Antakya–Lazkiye ve deprem
Mihraç URAL yazdı —
- Antakya yeniden yeşerecektir. Tarihte olan depremleri nasıl sildiyse bunu da silecektir. Devletler değişir, yıkılır gider ama uygarlık asla ölmez.
6 Şubat 2023 yaman bir gündü. Antakya ve Lazkiye ile birlikte bir dizi şehir aynı anda zalim depremin hışmına uğradı. Bilim adamlarının açıklaması “Antakya’yı vuran deprem hafiften, artan oranda ve sertçe dalgalarıyla şehri yıkıp kavurdu. Bilinen deprem önce sert dalgalarla vurur ama Antakya’yı yıkan deprem hafiften başlayıp daha yoğun ve artan oranda sarsıntılarla uzun süreli davranıp durmuştu”. Evet, bu zalim deprem, Antakya’yı, Lazkiye’yi yıkımın en derinlemesine vurup çökertti.
Ben Antakyalı olarak, depreme Lazkiye’de şahit oldum. Örgütsel gereklerim için Bassit kasabasındaydım. Sabaha doğru tuvalete çıktığımda deprem vurmaya başladı. Yoldaşları uyandırdım ve derhal dışarıya atladım. Ardından yoldaşlarım da kalkıp benim gibi dışarıya attılar kendilerini. Ardında tüm yerleşim birimlerimiz sahaya akın etti. Önlemlerimizi aldık ve sabırla sahada beklemeye başladık. Ben, Şerif yoldaş, Cafer yoldaş, Ebu Vael yoldaş bir arabaya yerleşerek beklemeye başladık. Saatler ağırca ilerliyordu. Aklımıza ilk gelen şey, Lazkiye oldu. Antakya’dan haberimiz bile yoktu. Lazkiye’de nelerin olduğunu sorduğumda acı haber suratımıza tokat gibi yerleşti. Genç gelinimiz ve iki çocuğundan haber alınamıyordu. Hemen arabamızı Lazkiye’ye yönlendirerek yola çıktık. Hiçbir şeyin farkında değildik daha. Antakya’da neler olmuştu, hiç bilmiyorduk.
Lazkiye’ye yarım saat sonra vardık. 45 km. mesafeyi hızla almıştık. Gelinimizin yaşadığı binaya vardığımızda, tüm tanıdıklarımız da oradaydı. Herkes genç gelinim ve çocukları için inliyor, çırpınıyor ve kurtarma aletlerini yıkıntıya sevk ediyordu. Kendi yaşadığım yeri ziyaret edip herkesin iyi olduğunu gördükten sonra tekrardan gelinimin yaşadığı binaya yöneldim. Yarım saat sonra kurtarma aletlerinin çabasıyla gelinim ve iki torunumun bulunduğu yere yaklaşmıştık. Umutla bekliyorduk ama hain deprem umutlarımıza yer tanımadı. Cesetleri kaldırdık, hüzün doluydu günümüz. Tüm akrabalarımız oradaydı, herkes hüngür hüngür ağlıyordu. Saç baş yolanlar vardı. Acımasızca yıkılmıştı tüm ümitlerimiz. Bu saate kadar da Antakya’dan haberimiz yine yoktu. Antakya bizim için tarihti, yıkılması mümkün olmayan bir dev eserdi.
Deprem çok geniş bir alanda olmuştu. Suriye’de Halep, Humus, Hama ve Lazkiye’yi amansızca yıkmıştı. Devlet, bu güç koşullarda sınırlı imkanlarla kurtarma faaliyetlerine yönelmişti. Bu yıkıcı sarsıntı, bu amansız kıyım hiç kimseyi beklemeden yıkıp yakıyordu. Haberler yavaş yavaş elimize ulaştığında depremin Antakya’yı ne kadar sarstığını anlamaya başlıyorduk. Gün aydınlandıkça elimize yeni bilgiler gelmeye başlamıştı. Antakya yıkımın en kötüsü, zulmün en amansızına eli kolu bağlı girmişti.
