daha da önemli bir gündeme dönüştüğü bir toplumun parçası olarak ne anlıyorsun?
Öcalan’ın antiliberalizminin ve kolektivizminin onun düşüncesinin en iyi parçalarından biri olduğunu düşünüyorum. O, batılı toplumlardaki liberalizmin kendi verdiği sözü tutamayacak durumda olduğunu, aksine sadece toplumun değil bireyin de yıkımına katkı sunduğunu görüyor. Burada Öcalan, toplumsal anarşizmin ama aynı zamanda Marksizmin tamamen klasik geleneği içinde duruyor ve şöyle diyor: Bir birey, ancak bir toplum içinde birey olabilir ve bireyselliğini yaşayabilir. Kapitalist toplumların egoizm, kendine bağımlılık ve rekabet düşüncesi üzerine kurulan bireyselliği tek tek kişileri de yıkıma sürüklüyor, hasta ediyor ve yalnızlaştırıyor.
Toplumsallık ama, Öcalan’ın sözüne göre, kaldıraçın uzun tarafında bulunuyor. Çünkü sınıf-devlet-uygarlık ile demokratik uygarlık arasındaki çelişki, simetrik değil. Tekeller ve devlet, toplumları sömürmeden var olamazlar. Toplum ama ezilenlerin, hakları ellerinden alınanların ve sömürülenlerin birliği olarak, devletsiz ve tekelsiz de var olabilir; ne ki yalnızca bir “xwebun” bilincini, kendilik bilincini geliştirebilmişse… Bu noktada kapitalist uygarlığın ideolojilerinin ve her şeyden önce de bireyselciliğin politik ajitasyonla, örgütlenme ve eğitimle aşılması, merkezi rol oynuyor.
Sen Alman solunun da bir parçasısın. Almanya’daki sol hareketler Kürdistan’daki özgürlük hareketinin deneyiminden ve özelde de Öcalan’dan ne öğrenebilir?
Genel itibarıyla çok fazla şey ama çoğu solcunun pek duymak istemediği bir noktayı vurgulamak istiyorum: Mücadelenin kaçınılmaz bir koşulu olarak kadro örgütü. Öcalan “yeni” paradigmada da oldukça açık biçimde yazıyor: “Bütün tarih boyunca inanmış ve kararlı kadroları olmayan hiçbir parti benzeri birliktelik başarılı olamadı. Kadroları olmayan birçok grup, kaçınılmaz olarak tarihin derinliklerinde kayboldular ve unutulmaya mahkum oldular.” Bunu tabii sadece o yazmıyor, hareketle ilişkisi olan herkes de bunun böyle olduğunu biliyor. İlk başından, Haki Karer, Kemal Pir, Öcalan ve diğerleri bir araya geldiğinden beri devrimi örgütlemekten başka bir şey yapmadılar. Bugün bu mesele için canını veren binlerce insan da hareketin militanları olmadan demokratik öz örgütlülüğün de aşağıdan ve “kendiliğinden” oluşmayacağını biliyor.
Evet, Almanya’da böyle örgütlerimiz yok ve birçok kişi bunu istemiyor da, çünkü devrimci siyaseti bir ek iş gibi yapabileceklerini düşünüyorlar - kariyerlerinin, hedonizmlerinin ve emperyalist metropollerdeki hayatın başka baştan çıkarıcılıklarının yanında. İnsanlar, böyle bir kadro örgütünün onları baskı altına alacağı korkusunu yaşıyor. Sonra diyorlar ki, “Bu gerillalar uyuşturucu kullanmıyor, cinsel hayatları yok, kulüplere de gitmiyorlar!” Ve korkuyorlar: “Ah, bu benim yaşama zevkimi elimden alabilir!” Ama Öcalan başka bir teklifte bulunuyor: Sorgula bir, bu zevkler gerçekten de hayatın için anlam kurucu mu yoksa daha çok hayatının boşa harcanmasına mı neden oluyorlar? Bu nedenle o kadroları, “özgür militanlar” olarak anıyor. Özgürler, çünkü parti disiplinine gönüllü olarak katılıyorlar. Özgürlükleri, mantıklı ve anlam kurucu bir yaşam amacını tercih etmelerinde yatıyor. Eğer bu zor hale gelirse, ölüm ya da hapis anlamına gelirse, hayatlarını tarihsel olarak mantıklı bir hedefe göre yaşamış ve bilinçsizce dört yana yumruk sallamamış oluyorlar.
