Benzemezliğin erdemleri
Arif ALTAN yazdı —
- Düzelticinin inancına, yüreğine, doğruluğuna kefildik. Tıpkı Bogle ve Orton yardakçısı olamayacağını bildiğimiz özlem ve acı dolu düşüyle anne Lady Tichborne’un masumiyetine kefil olduğumuz gibi. Hesaplı kitaplı bir toplum kırımdı ve bize hayali mi gerçek mi olduğunu bilemediğimiz bir annenin dramına çok benzer gözüktü sadece. Hepsi bu.
İnanç ve özlem, üstüne beklentiyle güçlendirilmiş istek ve fazladan bir düş. Bu dörtlü karışımdan ne mucizeler doğar? Bunlar bize, dünyayı farklı görme yeteneğini bağışlar. Masallar ve hikâyeler çok öğretici, gerçekler de öyle. Masal zannettiğimiz gerçekler, gerçek zannettiğimiz hikâyeler. Çok özleriz, hayal ettiğimiz gerçeğe dönüşür. Çok isteriz, taşı hamur gibi yoğururuz. İnanırız, ateş su gibi serinletir. İnanırken şüphe sönüp gider, isterken engeller kendiliğinden çöker, hayal ederken ayrıntılar kaybolur, sınırlar ve çizgiler silinir, özlerken her şey yokluğu hissedilenin biçimine bürünür. İnancın gücünü, özlemin derinliğini, hayal gücünün genişliğini, isteğin şiddetini bir insanda karıp sonrasını izlemeye koyulmak dehşet verici olabilir. Masallarda olamayacak bir manzara, gerçek hayatta canlanabilir.
Odasının görkemli yalnızlığında acılarını ihtişamla taşıyan yaslı ve yaşlı bir anne. Oğlunun ölümüne inanmaya asla yanaşmayan, dünyanın dört bir yanına yürek parçalayıcı haberler salan özlem ve umut dolu bir anne. Uzun yıllardır kendisi dışında herkesin öldüğüne inandığı bir kayıp oğul. Nihayet uzun, tumturaklı bir mektup. Kadının sevinç gözyaşları. Yola çıkıp kendisine doğru gelmekte olan bir oğul hayali. Acıyla, özlemle, inançla kayıp oğlunun bir gün çıkıp geleceğine inanan bir annenin düş gücü.
Kayıp oğlunun ölmediğine inanan bir kadını, oğlunun gerçekte öldüğüne kimse inandıramaz. Uzun yıllar boyunca kayıp oğlunun hasretiyle yanıp tutuşan kadının “anne ben geldim” diye ortaya çıkan en tuhaf adamı oğlu olarak kabul etme isteğinin önüne kimse geçemez. Uzun yıllar boyunca zihnindeki çizgileri aşınıp yok oluncaya dek oğlunun dönüş düşünü kuran bir anneyi, karanlıklardan çıkıp gelen adamın bir dolandırıcı, bir hırsız, aşağılık bir dalavereci olduğuna hiç kimse ikna edemez. Onca inanç, onca özlem, onca istek, hepsini birleştiren onca şiddetli düş, bütün benzemezlikleri bir benzerlikte birleştirir. Kaba saba çizgilerini inceltir, yapı ve kiloları denkleştirir, boyu kesip biçer ya da uzatır, sesine uygun perdeleri verir, aykırı huylarını yumuşatır, düşüncelerini biçimlendirir, yürüyüşünü ve oturuş kalkışını düzenler, karanlık ve ürkütücü suratına en sevdiği ifadeleri verir. İki taban tabana benzemez insandan bir tek beden ve ruh yaratır. Tanrının düş gücünden daha geniş olanı, böyle bir annenin düş gücü.
Hikâyeydi gerçeğe mi dönüştü, gerçekti de hikâye gibi mi yaşandı? Önce hikâyesi. Tom Castro! Bir Borges hikâyesi. Sahtekarlık ve kimlik manipülasyonu üzerine neredeyse bir felsefi sorgulama. Bir maskenin gerçeği yansıtması gibi benzerlikler üzerine kurulu eski oyunlar, Tom Castro’da benzemezliklerle örülü sofistike bir dolandırıcılık tadında. Usta bir bakış Borges’inki. Sahtekarlığın doğası ve insan psikolojisi üzerindeki etkileri ya da hiç tanımadığı ve hiç benzemeyen birini sevdiğine benzetebilen büyük insan zaaflarının derinliğine nüfuz edebilme yeteneği. Bildik olanın aksine fiziksel ve ruhsal benzemezlik, hikâyede sahtekarlığın ana unsuru.
Tarihin tüm büyük dolandırıcıların hikâyeleri benzerlikler üzerine kurulu. Sanatta da gerçek hayatta da. Kandırmak isteyen sahtekâr hem fiziksel görünümü hem de tavırları, alışkanlıkları ve davranışlarıyla kayıp kişiye benzemeye çalışır. Benzerlik, kabul görme koşulu. Arthur Orton bir istisna. Çünkü akıl hocası Bogle, istisnanın da istisnası. Bogle, Arthur Orton’u, Tichborne'un kayıp varisi Tom Castro diye öne sürerken ikisi arasında bir benzerlik, aradığı en son şey.
