Bir gün tek başına
Arif ALTAN yazdı —
- Bir de geceye imanla, sabaha küfürle ritim tutan kalabalıkların tutarlı gürültüsü var. Yalnızlarsa hep yalnızdır, bir gün değil her gün tek başına. Baldıran içirilen Sokratlar, çarmıha gerilen İsalar yalnızdır hep. İlk gün yüz buruşturulur, ikinci gün davullar ve zurnalar çalınır.
Gençliğinde Sofistlerin yöntemlerine yakındı, sonrasında onların düşüncelerine karşı durdu. Çelişik, tutarsız, anlaşılmaz, öğrenmeyi bilmez sofistlerin yöntemine karşı diyalektik yöntemi geliştirdi. Önceleri demokrasiye mesafeli yaklaşırken, sonraları Atina yasalarına bağlı kalmayı savundu ve en nihayetinde bu yasalar tarafından idam edildi. Zamanının boşboğazları tutarsız diyebilirlerdi, ama ona Sokrates, hiçbir şey bilmediğini bilen bilge dediler.
Gençliğinde “demokratik Atina” değerlerine inandı, hocası Sokrates'in idamından sonra demokrasi surlarını mancınıklarla dövdü; demokratik değerlerin bireycilik, çıkarcılık ve cehalet olduğunu söyledi. “Devlet” adlı eserinde filozof kralların yönetimini savunurken, yaşlılık döneminde “Yasalar” adlı eserinde daha pragmatik bir yönetim modeli önerdi. Atina’nın alay konusu olabilirdi, ama mağarasından başını çıkaranlar ona Platon dediler.
Gençliğinde Platon’un öğrencisiydi, duygu yüklü ve idealistti. Zaman fazlalıklarını aldı, deneyim baskın çıktı, olgunluk gençlik ateşini dindirdi ve mantık, deneyime dayalı pratik bir felsefe benimsemesini buyurdu. Önceleri demokratik unsurların önemini vurguladı, yaşlandıkça aristokratik bir yönetim modelini kusurlu doğamıza uygun buldu. Tarih boyu taşlanabilirdi, ama Aristoteles dediler ona ve bir kolu kendi zamanına, ötekisi zamanımıza uzanan Antik Çağ’dan mermer heykelleri indirildi düşünce saraylarının kapısına.
Nabzı daha uysal atarken gevşek Atina demokrasisini, kanı kızıştığında çelik bakışlı Spartalıları övdü. Hem Sokrates'in öğrencisiydi hem de Sokrates’in değerlerine ters düşebilecek otoriterleri ve onların acımasız yönetimlerini savundu. Tutarsızlığı herkesin nefreti olabilirdi, ama ona filozof, yazar, tarihçi ve asker Ksenofon dediler; Babil gölgeliklerinde dinmeyen Helen hüznü, bin yılların belleğinde ise yurduna dönemeyen onbinlerin yürek paralayan uğultusu dediler.
Başlarken elbette mantık sistemi, ama daha fazlası doğal dünya hakkındaki görüşleriyle beslenen bir kişisel erdem etiği ve pratiği. Eudaimonia'ya giden yol artık pek kısaydı. Eudaimonia, erdemi uygulayarak ve doğaya uygun yaşayarak geçirilen bir hayatın ödülüydü. Stoacıların bitkisel hayatı pek sıkıcı, renksiz ve uzun mu görünmüştü ne, gözünü çok geçmeden daha kestirme haz temelli bir etik yola dikti. Bir dediği diğerini tutmuyor, bir yaptığı ötekine uymuyordu. Tanrıların insan hayatına müdahale etmediğini öne sürerken, aynı anda tapınaklarda ritüellere katılıyordu. Zevk düşkünü, güvenilmez ve yalancı diyebilirlerdi, ama Epikuros dediler; binlerce yıldır herkes için ölüm varken biz, biz varken ölümün olmayışının teskin edici huzurlu sesi.
Gençliğinde kanaatkâr bir Stoacı, sonrasında zevk ve sefa içinde bir Roma saraylısı. Sokrates’in bilgi görüşü ve Kiniklerin doğaya uygun yaşam idealine bağlılıktan, arenalarda aslanlara yem olarak sunup Roma sokaklarında insanları çıra gibi tutuşturan Neron danışmanlığına. Ruhu geliştirip aydınlatan, yaşama düzen veren, her soruya bir cevabı olan felsefi bir disiplinden ve bunu elde etme aracı olan bir akıldan, her koşulda yapışık kaldığı şiddet kokulu iktidar tutkunluğuna. Gösterişli zaaflarla tırmanılan şatafat doruğundan, ahlak ve tevazu üzerine vaazlar veren bir erdem vaizliğine. Fazilet yoksunluğu, kişilik noksanlığı, karakter bozukluğu diyebilirlerdi, ama Romalı büyük düşünür, eşsiz devlet adamı, muhteşem oyun yazarı Seneca dediler.
