Muhabbet kuşları
Arif ALTAN yazdı —
- Aynı dilde üşümüyoruz, aynı sessizlikten ürpermiyoruz. Tutuştuğumuz ateş, soğuduğumuz kil aynı değil. Isındığımız ne varsa üşümenize sebep, giyindiğiniz ne varsa yoksunluğumuzla eşdeğer. Bizi bir ömür hayatta tutacak şey, sizin bir ısırışta çürüttüğünüz her şey.
Birilerinin işine gelendi, bir gurubun çıkarınaydı, bir kesimin güvenliği ve gücü, onun yağma, talan, tecavüz, yok etme hakkıydı. Hukukmuş, demokrasiymiş, kurumsal yapılarmış, adaletin tecelli ettiği kusursuz dünyaymış! Hangi zamanda, hangi asırda, hangi alacakaranlık çağlarda? Nerede ve kimin için? Yaralar kapanmadı, geçmiş pek geçemedi, hep ötede, hep uzakta ve hep çok uzun sürerdi gelecek. Adalet denen büyük adaletsizlik, herkesin kendisi için istediği o çivili sopa! Kahramanlar ve şövalyeler türedi, “bana değil şu enseye sapla” diyen büyük vicdan havarileri! Hırsızlar, yalancılar, ahlaksızlar şûrası. Bir kesintisiz mesai, bir toplu riyakârlar ayini. Büyük kutsal kilise, o arzu kokulu mistik demokrasi mabedi. Oradan fırlayıp hayatımıza sızan budala rahipler, sarhoş diyakozlar, uykulu episkoposlar, şaşkın kardinaller… Cüppelerinin altında büyük suçlar kılıfı içinde burnumuza tutulan küflü hak, hukuk, adalet kitabeleri…
Ne mutlu! Sistemler de çöker, reziller de düşer. Daha çıplak bir gerçek, daha kanlı, daha vahşi daha çirkin bir yenisi gelinceye. Herkesin herkesi anladığı, kimsenin kimseyi anlamadığı kısa bir zaman aralığı. Çöküş iyidir, hilenin çekilmesi, bir nefes alımı vakit iyi bir şey. Avunulan bir zaman bağışı. Soylu sözler, büyük vicdan yeminleri, tüm o halk iradesi masalları… Vicdan! Talan duygusu, soğuk beyni kavrayıncaya. Çöküş iyidir; kızgın yürekten gelip de dilde soğuyan her söz hükümsüz en azından. Niyet eylemle vuruşmaz; doğrudan yağma, doğrudan talan, doğrudan kıyım tutkunları en saf haline bürünüp barbarlık tahtına oturuncaya. Bu da iyi, birkaç gün, belki birkaç saat, olmadıysa boğulmakta olanın hayattan bir soluk çalma ihtimali. Dünya kısa süreliğine ne anlamlı ne de saçma, hep dövülmüş olan için kayıtsız bir uzaklıkta.
Koyu ve yoğun bir çocuk muhabbeti. Sevecen, ılıman. “Bizim değil onların çocuklarına” diyen mahşer ağızlılar kalabalığı. Sırtında çocukları yerine kemik çuvallarıyla dolaşanların ülkesi… Bildiniz, şu kayıp Atlantis! Yokun dile ikamesi, doğuya bir batı istikameti. Ne dinbazlar ne dilbazlar! Aynı cehennemin iki yüzü. Yabancıyız, uzun zamandır tanışmıyoruz. Bu borsada tek hissemiz yok, soğukluğumuzu giderecek hiçbir şey de bulunmuyor. Belki olaylar ve duygular arasında bir öncelik tanıma isteğini yitirdik. Belki hüzün fazla, acı yoğun, uyuşukluk baskın geldi, belki birbirine üstünkörü tutturulmuş bir imgeler dizisidir tüm görebildiğimiz. Aralıksız kopan boşluklarla dolu bir süreksizlik içinde zihnimiz. Kim bilir, belki ne geçen ne de yaşanan an gerçek değildir. Aksini kim iddia edebilir, bizim için durumlar ancak anıldıkları zaman bile artık bir gerçeklik kazanmıyor. Toplu çocuk itlafları, köyler ve şehirleriyle bir ülkenin yanıp kül oluşu. Tüm bunları bir martının çığlığından daha önemli bulmadığınızdan belki, o günkü halinizle bugünkü arasında artık bir ayırım yapamayışımızdan belki. Herkesin yaşadığı şimdi, öteki için başka bir şey; derinliği, değeri, ölçüsü olmayan bir gerçeklik belki.
Çünkü aynı havadan solumuyoruz, aynı iklimden geçinmiyoruz. Güneş bize eşit mesafede değil, zaman aynı ağırlıkta çökmüyor, elem aynı şiddetle ve yağmur, aynı şefkatle inmiyor göz kapaklarımızın üstüne. Yorgunluğumuzun benzer tonlarını ele veren bir teni yok, derin sessizliğe hazırlayan uyanışın yüklendiği tedirginliğimizin ortak bir mazisi de. Gündoğumu ve günbatımları aynı şeyi söylemiyor, birine hayat gibi gelen ötekinin üstüne ölümle çöküyor. Sarındığımız çağrışımlar farklı. Korkularımız aynı kaynaktan gelmediği gibi neşemizin yoğunluğu da aynı titreşimleri içermiyor. Hassas çağların yarılmış dudaklarının iki ayrık çizgisinden sesleniyoruz, farklı duyuşların farklı zaman aralıklarından. İncindiğimize incinemezsiniz, incindiğinize incelmemiz imkânsız. Hoşgörünüz hor görülüşümüze yakın, yıkımımız dirilişinize. Duyularımızın kesiştiği bir heyecan yok ve kelimelerimizin uyuştuğu renkler bulunmuyor. Kendinize özgü ıstıraplarınız var, coşkunluklarınıza benzer hayal kırıklıklarımız.