Ben öncelikle yakın tanıdıklarımın, akrabalarımın bu depremde nelere uğradığını ve nerde olduklarını öğrenmeye yöneldim. Aldığım ilk bilgiler, şaşkınlığı üzerinden atamamış, yılgın haliyle ne yapacağını bilmeden çırpınıp duran ruh halleriyle karşıma çıkmıştı. “Öldük” diyordu, “mahfolduk, yandık, perişan hallere sürüklendik” diye bağrışan kızkardeşimin sakin olmasını ve durumu bana aktarmasını istedim. “Bilmiyorum, ne anlatayım bilemiyorum. Antakya yıkıldı, Antakya mahfoldu. Biz de onunla mahfolduk“ diyerek kanlı gözyaşlarını döküyordu.
Yakınlarımın birçoğu ölüydü. Kimi sorduysam ölüydü. Antakya’da artık sorduğum hiç kimse yaşamıyordu. İnsanlar ölüydü. Tarihi yapılardan ünlü Ortodoks kilisesi, o da ölüler arasındaydı. Çan kulesi ve bina olduğu gibi yerlerde, paramparça olmuştu. 1000 yıllıktı. Ölümsüz olduğuna inandığım bu kilise artık yaşamıyordu. Ardından Habib el Naccar camisini sordum, onun da her bir taş parçası değişik yerlere savrulmuş, tam anlamıyla yıkılmıştı. Antakya Lisesi, Sanat Okulu, ünlü Hatay Meclisi ve diğer tüm yapılar yıkılmıştı. Bu ünlü yapıların yıkıldığı bir ortamda diri bir tek şey kalmamıştı. Bir tarafta insanlar diğer tarafta ise tarihi binaların tümü yerle bir olmuştu. Affan, Dörtayak, Armutlu ve diğer mahalleleri sordum, tümü yerle bir olmuş, insanları da ölmüştü.
Antakya “hakkın rahmetine kavuşmuştu”. Ne tarihi ne de sıradan bir tek bina bile yaşamıyordu. Burada Antakya ile Lazkiye kader birliği içinde yerle bir olmuştu. Maraş, Malatya gibi Halep, Humus, Hama ve bunlara bağlı ilçeler de yerle bir olmuştu. İnsan iradesi dışında vuku bulan bu cehenneme söylenecek pek bir şey yoktu. Ama devlet bu cehenneme karşı nerede duruyordu? Ordu neredeydi, kurtarma ekipleri ve diğer sosyal yardım kuruluşları hangi boyutta bu cehenneme karşı duruş sergiliyordu? O gün hiç kimse bir taşı kaldıracak çaba içinde değildi, sanki devlet ve diğer kuruluşlar ölmüştü. Suriye’de devlet ve kurtarma ekipleri dört bir yana koştururken Türkiye’de devlet hiçbir şey yapmıyordu. İnsanlar o taş yığınları altında ölürken devlet seyrediyordu. Türk ordusu seyrediyordu. Hırsızlar her tarafı kovalarken, ordu günler geçtikçe yerinden bile kalkmıyordu. Bu felaket anında her şey çok belirgin hale gelmişti. Bu devlet, halkın düşmanıydı. Bu devlet ordusuyla sözde koruma ve kollama görevi yapıyordu ama bu halkın can çekişmesine seyirciydi.
Antakya’nın ünlü Roma köprüsü, İmparator Diocletianus’un (d:245- ö:312) ölümsüz eserinden bir taş bile yerinden oynamamıştı! Dev bedeni tüm yalnızlığına ve terk edilmişliğine rağmen, son anına kadar teslim olmayacağını gösteriyor gibiydi. Ama köprü uygarlığa karşı savaş veren güçlerce yıkılmıştı. İşte bu güçlerin devleti, bu kez yıkılan harap edilen taş bina ve insanın acımasız haykırışını seyrediyordu.
Antakya yeniden yeşerecektir. Tarihte olan depremleri nasıl sildiyse bunu da silecektir. Devletler değişir, yıkılır gider ama uygarlık asla ölmez. Bu ölümsüz uygarlık Antakya’yı temsil etmektedir. Dinlerin ve etnik çeşitliliğiyle uygarlığın yarattığı Antakya, kendi küllerinden kendini yeniden yapılandırarak tarihsel yürüyüşüne devam edecektir. Bizler de birer insan olarak bu yürüyüşün destekçisi ve yapılandırıcısı olarak yerlerimizi almaya devam edeceğiz.