Geçmiş düzenbazların izlediği yolu tersine çevirmek akıl hocasının işi. Düzenbaz bir zekâ. Klasik hikâyedeki alışıldık sahtekarlığı tersten kurgulamak Borges gibi yaratıcı bir beynin parıltısı. Benzerlik yerine benzemezlik unsurları sahtekarlığı inandırıcı kılmanın daha etkileyici ve daha zekice bir yolu. Belirgin benzemezlik, hilenin inandırıcılığını artıran bir vurgu. Bogle, Orton'ı hazırlarken, onun Roger Tichborne gibi görünmeye çalışmasına gerek olmadığını fark eder. Çünkü böylesine apaçık bir benzemezlik, ortada hile olduğunu ima etmeyecek kadar absürt bir duruma işaret. Eğer niyet dolandırıcılıksa şu bariz benzemezlik üzerinden bir oyun kurulabilir miydi: “Tichborne zarif, iki dirhem bir çekirdek, yüz hatları sert, esmerce, düz siyah saçlı, gözlerinden neşe saçılan, bir şey anlatırken kılı kırk yaran, açık seçik olmaya özen gösteren bir beyefendi. Orton ise, yüz hatları nerdeyse seçilemeyecek kadar şişman, kaba ve görgüsüz herifin tekiydi; her tarafı çillerle kaplıydı; kahverengi saçları dalga dalga, gözleri yumuk yumuktu; söyledikleri ya güçlükle anlaşılır ya da hiç anlaşılmazdı.”
Olay benzerlik veya benzemezlikten öte. Hedef kitlenin inançlarına, arzularına ve psikolojik zayıflıklarına oynayan sahtekarın cüreti. Oğlunun hâlâ hayatta olduğuna dair saplantılı inancıyla yaşayan ve sahtekarın kimliğini meşrulaştıran annenin dramı. Dolandırıcının keskin bakışlarından kurtulamayan kör inançlar, çaresizlikler, zarif bir anlatımda açığa çıkan o olağanüstü ince ironi.
İlk okuduğumuzda Borges’in hikâyesi, yıllardır boğuştuğumuz sofistike dolandırıcılığın yalın bir açıklaması gibi görünmüştü. Hep merak ettiğimiz ve hiç anlayamadığımız bir meseleydi halbuki. Bizimki de gerçekti, ama bir hikâye gibi akıp giderdi. Benzemezliğin önemini azaltan, hatta yok sayan hikâyedeki anne inancına benzer bir inanç mıydı bir düzeltme beklediklerimizin yıllar yılı hep aynı vasat entrikacılarımızda ısrarlı oluşları? Her şeyimiz saydıklarımız, her şeyimizi yağmalayan dolandırıcılarımızda eski yol arkadaşlarının şaşmaz dürüstlüğünü, bağlılığını, ruh yüceliğini mi görmek istemişti? Bu kadar açık bir dalavereyi sürekli yinelemesine rağmen konumundan milim gerilemeden her defasında yağmacılığını daha da pekiştiren bu benzemez güruh nasıl olur da yirmi yıldır aynı oyunu sürdürürdü? Borges’in iki yıkıcı karakteri gibi bu entrikacılar da “ne kadar ustaca düzenlenmiş olursa olsun bütün benzerliklerin, bazı kaçınılmaz benzemezlikleri daha da vurgulamaktan öteye gidemeyeceğini” biliyor da bu yüzden mi her türlü benzerlikten uzak durmuşlardı? Deneyimleri mi yol göstermişti, psikolojinin o anlaşılmaz ters ilkesi mi dürtmüştü ki, “bunca göze batan benzemezlikleri hiçbir düzenbaz göze alamayacağına göre kalkışacakları tehlikeli uğraştaki bütün beceriksizlikler işin içinde en küçük bir sahtekârlık bulunmadığının” kanıtına sayılacağını görmeleri?
Huyları benzemez, kişiliği uyuşmaz, hayatı hiç bağdaşmaz bu benzemezler mi çok becerikli, onları gördüğünde kutsayıp yeniden yollayan mı çok hayalciydi bilemedik. Ne kadar benzemezlerse o kadar mı benzetiyorlardı? Ne kadar laubali ise o kadar mı oturaklı, ne kadar kötüyse o kadar mı iyi, ne kadar zayıfsa o kadar mı donanımlı, ne kadar çirkinse o kadar mı güzel, ne kadar içten pazarlıklıysa o kadar mı saf, ne kadar hainse o kadar mı sadık, ne kadar güvenilmezse o kadar mı güven verici görünüyorlardı? Bilemedik, hiç bilemeyeceğiz belki de. Huzurlarına çıktıkları yanılmadı da görüp yaşadıklarımızı saplantılarımızdan mı süzdük? Durduk yerde aklımıza düşen yıllar önce okuduğumuz bir hikâyeydi. Borges’in yazdıklarıyla “kaza kırım” hikâyemiz çok uyuştu ya da bize öyle göründü. Düzelticinin inancına, yüreğine, doğruluğuna kefildik. Tıpkı Bogle ve Orton yardakçısı olamayacağını bildiğimiz özlem ve acı dolu düşüyle anne Lady Tichborne’un masumiyetine kefil olduğumuz gibi. Hesaplı kitaplı bir toplum kırımdı ve bize hayali mi gerçek mi olduğunu bilemediğimiz bir annenin dramına çok benzer gözüktü sadece. Hepsi bu.