Yasak hukuki değil siyasi yoldan çözülmeli

Dosya Haberleri —

Kitabın yazarları kitabın tanıtıldığı bir etkinlikte

Kitabın yazarları kitabın tanıtıldığı bir etkinlikte

  • 129a ve 129b maddeleri gereğince yürütülen davalar Almanya Federal Savcılık üzerinden ilerliyor. Federal Savcılık da Federal Adalet Bakanlığı’nın altında görev yapıyor. Siyasi ve hukuki bağların sıkı örülmüş olması mücadele etmeyi daha da zorlaştırıyor. Bu sorun hukuki değil siyasidir. Dolayısıyla bu yasak hukuki değil siyasi yoldan çözülmeli. Daha önce hukuki yoldan itirazlar, dava başvuruları yapıldı ve yasak ortadan kaldırılmak istendi ancak bu girişim maalesef başarısız oldu. 

BEDRAN DOĞAN/FRANKFURT

PKK yasağının 30’uncu yıldönümü vesilesiyle okuyucuyla buluşan “Göçerttirildi, Yasaklandı, Dışlandı, Almanya'da Kürt diasporası nasıl susturuluyor”(Geflohen. Verboten. Ausgeschlossen-Wie die kurdische Diaspora in Deutschland mundtot gemacht wird) adlı kitabın yazarları gazetemizin sorularını yanıtlayarak, “Kürt hareketine yönelik baskı Alman demokrasisinin açığıdır” dedi.

Kurdistan İşçi Partisi’nin (PKK) 15 Ağustos 1984’te silahlı mücadeleyi başlatmasının ardından siyasi, kültürel ve toplumsal örgütlülük Kurdistan’da olduğu kadar diasporada da etkisini gösterdi. Almanya’daki Kürt örgütlenmesinin giderek artmasına karşı hamle olarak İçişleri Bakanı 26 Kasım 1993’te resmi olarak PKK’nin yasaklandığını duyurdu. Fakat Alman devletinin bütün organlarını kullanarak hayata geçirdiği yasak, Kürtlerin örgütlülüğünün önüne geçemedi. 2000’li yıllara gelindiğinde ise Adalet Bakanlığı’nın talimatıyla 129b maddesinin PKK davaları için de geçerli olmasına karar verildi. Bu tarihten itibaren çok sayıda Kürt siyasetçi ve aktivist Alman yargı organları tarafından gözaltı, tutuklama, hapis ve para cezalarıyla karşı karşıya. 

Almanya, 30 yıldır Kürt diasporasına dönük yürüttüğü politikaları bugün hala 1993'te PKK'ye getirilen yasakla meşrulaştırıyor. Devlet ve yargı, Kürt hareketiyle diyalog aramak yerine ceza hukukunun yardımıyla meseleden kurtulmak istiyor. 

Alexander Glasner-Hummel, Kerem Schamberger ve Monika Morres’in hazırladığı “Göçertildi, Yasaklandı, Dışlandı, Almanya'da Kürt diasporası nasıl susturuluyor” isimli kitapla Almanya’da Kürtleri baskı altına almak için kullanılan otoriter yöntemler ilk kez gözler önüne seriliyor. Gazetemizin sorularını yanıtlayan yazarlar, PKK yasağının 30’uncu yıldönümü vesilesiyle, Kürtlerin yaşamları üzerinde büyük bir etkisi olan bu yasağın siyasi nedenleri ve sonuçları hakkında toplumsal bir tartışmanın önemine dikkat çekiyor.

 

Açıklamalarınızda Alman devletinin, Kürtlere yönelik baskılarda kanıtlanabilir bir suç ortaklığının olduğundan bahsediyorsunuz. Almanya hangi motivasyonla ve ne ölçüde bu suçu Türkiye ile paylaşıyor? 

Almanya, en temelde Kurdistan’da kullanılmak üzere silah satmasından kaynaklı Türkiye’nin suç ortağıdır. Bu çok net. Bizim yoğunlaştığımız nokta ise Almanya'da yaşanan baskılar üzerinden oluşan ortaklık. Almanya’da mahkemeler tarafından uygulanan baskı yöntemleri Alman bakanlıklar tarafından uygulanabilir hale geldi. Yani bu yöntemler Türkiye tarafından belirlenmedi. Dolayısıyla Alman devletinin pro-aktif bir rolü mevcut diyebiliriz. Bunun temel nedeni ise Türk-Alman dostluğu. 