Toplumsal ve bireysel bilgi kazanımı, mutlaka ki, bir teorinin ne dediğinden ya da ne kadar güçlü olduğundan bağımsız başka süreçlerle de ilişkili. Mesela postkolonyal teori bu süreçlerde “Batı’nın epistemik şiddetini” görüyor ve Batı’daki bilgi üretim süreçlerinin “genelgeçer” tanımlar/normlar yarattığını ve böylece Batı’nın -başka deyişle kapitalizmin- egemenliğine hizmet ettiğini söylüyor. Belki Öcalan’ın pozitivizmle ilgili düşüncelerini de bu bağlantıyla düşünmek mümkün. Böyle süreçlerin Öcalan’ın Batı’da nasıl görüldüğüne ve okunduğuna da etki ettiğini düşünüyor musun?
Soruyu parçalara ayırmalıyız. Öncelikle: Öcalan Batı’da kim tarafından okunuyor? Keza o bilindiği gibi Batı’daki birçok sosyal hareket tarafından benimseniyor ve bu hareketlerin sayısı da gün geçtikçe artıyor. Üniversitelerde ise çoğunlukla bir sessizlik hüküm sürüyor ama ben bunu çok da kötü bulmuyorum. Elbette Öcalan, mevcut pozitivist paradigmaya karşı çıkıyor ama bunun çok da temel neden olduğunu düşünmüyorum. Hegel veya Marx da bu paradigmaya karşı çıkıyorlar ama aynı anda onlarla ilgili yapılan bir çalışmayla üniversitelerde başarılı olmak oldukça mümkün. Ben Öcalan’la ilgili sessizliğin gerçek nedeninin onun batılı devletler tarafından “terörist” olarak damgalanmış olması olduğunu ve akademinin bu nedenle ona pek dokunmamayı tercih ettiğini düşünüyorum.
Ama dediğim gibi: Üniversitelere ulaşmayı istiyor muyuz ki gerçekten? Bunun yerine toplumun kendini şekillendireceği, Gramsci’nin söylediği gibi sınıfın “örgütlü entelektüellerinin” yetiştirileceği kendi akademilerimizi oluşturmak istemiyor muyuz? Öcalan bu noktada gayet açık. O, okul, üniversite ve araştırma enstitülerini de egemen ideolojinin tapınakları olarak görüyor ve toplumun akademilerini inşa etmeyi öneriyor. Bence bu, burjuva üniversitelerinde tamamen eleştirel bir bilim insanı olarak bir şeyler değiştirebileceğine kendini inandırmaktan daha iyi bir fikir.
Kitabının girişinde “Onun teorisi, günümüzün başka birçok sol teorisinin başaramadığını başardı: Gerçek bir devrimci karşı karşıya gelişte maddi bir güce dönüştü” diyorsun. Bu teze kendi deneyimlerin ve gözlemlerin üzerinden de mi ulaştın? Öcalan’ın teorisinin “maddi bir güç elde ettiğini” ne üzerinden tespit ediyorsun?
Yani milyonlarca insan, kendilerini bu teoriye göre konumlandırıyor - Kürdistan’ın dört parçasından Kürtler ama aynı zamanda giderek artan bir biçimde Ortadoğu’nun başka toplulukları ve dünyanın her yerinden solcular. Rojava ve Bakur’daki demokratik inşa, açık biçimde Öcalan’ın yazdıklarına göre şekilleniyor. Bu, benim herhangi bir sol teoriyi internette bir yere yazmamdan bambaşka bir nitelik. Burada teori, pratiğe öncülük eden bir mecraya dönüşüyor. Bu pratik de öte yandan teoriyi etkiliyor, zenginleştiriyor, düzeltiyor ve geliştiriyor.