Aynı dilde üşümüyoruz, aynı sessizlikten ürpermiyoruz. Tutuştuğumuz ateş, soğuduğumuz kil aynı değil. Isındığımız ne varsa üşümenize sebep, giyindiğiniz ne varsa yoksunluğumuzla eşdeğer. Bizi bir ömür hayatta tutacak şey, sizin bir ısırışta çürüttüğünüz her şey. Hissettiğimiz gibi hissedemezsiniz, hissettiğiniz gibi hissedemeyiz. Aksanımız uyuşmuyor, incinmişliğimiz örtüşmüyor. Gerçeği buruşturmaya ne gerek, akıttığımız gözyaşı bile aynı saydamlıkta değil. Ilıman bakışlarınızın genişliğine denk düşen, bizim dinmeyen kasırgalarımız; ölçüsüz solgunluğumuza yoğunluğunu veren, sizin buhranlarınız. Biz de ölüm olan, sizde can sıkıntısı en fazla. Felaket diye yüz buruşturduğunuz, neşeyle koşuşturduğumuz baharlar.
Aynı yerde durmuyoruz, aynı yerden aynı gözlerle görmüyoruz ince tül tenli bulutların ardından yükselen dolunayı, kapkara ağızlı kayalıklardan inen ışıklı çağlayanları. Gövdesine yaslandığımız ağaç bile aynı duyarlıkla inlemiyor, dokunuşlarımıza aynı tebessümü bağışlamıyor gece. Kıpırdayan, canlılığını duyuran her şeye aynı besini veren toprak, ses veren her şeye aynı nihai sessizliği vadeden toprak, bizi aynı merhametle sarmıyor. Sazımızın perdeleri, müziğimizin ritimleri apayrı. Duyduğumuz gibi duymuyorsunuz, duyduğunuz gibi işitmiyoruz. Bizde sonsuz bir keder gibi uyanan, sizde bitimsiz bir mutluluk içinde uyuyor. Bahtsızlığınız diye baktığınız yere, taht diye kurulabiliriz. Sizin huzursuzluğunuz Hamlet’in kararsızlığı en fazla, bizim için huzur bile ak sularda yüzen Ofelya’nın uykusu.
Bir yanlış anlamadır her şey, bir başlangıç hatası. Onaylamanızla başladı, alaycı reddedişinizle son bulmuyor buhranımız. Kanın duyuramadığını düşünceler nasıl duyursun, düşlerin biçim vermediğine sözcükler ne etsin? Bizim kaderimizi belirleyen gündüz ve geceler, size keder veren gündüz ve gecelerinize benzemiyor. Kalbimizden damlayanla bileğinizden sızan, aynı renkte ışımıyor. Bizi aklımızın kesinliğinde birleştiren, sizi hislerinizin belirsizliğinden ayrıştırıyor. Yalanlarınıza inceliğin hüznü diye sarınabilirdik belki, ama incinmiş gibi yaptığınızda biz paramparça oluyoruz. İmkansızlıkta ve ezilmişlikte benzeşebilirdik pekâlâ, ama sızı bile aynı dokuyu seçemeyecek kadar itinalı bir budala kılığında. En yakınımıza düştüğünüz an, erişemeyeceğiniz uzaklıklara çekildiğimiz an. Bize elem gibi yapışan, sizde aylar ve yıllar boyu soluksuz koşturan hazzın coşkunluğu kıvamında.
Zaman, aynı yönden akmıyor; hayat ve ölüm, bize aynı duyarlık ve duruluktan seslenmiyor. Sizde ebeveynler ölürken yas tutulur, bizde çocuklar doğarken. Acı imgelerimiz aynı alevle tutuşmuyor, kırılmış dizelerimiz aynı soğukluktan yankılanmıyor. Soluduğumuz zehrin sindirdiğiniz korkuyla bir akrabalığı yok, haksızlıklarınızı ve bizim tutarsızlıklarımızı aynı derinlikte tutan eşdeğer yaralarımız bulunmuyor. Aynı iç çekişlerle uzamıyor ezgilerimiz, aynı tereddütle burkulmuyor vurgularımız. Boş inlemeleri geçelim öyleyse, gözyaşınız, içten vuruluşumuzla örtüşmüyor. Giden çocuklarımız hiçbir şeyiniz değildi, şimdiki sıcaklığınız ve hüznünüz de hiçbir şeyimiz. Yani suskunluğunuz da bir şeydi vaktiyle, şimdi üzüntünüz bile hiçbir şey.
Buna rağmen hala çocuk muhabbeti mi? Elbette. Siz şimdi olduğunuz yerde, biz bıraktığınız, izlerini bile bulamadıklarımızın yerinde. Siz palavrayı sürün, biz gözyaşlarımızı öfke ateşinde dövelim, ıslanan hiçbir çocuk üşümesin diye.