Aynı zamanda, Almanya'da radikal sol grupların Rojava'daki gelişmeleri ve başarıları kamuoyu ile paylaşmasının önüne geçmeye çalışan bir Alman devleti gerçeği de var. Ve aynı Alman devleti, anti-kapitalist bir gücün 21'inci yüzyılda kapitalizm karşısında var olmasını, güç kazanmasını istemeyen bir yerde duruyor. Diğer bir konu ise, ekonomik. Türkiye'de kar eden 7 binin üzerinde Alman şirketi bulunuyor. Bunun rolü de dikkate alınmalı.

Son olarak vurgulamak gerekir ki; Almanya'nın NATO içerisinde önemli bir fonksiyonu ve rolü var.

 

Belçika da NATO üyesi… 

Evet, ama NATO içerisinde farklı görev dağılımları var. Çıkarlar göz önüne alındığında Almanya, Türkiye'nin en yakın dostu. Bunu, işlenen savaş suçlarında da görebiliyoruz. 2019'da Rojava ve Suriye'nin birtakım bölgelerinde gerçekleşen saldırılar esnasında uygulanan ambargo buna bir örnek. Aynı zamanda Angela Merkel, Avrupa Birliği (AB) içerisinde Türkiye'ye karşı planlanan yaptırımların hayata geçirilmesini önlemişti. 

Kürtlerin önündeki engellerden biri de kendi topraklarına girdiklerinde tutuklanacakları korkusuyla sosyal medyada paylaşım yapamamak. Siz de Ağır Alkan ve Emin Çatıkkaş davalarını içeren çalışmanızda bu soruna değindiniz. Kürt sosyal medya kullanıcılarına bu konuda nasıl bir güvence veya bilgi verilebilir? 

Burada bir karar vermek gerekiyor. Sosyal medya üzerinden fikir belirtmeye başladığınızda ve bu herkese açık bir şekilde yapıldığında, Türk istihbaratçılar veya takibe alan gizli kurumlar tarafından da okunabileceği, kayıt altına alınabileceği ve ceza verilebileceği anlamına da gelir. Bu nedenle bu riske girip girilmeyeceğine karar verilmesi gerekiyor. Paylaşmak, yayınlamak baskı uygulamalarının hedefinde. Bu, yalnızca Türkiye'de değil Almanya'da da dernekler yasasına bağlı olarak cezalandırılabiliyor. Örneğin, 'yasak semboller' paylaşılmasına ilişkin çok sayıda dava var. Türkiye'de olduğu gibi Almanya'da da benzer sonuçları var.

  

Bu uygulama yalnızca Kürtlere değil, aynı zamanda dayanışma içerisinde olan herkese karşı da uygulanıyor mu?   

Türkiye'ye girişlerde Kürtlerin gözaltına alınma ya da tutuklanma tehlikesi daha yüksek. Hele ki Alman vatandaşı değillerse bu, çok büyük bir olasılık. Fakat Kürt olmayanlar da bu riskle karşı karşıya. 

Burada şunu bilincine varmak gerekiyor; eğer herkes sindirilirse bunun sonuçları nasıl olur? Eğer bu politika başarılı olursa; sakıncalı görülen konular, paylaşım ve sunumlar artık sosyal medyada yer almayacak demektir. Bu durumun da Kürt Özgürlük Hareketi'ne zarar vereceği çok açık. Kürt Özgürlük Hareketi, bütün yöntemleri değerlendirmeli, buna sosyal medya da dahil. Tabii kimseyi bir şeye zorlamak istemiyoruz. Fakat eğer kamuoyu karşısında fikir belirtmekten vazgeçersek, oluşacak olumsuz sonuçları da göz önünde bulundurmak gerekir. 

  

Dört yıl süren ve toplam 70 milyon Alman markına mal olan Düsseldorf davası, 430 sayfalık iddianame, 30 bin sayfalık dosyadan oluşan belge koleksiyonu ve Hüseyin Çelebi'nin başarılı savunması ayrıntılı olarak aktarıldı. Daha sonraki araştırmanız, 20 sanıktan dördünün Ali Çetiner adlı kilit tanık aracılığıyla mahkum edildiğini ortaya çıkardı…

Bu dava her zaman izlediğimiz 'sıradan' davalardan değildi; teatral bir şekilde hazırlanmış, kurgulanmış bir davaydı. Almanya'nın NATO bağlamında görevi ise bu davayı yürütmek oldu. Dolayısıyla anayasanın temellerini göz ardı etmeyi de göze aldılar ve çelişkili birini tanık olarak davaya dahil ettiler.   

