Kalpazan diktatör
Ahmet KAHRAMAN yazdı —
- “Çocukluğumda bayatlamış, çöpe atılmak üzere fırının bir köşesinde toplanmış simitleri, yok fiyatına alıp eve götürüyordum… “Oğul Bilal’in bile” anlayacağı üzere, çekirdekten yetişme kalpazanlığın başlangıcıydı, bu itiraf. Devamı geldi.
Osmanlı ailesinin dili Afgan Farsçasıydı. Sonra Arapça, Fransızca, Rumca, Ermenice, İtalyanca ve başka dillerin kelimeleriyle zenginleştirecekti, dilini.
Günümüz Türkçesi de bu dillerin bir karmasıdır. Özgün Türkçe yoktur. Türkçe diye kullanılan kelimelerin 6 bin 467 tanesi Arapçadır. Bin 359 tanesi de Farsça…
Günümüzde kullanılan Türkçeden, bu kelimeleri ayıklarsanız Türkler dilsiz, dilsizlikten tavuklar gibi “gak guk” etmekle kalırlar.
Ama ondan bundan çalıntı bazı kelimelerine takla attırarak, başka anlamda da kullanıyorlar.
Örneğin Osmanlının kullandığı Afgan Farsçasında “kalp” -ki Kürt dilinde de- “sahte” demektir. Türkler, bu kelimeyi yürek anlamında kullanıyorlar.
Örneklersek, rakibi Ekrem İmamoğlu’nu hapse kapatarak ondan kurtulma yolunu seçen Recep Tayyip Erdoğan, onu “hırsızlık ve kalpazanlıkla” suçluyordu.
Ne kadar ayıp!..
Oysa Recep Erdoğan, bir zamanlar “kalpazanlık yaparak aşmak” ile övünüyordu. Kalpazanlık onun hayatında, başlangıca övgüydü yani.
Şöyle diyordu:
“Çocukluğumda bayatlamış, çöpe atılmak üzere fırının bir köşesinde toplanmış simitleri, yok fiyatına alıp eve götürüyordum. Anacığım bunları ıslatıp fırında ısıtarak taze kıvamına getiriyor, ben de sokak sokak gezip taze fiyatına satıyor, kazancımı anama veriyordum.”
“Oğul Bilal’in bile” anlayacağı üzere, çekirdekten yetişme kalpazanlığın başlangıcıydı, bu itiraf. Devamı geldi. Küçük Recep, Terkos gölü suyunu, İstanbul sokaklarında yürüyen susuzlara “kaynak suyu” diye bardak bardak satarak kalpazanlığını sürdürdü. Sonrasında başkasının arazisine gecekondu kondurdu.
Derken kalpazanlık iş, uğraş, meslek haline geldi.
Erdoğan, belediye başkanlığından sonra başbakanlık koltuğuna yürürken, kuyruğuna takılı yolsuzluk, hırsızlık dosyaların ikinci başlığı “Kalpazan” kelimesiydi.
Neyse ki, Yüksek Mahkeme başkanlığıyla ödüllendirilen bir yargıç, bu dosyaları “beraat” kararıyla temize havale edecekti.
Ama “huylunun kötü yazılmış kaderi” işte. Başbakandı. Polis onun emrinde, yargı elinin altındaydı. Gelgelelim, buna rağmen bir sabahın yarı aydınlığında, Bilal’ine talimat verirken televizyon ekranlarından taşan hüzün bağlamış kederi tüm dünyada duyuldu.
“Polis bakanların evini bastı. Sen de evdeki paraları sıfırla…”
Lakin mevkiler, makamlar “kalpazanlık” hastalığına ilaç değildi. Bu kez Bilal’in sesi, televizyoın ekranlarından taşıp ülke üstüne yayılıyordu:
“Babacım, Sıtkı Bey 10 milyon dolar getirdi. Kabul edeyim mi?”
Sıtkı bey, Erdoğan’dan ihale alan müteahhitlerden, “akredite” bir müteahhitti. Erdoğan ona kızgındı:
“Kabul etme. Herkes getiriyor, o da getirecek. Getirmezse nasıl olsa kucağımıza düşecek…”
Sıtkı bey, kucağa düşmektense Amerika’ya kaçıp paçayı kurtaracaktı. Ama Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı rakibi İmamoğlu’nu yolsuzluk ve kalpazanlıkla suçluyordu.
Gizlice dinlenip kaydedilen ve televizyonlarda yayımlanan sesten sonra, Recep bey toplumsal afarozla yok olacağı sanıldı, kimilerince. Ama “kul ruhu” onları yanılttı. Tersine, Recep bey “ganimetçi”, talancı kul ruhu tarafından takdir gördü. Oyları arttı. Takdir üzere “tek adam”lığa yükseldi. Açlar ülkesinde, istediği kadar götürmeye hak kazandı…
Her neyse, Türk anayasasına göre, birinin cumhurbaşkanı seçilmek için, üniversite ya da dört yıllık okuldan mezun olma şartı vardı. Erdoğan’ın böyle bir eğitimi yoktu. Sunduğu fotokopi ise sahteydi. Ama o, üniversiteler arası geçiş yaptı diye, İmamoğlu’nu kalpazanlıkla suçlayıp diplomasını iptal ettiriyor, onu ortada bırakıyordu.
Sonuca gelirsek, bu toplumda her şey yalan dolan, kalpazanlık üzere idi.
Ama İmamoğlu bir gerçekti. Zeki, diplomalı ve politik basamakları çıkıp doruğa erişmeye programlı biriydi. Böyle biri, rakibinin sıkı denetimi ve her şeyi mercek altındayken, geleceğini riske atıp hırsızlığa, yolsuzluğa bulaşamazdı. Müptezel bir hırsız ve kalpazan olsa bile zeka ve tutkusu buna engeldir.
O hırsız değildir.
Ama kalpazanlıktan gelen rakibi, güçler üstü bir güçtür. Anayasa, yasadır o. Ordu, polis, onun özel muhafızıdır. Hoşlanmadığı herkes düşman, düşmanın yeri de zindandır. Ona karşı çıkan 300 öğrenci, sınav salonları yerine, mahpushanededir. Rakiplerini kendi belirliyor. Biat etmeyen Kürtlerin Kürt lideri esir, Kürt şehirleri bombardıman yaralısıdır. Şehirler insan başına yıkılıyor, Kürt kadınlarına meydanlarda işkence uygulanıyor, yeryüzündeki tüm Kürtler düşman ilan ediliyor…
Anlaşılıyor ki, Recep bey ömür boyu “tek adam” kalmaya kararlı. Her diktatör gibi o da, yüzde 90 oy oranıyla baş egemen kalacak. “Kul” topluma yakışan da bu.