Bunu elbette en açık biçimde Rojava’da gözlemlemek mümkün. Orada insanlar bir anda meclisler ya da kooperatifler inşa etmeye başlıyorlar, çünkü ortada daha iyi bir yaşamın nasıl kurulabileceğine dair bir konsept, bir plan var. Bu da büyük oranda Öcalan’ın etkisiyle şekillendi.
Avrupa toplumlarından Kürdistan’a giden insanların anlatımlarını her okuduğumda özellikle insanlar arası ilişkilerle ya da başka deyişle “toplumsallıkla” ilgili bir coşkuyu fark ediyorum. Hatta bazen insanların kucaklaşmaların ya da bakışların gücünden bahsettiği veya toplumsal dayanışmanın en sıradan eylemlerini neredeyse kutsallaştırdıkları dikkat çekiyor. Bu coşkunun ardında ne yatıyor?
Bir yandan burada bir devrimci durum yok, diğer yandan ise rekabet baskısının, bireyselciliğin, egoizmin ve yalnızlaşmanın çok baskın olduğu toplumlarda yaşıyoruz. İnsan, toplumun birlikte bir şeyler inşa etmeye çalıştığı bir yer gördüğünde bu tabii ki yeni bir deneyim oluyor ve insan her şeyi bilinçli olarak da ayırt ediyor. Öte yandan buradan gidenler elbette hareketin kadrolarıyla çok fazla vakit geçiriyor ve onlar da partide arkadaşlığın ve yoldaşlığın oldukça sıkı bir biçimini geliştirmiş durumdalar.
Bunun dışında elbette insan, içinde tarih yazılan bir durumda olduğuna dair haklı bir gözleme ulaşıyor. Bu, insanları burada alışık oldukları letarjiden uyandıran bir duygu. Elbette romantikleştirme ve sorunları, çelişkileri görmeme tehlikesini de barındırıyor ama aynı anda ideal durumda güç de veriyor.
Öcalan’ın Kürdistan’da ve özellikle de Kürt Özgürlük Hareketinin her bir parçası üzerinde nasıl bir gücü olduğundan sen de kitabında bahsediyorsun. Avrupa’da bu bazen “kişi kültü” gibi sözcüklerle eleştiriliyor. Sen Öcalan’ın gücünü nasıl görüyorsun? Bu güç nereye dayanıyor ve nasıl işliyor?
Avrupa’daki bu “kişi kültü” eleştirisi, otorite ve toplumsal tanınmanın ne olduğuna dair bir yanlış anlamaya dayanıyor. Burada insanlar, özellikle “antiotoriter” olmak istiyorlar ve sonra Öcalan fotoğrafları taşıyan Kürtleri görüp “Burada bi’ şeyler yanlış gidiyor olmalı” diye düşünüyorlar. Bu eleştiriyi açıkçası biraz sıkıcı da buluyorum. Öcalan’ın bu harekete kattıkları var ve bu nedenle tanınma buluyor. Bu, partideki ya da toplumdaki demokrasinin önünü tıkamıyor. Bu nedenle, onun bu tanınmayı neden elde etmemesi gerektiğini anlamak mümkün değil. Öcalan kişi olarak değil, hareketin birliğinin ve paradigmasal temellerinin bir sembolü olarak onurlandırılıyor. Partinin buna rağmen bir kolektif öncülüğü var ve meclisler de demokratik. Öcalan, Derik ya da Qamişlo’daki herhangi bir komünün ne karar vereceğine dair emirler filan vermiyor yani; buna oradaki insanlar karar veriyor.
Bunun yanında burada nadiren görülen bir gerçek var: İnsanlar bu saygıyı sadece Öcalan’a değil, ayrıca hareketin savaşçılarına ve şehitlerine de gösteriyor. Fotoğrafları her tarafta asılı ve insanlar onların hikâyelerini biliyor. Sakine Cansız’ın ya da Mam Zeki’nin kim olduklarını biliyorlar, hatırlayabiliyorlar. Bu, bizim buralarda kaybettiğimiz büyük bir güç. Biz, öncüllerimizin anısını çok az onurlandırıyoruz, hikâyelerini unuttuk ve solun bir bölümünde zaten geçmişte olan her şeye ilişkin sadece sözde eleştirel bir aşağılama hakim. Bu saygıya yüz çevirme halinin “antiotoriterlikle” çok az ilgisi var; bu esasen postmodern ve liberal körleşmenin bir sonucu.