 Bu yargılama çabalarına ilişkin kitabımızda güncel bir dava örneği de var. 'Düsseldorf davası' aslında direnişi yok etmek için yürütülen davaların başlangıç noktasıydı. Silahlı çatışma ile eş zamanlı olarak verilen gizli istihbarat görevleri de başlamıştı. Bu görevler günümüzde de devam ediyor.  Kitabımızda konu ettiğimiz güncel dava ise aslında Düsseldorf davasının aslında devamı niteliğinde.  

 

Duruşma sırasında kendi ifadesini revize eden, yeniden yapılandıran ve dolayısıyla geçersiz kılan Ali Çetiner gibi tutarsız bir tanığın ifadesini mahkûmiyet ve insan hakları için tek dayanak olarak kullanmak sizce yeterli mi? 

Bizler ana tanıkların varlığını çelişkili buluyoruz. Böylesi tanıkların davalara dahil edilmeleri de zaten uzmanlar ve avukatlar arasında da yoğun bir şekilde tartışıldı. Bu, hukuk devletinin yasalarına aykırı. Devlet tanıklar ile bir nevi pazarlığa giriyor ve bu tanıklar da tabii devletin istediği ifadeleri veriyor. Bu koşullarda adil bir yargılamadan, doğruyu ortaya çıkarmaya yönelik ifadelerden bahsedemeyiz. 

Burada üzücü olan nokta ise Eyalet Üst Mahkemelerinin senatolarının da bu ifadelere -ne kadar çelişkili olsalar da- uyum sağlıyor oluşu.  

  • Almanya'nın kendisi de baskı uygulayan, bunu yaparken kendi inisiyatifini uygulayan bir devlettir. Yani sadece "Türkiye baskı uyguluyor" diyemeyiz. Bana göre, Türkiye tabii baskı uyguluyor ki Erdoğan’ı hepimiz tanıyoruz, fakat benzer politikaları Almanya da uyguluyor. Almanya da kendi solcu aktivistlerini, örgütlerini ve gruplarını de takibe alıyor, kovuşturuyor.

129, 129a ve 129b paragrafları uyarınca devam eden birçok duruşmada, bazen Kürt Özgürlük Hareketi'nin eski üyeleri ya da uzun süre muhbir olarak harekete sızmış kişiler kilit tanık olarak yer aldı...

 Bu maddelere ve PKK faaliyet yasağının nasıl ortaya çıktığına, perde arkasında gelişen olaylara kitabımızda geniş bir şekilde yer verdik. Örneğin, o zamanın Türk bakanları ve Cumhurbaşkanı ile hangi anlaşmalar ve görüşmeler yapıldı? Bu yasak kamuoyuna nasıl aktarıldı ve esasen hangi nedenlere bağlı? Bu farkı görmemiz gerekiyor.  

Resmi açıklamalar o dönem sınır aşan Kürt protestolarını  işaret etse de asıl neden Türkiye tarafından uygulanan baskıydı. Fakat şunu vurgulamak gerekir ki; Almanya'nın kendisi de baskı uygulayan, bunu yaparken kendi inisiyatifini uygulayan bir devlettir. Yani sadece "Türkiye baskı uyguluyor" diyemeyiz. Bana göre, Türkiye tabii baskı uyguluyor ki Erdoğan’ı hepimiz tanıyoruz, fakat benzer politikaları Almanya da uyguluyor. Almanya da kendi solcu aktivistlerini, örgütlerini ve gruplarını de takibe alıyor, kovuşturuyor.

129, 129a ve 129b maddeleri Otto von Bismarck döneminden günümüze kadar ulaşan maddeler. Dolayısıyla Almanya'nın baskı uygulamak için Türkiye'ye ihtiyacı yok. Bu Almanya'da uzun yıllardır uygulanan bir 'gelenek.' Buna ek olarak yapısal ırkçılıktan da söz etmek gerekir. Yani burada, Almanya'da dünyaya gelmemiş, faklı ülkelerden gelen insanlara karşı "Bu kişi hangi hakla devlet yapısını eleştirebilir" yaklaşımı mevcut. Bana göre, Alman daire makamlarında, makam odalarında 'siyasi hareketleri disipline etme görevi' gibi de bir birim var. 

 

Çalışmanızda da değindiniz: “Alman baskı aygıtı, PKK'yi yasaklamak için, siyasi zulümle ilişkilendirilmesi zor bir hukuk alanı yarattı; dernekler hukuku." Alman dernekler hukukuna göre kaç hüküm tespit edebildiniz? Bu hukuk aynı zamanda diğer dernek ve kuruluşlara yönelik baskıyı da genişletme amacı taşıyor mu? 

