Sunakta meditasyon

Arif ALTAN yazdı —

  • Düşüncenin ölümünü müjdeleyen sadece zamanın efendileri değil, yıkımın dolaylı ve doğrudan kurbanları bütün bir açlar ordusuydu. İdeoloğundan müridine, dünyanın dümenindeki serseriden sokaktaki düzenbazına, kitaplar yığınının üstüne bağdaş kurmuş mütefekkirinden varoşların dilencisine yalana sığınmayacak kadar sahici her biri.
  • Herhangi bir doğruyla eşleşmeyen, herhangi bir iyilikle kesişmeyen kaskatı bir gerçekler yüzyılı. Toprağına tutunamayana, yanılsama yurt olabilir. Bu da bir manevi arınma, bir aydınlanma yolu. Değil mi ki, felaket dirençsizin ilhamı, öyleyse unutmak da sunakta titreşen kurbanın son meditasyonu.

Tarih boyu hep öyleydi; haksız, haksızlığını artırmak zorundaydı. Haksızlık dayanılmaz noktaya vardığında haklının haksızdan talep ettiği sadece bir yüzleşmeydi. Yüzsüzlüğü bir kaza, tüm haksızlığı bilmezliğindenmiş gibi. Ilık söyleme aç olan yumuşayabilirdi. Tüm haksızlıkları, felaketlerle dolu tüm bir geçmişi anında unutmaya istekli çaresizlik, kendi hilafına bir itirafı doğrunun tecellisi, bir hakkın teslimi olarak anlamaya razı gelebilirdi. Dünyayı sarsan tüm olaylar iki tılsımlı sözcük, “güç” ve “çıkar” etrafında gelişirdi. Öyle değilmiş gibi göstermek politikaya teyel dikişlerle tutturulmuş ahlakın konusuydu. Alçaltıcı ve aşağılayıcı olana aristokratik bir norm, yüksek bir değer kazandırmak fazlaca hileli ve dolambaçlı yollar gerektirirdi. Kimi sözcükler fazla iticiydi, ayak takımının açgözlülüğünü çağrıştıran kirli yankılarla bezeliydi. “Çıkar” gibi fazlaca çıplak ve yoksul bir sözcüğe, “ahlak” gibi uçsuz bucaksız genişlikte bir libas giydirmek uzun zaman iş görse de fazlaca pahalı ve yorucu bir çaba isterdi. Uygarlık ilerleme, taşıyıcılarının bile izleyemeyeceği çok hızlı bir ilerleme demekti. Kısa evreli iş gören ahlak, her zaman için ilerleme hızına uygun bir çabuklukla terk edilen bir şeydi.

Uygarlığın son evresi, yalanın terk edildiği evreydi de bilmezden gelmek, iş bilenindi. İhtiyaç dışı bir doruk zamanıydı, yalan tümden gereksizdi. Çıplak gerçek, herkesin kutsal diniydi. Olanı olduğu gibi göstermek bir ibadet biçimiydi. Yalandan arındığına göre gerçek de doğrunun ta kendisiydi. Bu kutsal dine göre gerçek neydi? Güçlü ezerdi, güçsüz biat eder ya da yok edilirdi. Çıkarlar gerektiğinde tek doğru, güçlünün çıkarlarıyla uyumlu hale getirilendi. Güç, ahlakı gerektirmeyendi. Güçlüysen ahlaka ihtiyacın yoktu, çünkü ahlak zaten güçten başka belirleyeni olmayan bir söylemdi. Çıkarların derinliği ve genişliği etki edebilme kapasitesi, o da güçle orantılı basit bir kelimeydi. Ahlakın kapsamı, gücün tahkim edilmiş sınırlarını çevreleyen bir çitti. Artık yalana ihtiyaç yok demekti. Dünya üzerindeki her canlının bir çırpıda sindirdiği, yalın gerçeğin ta kendisiydi. Ahlaki üstünlük, zayıfın avuntusuydu. Öldürürken “yaşatıyorum”, köleleştirirken “özgürleştiriyorum”, yağmalarken “koruyorum”, yıkarken “inşa ediyorum” demek gereksizdi. Bu denli yıpratıcı bir savunu, ihtiyaç dışıydı. İdeolojik ve dini tüm söylemler, ilk ilkel özüne dönebilirdi. Her biri tutarlığını ve doğruluğunu, ilk niyetinin yalınlığında sınayabilirdi: “Dinimin ve düşüncemin gerektirdiği değil, sınırlarım, arzu ve isteğimi belirleyen gücümün sürüklediği yerdi.” Arzularınsa bir sınırı yoktu. Bu sınırlar içinde her şey mümkündü, her günah mubahtı. Zayıf diri diri yakılabilir, korumasız parçalanabilir, güvencesiz ölesiye çalıştırılabilir, kızgın namluya alışık olmayan eller kırılabilir, toprağı işleyenden her şeyi alınabilirdi. Hükmeden açlıktan öldürebilir, susuzluktan kurutabilir ve bunu bir yalanın ardına sığınmadan gösterebilirdi.