Başlangıçta Hristiyanları şiddetle reddedip zulmeden bir Ferisi’ydi, sonra Hristiyanlığı kabul eden bir dinibütün. Becerikli Hristiyan avcılığından, büyük Hristiyan savunuculuğuna giden yolu dolambaçsız geçti. İsa düşmanlığından, İsa'nın öğretilerini pagan Roma’ya öğreten ilk Yahudi din misyonerliğine. Dönek diyebilirlerdi, ama Tarsuslu Saul, Hristiyan Avrupa’nın iki bin yıllık rehberi, Havariler Çağı'nın en önemli figürü Aziz Pavlus dediler.
Gençliğinde Manicilik gibi farklı inançlara bağlıydı, sonra Hristiyanlığı benimsedi ve en sonunda da önemli Kilise Babaları’ndan biri oldu. Gençliğinde özgür iradeyi şehvetle savundu, yaşlandıkça kaderciliğe saplandı. Sapkın ve hilebaz diyebilirlerdi, ama güçlü eserler veren filozof ve tanrıbilimci kutsal babamız Aziz Augustinus dediler.
Toyluğunda kelamî düşünceye yakındı, olgunluk döneminde Aristotelesçi felsefeyi benimsedi. Hem dinin akıl ile uyumlu olduğunu savundu hem vahiy ile akıl arasında çelişkili görüşler sundu. İnançsız ve tutarsız diyebilirlerdi, ama İbn Sina diye anıldı, doğunun altın çağının doktoru, astronomu, düşünürü, yazarı, bilgini, erken tıbbın babası dediler.
Gençliğinde dinin üstünlüğünü savundu, olgunluk döneminde aklı ve felsefeyi merkeze koydu. Hem İslam düşüncesini savundu hem de Aristotelesçi akılcılığı öne çıkardı. Tutarsız diyen olmadı, ama matematikçi, hekim, bilgin İbn Rüşd dediler, Aristo'yu Avrupa'ya yeniden tanıtan filozof dediler.
Önce “Eşitsizlik Üzerine Söylev”inde toplumu ve insanı yozlaştıranın mülkiyet olduğunu savundu, sonra Emile’de, bireyin eğitimle “erdemli” hale gelebileceğinde karar kıldı. Hem demokrasiyi hem de despot yönetimleri destekleyen çelişik argümanları şanına gölge düşürmedi. Aydınlanma filozoflarıyla dostken, sonradan Voltaire ve Diderot’a düşman kesildi. Densiz ve dengesiz diyebilirlerdi, ama filozof, yazar ve besteci Jean-Jacques Rousseau, Aydınlanma Çağı’nın nefesi, ilerlemenin efendisi dediler.
Kapitalizmin bazı yönlerine pragmatik bakan biriydi, en radikal karşıtı oldu. Kapitalizmin çöküşünü kaçınılmaz görürken, zaman zaman reformların da etkili olabileceğini öne sürdü. Kuşkulu bulup tutarsızlığını iddia eden olmadı, ama Karl Marx’ın sadık dostu Engels, yorumlamakla yetinmeyip dünyayı değiştiren iki filozoftan biri dediler.
Çağları ve bin yılları omuzlarında taşıyan böyle “tutarsızları” bekledik. Payımıza nefretinde tutarlı kemofaşolar, islamobarbarlar düştü. Tutkulu düşüncesizliğine tutuklu düşünürlerimiz, mantıksızlıktan şaşmaz mantıkçılarımız, kelime seviyesine bile erişemeyen hırıltılardan yıllar yılı aynı köşeler döşeyen azimli yazarlarımız, dünyayı “hep bana hiç sana” diye döndürmekten usanmaz adil yorumcularımız, karanlığını ışık diye serpmekten bıkmayan filozoflarımız var. Sahteliğinden ödün vermeyen dostlarımız, yalanlarına daha irisini ekleyen kardeşlerimiz, karakter bozukluğunu istikrarlı şekilde artıran refiklerimiz, hile ve entrikadan şaşmaz rehberlerimiz, iftirada irtifa kaybı yaşamaz bekçilerimiz, aptallığına doymaz bilgelerimiz, imkanlarda irfana imkansızlıkta itirafa lehimli yürütücülerimiz var. Bir de geceye imanla, sabaha küfürle ritim tutan kalabalıkların tutarlı gürültüsü var. Yalnızlarsa hep yalnızdır, bir gün değil her gün tek başına. Baldıran içirilen Sokratlar, çarmıha gerilen İsalar yalnızdır hep. İlk gün yüz buruşturulur, ikinci gün davullar ve zurnalar çalınır.