Dernekler yasasına göre başlatılan davaların kesin bir sayısı yok, ki dernekler yasasına göre olup da resmi açıdan bu statü altında olmayan birçok dava da var. Son 30 yıl içerisinde gerçekleşen on binlerce davalardan bahsediyoruz. Fakat bunu kesin bir sayıya bağlamak mümkün değil.   

Alman devleti, bu baskı yöntemini diğer halklara ya da kurumlara karşı genişletmiş durumda. Örneğin, bugün Tamil halkı, Filistin halkına; yine DHKP-C, TKP-ML gibi Türk sol örgütlere, anti-faşist hareketlere de uyguluyor. Günümüzde artık iklim hareketleri dahi kriminalize ediliyor ve onları da 129 maddesi gereğince yargılamak isteyen eğilimler var. Herhangi bir hareketin belli ölçüde toplum içerisinde bir etki yaratabilme olasılığı var olduğu andan itibaren Alman devletin kriminalizasyon mekanizması devreye giriyor.  

 

Ayrıca Federal İçişleri Bakanlığı'nın, PKK'nin faaliyetlerini ancak "PKK bu ülkede 'kısmi ve yan örgütler' yoluyla gizli faaliyet yürütüyor" argümanıyla engelleyebildiğini vurguluyorsunuz. Bu, Kürt Özgürlük Hareketi'nin PKK'den bağımsız dernek ve örgütlerinin de ‘kısmi veya yan örgütler' olarak tanımlanarak yasaklanabilmesi anlamına geliyor. Alman mahkemeleri bu iddia ve ithamları nasıl değerlendiriyor? 

 Alman mahkemeleri bu görüşü kararnamelerden devralıyor. Bu zaten yargının fikri. Bir bağ kurmak, PKK ve destekçilerini kriminalize edebilmek hem siyasetin hem de yargı sisteminin ortak eseri. Bu anlamda hangi Kürt kurumu yargılanır, hangisi yargılanmaz; devletin keyfi kararına bağlıdır. Kürt hareketine yönelik baskı Alman demokrasisinin açığıdır.

  • PKK'nin Kürt kimliğini ve kültürünü yaşatma çabası gerekçe gösterilerek tüm kültürel faaliyetlerin PKK'ye hizmet ettiğine dönük bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Bu çok tehlikeli ve ırkçı bir çizgidir. Çünkü eğer devlet isterse, tüm kültürel faaliyetleri terörist faaliyetler olarak hukuksal ve toplumsal yargının karşısına çıkarabilir.

Bu bağlamda sizi özellikle hangi olay şaşırttı? Hangi dava bu çabayı özellikle doğruladı? 

Sanat, basın ve ifade özgürlüğünü en derinden ihlal eden davalardan biri 2019 yılında MİR Prodüksiyon Şirketi ve Mezopotamya Yayınları'nın yasaklanması. Bu yasak sonucunda on binlerce Kürtçe kitaba, tercüme edilmiş yabancı esere ve günümüzün en büyük Kürt müzik arşivine el konuldu; belirsiz makam bodrumlarında çürümeye bırakıldı. Gerekçe olarak da bu iki kurumun PKK'yi finanse etmesi gösterildi. Bu çok gülünç bir iftiradır. Çünkü bu kurumlar her zaman borç altındaydı. Bir diğer iftira ise bu iki yerin PKK'nin örgütsel yapısını bir arada tutuyor oluşuydu. PKK'nin Kürt kimliğini ve kültürünü yaşatma çabası gerekçe gösterilerek tüm kültürel faaliyetlerin PKK'ye hizmet ettiğine dönük bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Bu çok tehlikeli ve ırkçı bir çizgidir. Çünkü eğer devlet isterse, tüm kültürel faaliyetleri terörist faaliyetler olarak hukuksal ve toplumsal yargının karşısına çıkarabilir.

 

Böyle bir değerlendirme ve yanlış tanımlamaya dayanarak yargının revize edilme ihtimalini görüyor musunuz? 

 Mahkemeler ve özellikle Yüksek Eyalet Mahkemeleri, devlet koruma senatolarıdır. Siyasi çizgilere hizmet ederler. Örneğin; Federal Adalet Bakanlığı, Federal İçişleri Bakanlığı ve Federal Devlet Bakanı ile ortak çalışmak zorundadır. Bu çalışma ağı çok sıkı örülmüş. Dolayısıyla bakanlıklar özgür ve bağımsız değil. Aynı durum savcılıklar için de geçerli. Onlar da Adalet Bakanlığı'nın çizgisinde yürüyor. 