Uygarlığın son evresi, bir kıyamet evresi. İyilik, kısır bir kurmaca; erdem, verimsiz bir doğaçlama; merhamet, ilerlemeye dikişlerinden patlayan eski püskü bir yama. Düşlerle izah edilebilecek hiçbir şey yoktu, ilkenin dayanacağı bir ahlak, düşünceni yaslanacağı bir miras bulunmuyordu. Gelenek ölümü onaylıyor, insan doğası vahşeti çağırıyor, namlunun çapı ölüler ve yıkıntılar üzerinde dikilenin doğruluğunu teyit ediyordu. İnsan kitaplardan fragmanlara, fragmanlardan cümlelere, cümlelerden kelimelere, kelimelerden hecelere, hecelerden ilk atası canlıların yırtıcı sesine gerileyendi. Her şey başlangıcına döner, insan da uygarlık da kendi aslına. Ağzı yüzü kanlar içindeki hayvan kendi inene, doymamış ama yorgunluk bilmez bir zorunluluk içinde. Gece çöküyor çünkü, sonraki güne daha geniş bir iştahla uyanmayı buyuruyor bütün koşullar.   

Bir vahşet seremonisi, bir kıyım ritüeli, organize bir seri cinayetler, bir toplu itlaf ayini. Kurban ve cellat için zaman ve çağın donup kaldığı bir barbarlık sunağı. Hançer, kılıç, balta tek gerçek. İyi ve doğru, ışığı ve bilgiyi çağların ve bin yılların derinliğinden süzen bilgelerin değil, hançer, kılıç ve balta tutanın dudaklarından dökülendi. Vicdan ve adalet, üzümü, balı, inciri hep birlikte yiyenler değil, canlı olan her şeyi diri diri ateşe verenlerin dağıttığı şeydi. Dünya, masallardan türemiş canavarların arkaladığı üç budala ve dört serserinin canlandırdığı kanlı kıyamet sahnesi. Yalan yoktu burada, tüm çağlar boyunca hiç olmadığı kadar çıplak, hiç olmadığı kadar söylemle tutarlıydı eylemi. Güç ve çıkar, erdemin tümüydü. Düşüncenin ölümünü müjdeleyen sadece zamanın efendileri değil, yıkımın dolaylı ve doğrudan kurbanları bütün bir açlar ordusuydu. İdeoloğundan müridine, dünyanın dümenindeki serseriden sokaktaki düzenbazına, kitaplar yığınının üstüne bağdaş kurmuş mütefekkirinden varoşların dilencisine, yalana sığınmayacak kadar sahici her biri: “Gücün varsa yık, imkanların el veriyorsa dağıt, silahın doluysa bas tetiğe, çıkarınaysa ateşe ver.” Yaşadığı dünyayı yeniden düşünmek, insani normları yeniden dillendirmek yıkılacak, dağıtılacak, öldürülecek, yakılacak olana, tüm imkanlardan yoksun bırakılmış o son insan kuşağına terk edilmiş marazi inleyişti. Haklı umabilir, ama haksız durmayacak, zalim gerilemeyecek, barbar merhameti bilmeyecekti. Bugüne dek başka türlü söylediği ve yaptığını doğrudan söyleyecek, eğip bükmeyecek, geveleyip kılıfına uydurmayacaktı. Ecnebisi yerlisi, sağcısı solcusu, demokratı düşünürü, bilgini cahili, efendisi ahalisi, kimin gücü kime yetene.   

Tutarlılık, nesnellik ve ölçülülük kabuğundan sıyrılmış, giderilemez açlığıyla gözünü avına diken insanın hayvani doğasına mutlak dönüşü. Ortalama bir kültüre, sıradan bir ahlaka, vasat bir düşünceye bile yer yoktu. Ne dünyada ne burada. Barbar efendisi kendisine ne ederse etsin, gözünü bir başkasının yıkımına diktiğinde serilen gövdeye üşüşecek bir yırtıcılar sürüsü. Her zaman ve her yerde. İstediğin kadar büyüleyici olsun sağıra müzik, ne kadar yumuşak olursa olsun köre ışık, ne kadar ferahlatıcı olursa olsun kana baygın düşen beyne çiçek kokusu sevdirilemezdi. Dilediğin kadar yaşam dolu olsun vahşete koşullu yüreğe bir düşünce yüceliği, bir şiirin güzelliği ilham edilemezdi. Tam da yok olmanın eşiğinde öğreniyoruz. Yalanı olmayan bir çağ bu; zalim maskesiz, barbar çırılçıplak. Vahşet, ahlakı; yıkım, erdemi; kan, ilhamı. Dileyen gevşeyebilir, umudunu yitirmeyen duaya çağırabilir, uyanmak istemeyen rüyalarında yol alabilir. Kardeşin kanına, yoldaşın bile canına susamışken. Herhangi bir doğruyla eşleşmeyen, herhangi bir iyilikle kesişmeyen kaskatı bir gerçekler yüzyılı. Toprağına tutunamayana, yanılsama yurt olabilir. Bu da bir manevi arınma, bir aydınlanma yolu. Değil mi ki, felaket dirençsizin ilhamı, öyleyse unutmak da sunakta titreşen kurbanın son meditasyonu.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.