Şu günlerde Öcalan’ın özgürlüğü için “Zamanı geldi: Öcalan’a özgürlük” sloganıyla düzenlenen kampanya devam ediyor. Öcalan’ın özgürlüğü neden önemli ve bunun için Avrupa’da, Almanya’da ne yapılabilir sence? Öcalan’ın özgürlüğü talebi, Almanya’daki toplumsal hareketleri ne derece ilgilendiriyor?
Öcalan’ın özgürlüğü talebi, Türkiye’de ve Ortadoğu’da devrim talebidir. Mevcut rejim, onu serbest bırakmayacak. Bu nedenle Öcalan’ın özgürlüğü talebi, aynı zamanda örgütlenme ve özgürlüğü elde etme talebidir. Bu da hem iyi hem de doğru bir talep.
Almanya’da bu talep, bir yandan da kriminalizasyona tutum almayı ifade ediyor. Alman devleti, bilindiği gibi, Kürt muhalefetini takip ediyor, Öcalan’ın fotoğraflarını ve yazılarını kriminalize ediyor ve her türlü dayanışmayı da engellemeyi deniyor. Bu nedenle buradaki her enternasyonalist, kartlarını masanın üzerine sermeli ve “Elbette Kürt dostlarımızın yanındayız ve elbette Öcalan’ın tutsaklığına ve uğursuz PKK yasağına karşıyız” demeli.
Küçük ama ağır hatıralar...
Kürdistan’da kaldığın sürede seni etkileyen anlar, durumlar ya da aklında özellikle kalan bir deneyim oldu mu?
Çok fazla. Birini seçmek de biraz zor, açık söylemek gerekirse. Bir yandan bunlar elbette insanların devrim inançları sayesinde nasıl kendilerini aştıklarına ve daha büyük bir şeye hizmet etmek için kişisel olanı geri plana attıklarına dair hikâyeler. Bunlar elbette daha sonra şehit düşen yoldaşların hikâyeleri. Şehid Mahir, Şehid Bager, Şehid Helin ve başka birçoğu… Her küçük hatıranın büyük bir ağırlığı var. Bu hatıralar çoğunlukla başkaları için çok da özel şeyler değil. Mesela Şehid Mahir’in bir keresinde eğitim sırasında profesyonel bir berber gibi saçlarımı kestiğini hatırlıyorum: Yanlar kısa, önden ikiye ayrılmış. Şehid Bager’le Şengal’de bir ağacın altına oturup kitap okumamızı veya Şehid Helin’in İngilizce yaptığımız bir çağrıyı bizim Alman İngilizcemizin tuhaf bir şivesi olduğu için yeniden kaydetmesini. Dediğim gibi, küçük şeyler ama büyük kişilerden kalan hatıralar oldukları için ağırlar.
Bunun yanında elbette çok kötü ya da çok güzel zamanların hatıraları. Mesela Rakka’daki cepheden bir sulama kanalında yıkanabilmemiz için çıkarılmamız: Tatile gitmiş gibiydik! Önce yıkılmış bir evdesin, etrafında hava bombardımanı; sonra bir anda güneşli bir günde küçük bir köprüden mavi sulara atlıyorsun ve ardından buz gibi bir kola içiyorsun. Veya insanın kendisinden çok daha kararlı insanlarla yaptığı binlerce sohbet. Ailesini özleyip özlemediği sorulan 18 yaşındaki gerillanın, “Kürdistan’daki her insan artık benim ailem” demesi. Bakur’daki şehir direnişlerinde ağır yaralanan, Nusaybin’den gelen bir savaşçının tek ayağıyla bize oradaki direnişin nasıl olduğunu anlatması: Bir elin parmakları kadar genç, bir NATO ordusuna karşı. Böyle şeyleri insan bir daha asla unutmuyor.
Ama dediğim gibi, çok fazla an var ve anların her çeşidi: Etkileyici doğadan tut da neredeyse insanüstü bir kararlılığa sahip insanlara kadar.