 129a ve 129b maddeleri gereğince yürütülen davalar Almanya Federal Savcılık üzerinden ilerliyor. Federal Savcılık da Federal Adalet Bakanlığı’nın altında görev yapıyor. Siyasi ve hukuki bağların sıkı örülmüş olması mücadele etmeyi daha da zorlaştırıyor. Bu sorun hukuki değil siyasidir. Dolayısıyla bu yasak hukuki değil siyasi yoldan çözülmeli. Daha önce hukuki yoldan itirazlar, dava başvuruları yapıldı ve yasak ortadan kaldırılmak istendi ancak bu girişim maalesef başarısız oldu. 

Bunu böyle yorumlarken tabii hukuki mücadeleleri hiçleştirmiyoruz. Elbette hukuki mücadelenin de rolü büyük. Asıl sorun, tüm bu davalara Alman İstihbarat Servisi'nin de dahil ediliyor oluşu. Her şey merkezi yürütülüyor, tüm tespitler merkezi yoldan toplanıyor. Örneğin bir kişi, oturumunu uzatmak için Yabancılar Dairesi'ne gittiğinde İstihbarat Servisi devreye girerek engelliyor. İnsanlar bir nevi camdan oluşuyor ve iç işlemleri, yaşamları, hedefledikleri merkezi bir yürütme ile belirleniyor.

 En önemli ve çelişkili durum da şudur ki; burada oturum hakkı kazanmış insanların bu oturumu almasını sağlayan gerekçeleri, aynı zamanda bu hakkı ellerinden almasına sebep olabiliyor. Böylece insanlar belirsizliğe düşüyor ve her an geldiği ülkeye geri gönderilme riski altında yaşıyor. Tabii hemen geri gönderme olmuyor; onun yerine daha sık ve sert kurallara bağlı bir kontrol mekanizması devreye giriyor.  

 

Dernekler yasasıyla yüzlerce Kürt aile kriminalizasyon politikaları sonucu soruşturmalarla, hapis ya da para cezalarıyla karşı karşıya. Çalışmanızda Dilan Akdoğan örneğinden bahsediyorsunuz. Kendini yasal olarak savunmak ne kadar önemli ve benzer durumdaki insanları mahkemeye gitmeye ikna etmenin yöntemleri nedir?

Bu dava örnek niteliğinde güzel bir başarıdır. Bu başarı yalnızca Dilan'ın cesareti ile ilgili değil aynı zamanda kamuoyu karşısında söylediklerinin etkisiyle de ilişkili. Dilan, çok açık bir şekilde kendisine karşı yürütülen soruşturmalar hakkında kamuoyunu bilgilendirdi ve bu tutum kamuoyunun kendisini korumasını sağladı. Bunu, Alman vatandaşı olduğu için bu kadar rahat bir şekilde yapabildi. Çünkü Alman vatandaşı olmak böylesi bir adım için temel bir ön şart. Bir diğer etken de bulunduğu eyalet. Kendisinin bu tecrübeyi yaşadığı Saarland Eyaleti'nde hala bir diyalog kanalı vardı ki bu diğer eyaletlerde bu pek mümkün değil. Dolayısıyla dava süreçlerini ele alırken her zaman kişinin durumunu, elde olan imkanları göz önünde bulundurmak gerekir. Benzer yollar izlenen her dava sonuç vermeyebilir.

 

Fakat kriminalizasyona karşı hukuki anlamda mücadele de önemli…

Alman devletinin işleyişini ve buna karşı nasıl pozisyon alınması gerektiğini bilmek çok önemli. İnsanların kendilerini savunmaları için hangi adımları izlemesi gerektiğine değindiğimiz kitabımız bu açıdan da kamuoyu ile buluşmalı. Haklarından vazgeçmeyen, baskı altında tutulmayı kabul etmeyen insanların hayat hikayelerini aktarmayı kıymetli buluyoruz. 

Kitabın alt başlığı “Kürt diasporası nasıl susturuluyor” diye yazsa da bunun başarılı olmadığını da söylemek gerekir. Çünkü 30 yıllık PKK yasağına rağmen, baskı uygulansa dahi bu hareket hala varlığını koruyor; Kürt kurumları hala var ve yürüyüşleri sürüyor. Yoğun bir baskı mekanizmasına karşı mücadeleyi ayakta tutmak kolay değil. Bizim açımızdan bunu ifade etmek çok önemli. 

