Şarkılar da göçer
Arif ALTAN yazdı —
- Son çocuğunuz öldürüldüğünde, son eviniz yıkıldığında şarkılarınızı geri vereceğiz… Gece donuyor, rüzgâr susuyor, yağmur diye gökten vurulmuş serçe ölüleri yağıyor.
- Hayali bir sesti, bir düştü ve düştü. Sesin bir başka kelimeye, kelimenin bir başka cümleye, cümlenin bir başka iklime göçüşü gibi. Kanat vuruşlarını hatırlayan yoktu, süzülmüyordu, bütün serçeler ölüydü.
Yorgun düşmüş bakıyor, gökyüzü onun yüzüne eğiliyor. Kanatları kızgın kumlar içinde, yüreği alevden rüyalar içinde. Bir bahar bulutu serinliği oysa, hüzünlü bir yağmur gecesi titrekliği. Bir soluğun yalazı, ılık buharın yükselişi, duymuyor ve artık anımsamıyor karanlıkları içine alan gözleri. Gözler hiç duyar mı, diyordu çöl ıssızlığına genişleyen sessiz müziği. Duyuyoruz, anımsamadan duyuyoruz şimdi ezgilerini. Bir şarkı, sadece bir şarkı.
Kayıp tarihlerden, göçmüş yüzyıllardan, bilinmeyen uzak çağlardan süzülüp geliyor. Sesin dalgaları ve ruhu usulca kavrayıp havalandıran yankıları, ilk kez duyduğumuz her kelimeyi, tanışıklığı çok eskilere dayanan anlamlarla örüyor. Duyuyor, biliyor ve hissediyoruz. Yağmurun rüzgârı uysallaştırmasından, karanlığın parça parça dökülüşünden anlıyoruz. Bizim olmayan ama her dokunuşunda bizi yeniden doğuran o acı dolu çığlığın karanlık dokularından sızan ışığın yumuşak dalgınlığından biliyoruz: Bu zayıflık, bu yalnızlık, bu kırılganlık bizim... Yağmura duyarlığından, kelimelerin harflere, harflerin yankılara dağılışından tanıyoruz. Sürüklüyor, ama aynı zamanda olduğu yerde de bırakıyor. Eşlik edebiliriz, susmayı deneyebilir, gözyaşlarının içtenliğiyle yunabiliriz akıp giden geceyi, gecenin içinde çığlık çığlığa büyüyen sessizliği.
Birbirine sürttükçe alev alan alabildiğine insani ezgisi kuşatıyor. Hiç duymadığımız, öte yandan zamanın çöküş ağırlığınca hep mırıldandığımız bir şarkının kendisini bizim kılan, bizi incitmeden içine çekip alan sıcaklığı sanki. Bu yakıcı inleyiş, bu ısırıcı bekleyiş, bu yaklaşıp uzaklaşan, bu sonu gelmez yakarış bizim. Zamanın başlangıcından bu yana içimizde olan ama hiç birimizin bilmediği bir şeyler anlatıyor. Yıkıntıların ve gecenin karanlıktan arta kalan kalıntıları altından, baştan çıkarıcı bir düşün düşüncesiyle sarhoş birinin kendinden geçerken bizi kendine getiren, uyuklarken uyuşup kalmış belleğimizi uyandıran, bütünlüğünü yitirmemiş hayatın hüküm sürdüğü o yitik çağlara yüreğimizden tutup bizi sürükleyişi gibi.
Yüzümüzü yüreğiyle yıkayıp arındırıyor, benliğimizi bakışlarıyla. Bölünmüş, parçalanmış ve yeniden tamamlanmış bir belleğin ilk uyandığı zamana geri çekilişi, kendi üzerine kıvrılıp uzanırken, bizi ilk gün ışığının, ilk çiy tanelerinin yeni filizlenen çimlerin üstüne yayılışına tanıklık etmeye çağırıyor. Sesin örülüşüne yağmur eşlik ediyor, kıvrılışlarına rüzgâr inleyişlerini ekliyor, dokunuşuna gece bütün iç çekişlerini geri veriyor. Genizden değil, kanın sıcak akışından geliyor, zamanın soğuk duygusunu değil, yitip gitmiş çağların büyük sessizliğini duyuruyor sanki. İri kristal noktalar halinde sonsuzluğun bütün yüklerini sırtlayıp inen yağmur damlalarına çarpıp dönerken, camdan bir şeymiş gibi ruhumuzu kırıyor, ama dağılıp giden bütün bu parçaların, tabiatın ilk uyanışında birleşip yeniden doğuşunu canlandırıyor.
Kutupların buzullarında kırılmış doğulu sırların içinde gömülü kaldığı bütün derinlikleri ele veren, tedirginlik içinde mayalanmış bir huzurun gevşekliğini salıyor. Kayıp ırkların, adları son kalıntılarıyla birlikte unutulup gitmiş kavimlerin yarasından bulaşmış o serin ürpertileri serpiyor uyuşmuş belleğimizin üstüne. Kabuk bağlamıyor anılar, solup gitmiyor soluğundan yarılmış sesler. Kanayıp dökülen sözcüğüne eksik hüküm, bizi sarhoşluğumuzun renginden yakalıyor: Çünkü bu unutulmuşluk, bu terk edilmişlik bizim. Hissederken duymuyoruz, yankılarında uyuşup giderken, alev dalgaları çepeçevre sarıyor. Uykunun ağırlığına karşı koymayan bir uyanış, uyanışın canlılığına karşı savaşma azmini yitirmeyen bir uyuşukluğun ağırlığı. Bir rüyanın içinden geliyor, ama kişiliğin sönmeyen duygusunu ve özgür duygulanma yeteneğini yitirmemize de izin vermiyor. Kimsenin bilemediği, hepimizin bildiği bir şeyleri anlatıyor. Rüzgâr güçlülüğünü, yağmur sıcaklığını veriyor çığlığın duraksamalarına, sesin bu usulca yayılışına.
Boşluğu doldurarak yayılan, maddi ve manevi alemin derinliklerine kök salmış geniş bir iç görünün, büyülü bir dokunuştan geniş bir düşünüş düzenine yönelten kuvvetli muhayyilenin sese dökülüşü bu belki de. Kendinde aradığını bir başkasında bulduran diri bir yanılsama değil, bütün benliği, kayıp dillerin unutulmuş yankılarıyla iyileştiren bir ses. Hep mırıldandığımız fakat aynı zamanda hiç duymadığımız bir şarkı: Bu zayıflık, bu yalnızlık bizim… Dokunup geçen bir neşe, sıyırıp dağılan bir gülüş, yüreğin hassas dokularına sürtüp yanan kibrit çöpü alevinde aydınlanan bütün bir kâinat. İyi edebilirdi şarkı, ama bir anda geceyi, yağmuru, rüzgârı çiğneyip geçen tunç ve çeliğe sarılı bir başka ses: Son çocuğunuz öldürüldüğünde, son eviniz yıkıldığında şarkılarınızı geri vereceğiz… Gece donuyor, rüzgâr susuyor, yağmur diye gökten vurulmuş serçe ölüleri yağıyor.
Hayali bir sesti, bir düştü ve düştü. Sesin bir başka kelimeye, kelimenin bir başka cümleye, cümlenin bir başka iklime göçüşü gibi. Kanat vuruşlarını hatırlayan yoktu, süzülmüyordu, bütün serçeler ölüydü.