  • Artık örneğin, bir Kürt daire kiralamak istiyor ve Anayasa Koruma Dairesi ev sahibini arayıp “Böylesi radikal bir insanı, bir teröristi evine mi alacaksın?” diyerek onu vazgeçtirmeye çalışabilir. 

Alman polisi başta gençler olmak üzere Kürtlere ve dostlarına yanaşarak ajanlık teklifinde bulunuyor. Bu uygulamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hukukta bir yeri var mı? En önemlisi de bir genç böylesi polis taktiklerine karşı kendini nasıl savunmalı?

İster Alman olsun ister olmasın, siyasi grupların oluştuğu ve geliştiği her ortama İstihbarat Servisi de dahildir. Siyasi hareketlere girmek, onları rahatsız etmek, bölmek ve yok etmek için, ve tabii birbirlerine karşı kışkırtmak için yöntemler geliştiriyorlar. Bu çok eski bir taktiktir ve Anayasa Koruma Dairesi'nin görevlerinden biridir. Anayasa Koruma Dairesi yalnızca tutuklamaz; insanlar ile diyaloğa girebilir, onlara teklifler sunabilir. Yine okullara, iş yerlerine gidip insanlarla konuşabilir. Örneğin, kurumların önlerinde durup kuruma gitmek isteyenlere "Siz şimdi bu kuruma girmek istemiyorsunuz değil mi?" diye sorabilir. Ellerinde çok fazla yetki var. Bu konuda gençlere dönük özel bir yönelim hakim. Anne babalarını ziyaret edip "Oğlunuzun/kızınızın neler yaptığını biliyor musunuz?" diye soruyorlar. Bu sürekli olan bir rahatsız etme taktiği.

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde Almanya Federal İçişleri Bakanı Nancy Faeser'in Anayasa Koruma Dairesi ve İstihbarat Servisi'ni daha da genişletmek istediğini ve İstihbarat Servisi çalışanlarının insanların özel ve mesleki çevrelerini uyarabileceğini açıkladı. Örneğin, bir Kürt daire kiralamak istiyor ve Anayasa Koruma Dairesi ev sahibini arayıp “Böylesi radikal bir insanı, bir teröristi evine mi alacaksın?” diyerek onu vazgeçtirmeye çalışabilir. 

Bu yeni yasa teklifinden anlamamız gereken şu ki; Anayasa Koruma Dairesi salt bilgi toplayan basit bir teşkilat değil, siyasi bir aktördür. Elinde bulunan imkanlar yeni yasa tasarısıyla daha da genişletiliyor. Bu gidişat demokrasinin içini boşaltma tehlikesini doğuruyor. Buna karşı itirazlar yükselmeli.

Yürütülen politikalara karşı gençlerin uygulayabileceği en etkili yöntem ise bunu kamuoyu ile paylaşmaktır. Yıllardır ifade ettiğimiz gibi; lütfen Rote Hilfe isimli yardım kuruluşu ile iletişime geçin, Azadî Hukuk Ofisi'ni arayın. En önemlisi de hiçbir zaman Anayasa Koruma Dairesi tarafından söylenenlere kulak vermeyin. Teklif edilen davetiyeyi kabul etmeyin, beraber bir kahve içmeye gitmeyin. "Ben bunlarla baş ederim" diyerek tuzağa düşmeyin. Hayır, tek başınıza baş edemezsiniz. Emin olun ki tekrar tekrar deneyecekler. Bunu gizli tutmayın, yutmayın ve sakın onlarla buluşmayın. 

Bu her zaman hareketleri bölmek üzerine uygulanan bir taktik. Gençlerin buna izin vermemesi gerekiyor. Bu yönelimin bir diğer hedefi ise kişiyi örgütlü ortamında şüphelenilen bir pozisyona düşürmek, güvensizlik yaratmak. Bu yalnızca bireye karşı uygulanan bir saldırı değil, tüm harekete karşı uygulanan bir saldırıdır. Dolayısıyla birlik ve beraberlikle ortak bir duruş sergilenmeli.   

 

 

“Göçettirildi, Yasaklandı, Dışlandı, Almanya'da Kürt diasporası nasıl susturuluyor" adlı eseri okumak isteyenler Westend Yayınevi'nden temin edebilir: https://www.westendverlag.de/buch/geflohen-verboten-ausgeschlossen/ 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.