Ekolojik talanı özsavunmayla durdurabiliriz

Dosya Haberleri —

Türk ordusunun saldırılarına karşı Rojava'da tarlasını koruyan bir kadın/foto:AFP

Türk ordusunun saldırılarına karşı Rojava'da tarlasını koruyan bir kadın/foto:AFP

KCK Ekoloji Komitesi üyesi Arjîn Rozerîn 5 Haziran Dünya Ekoloji Günü vesilesiyle sorularımızı yanıtladı:

  • İklim krizinde temel sorun, bu krizden sorumlu egemen güçler ve ulus devlet yöneticilerin umursamaz tutumları ve çıkarlarından ödün vermemeleridir. Geleceğimiz dünya nüfusunun azınlığını oluşturan bu güçler ve destekledikleri birkaç şirketin çıkarlarına kurban ediliyor. Son yıllarda açıklanan iklim raporları da bunu ortaya koyuyor.
  • AKP iktidarı döneminde ekolojik kırım en üst düzeyde yaşandı. AKP’nin Kürt soykırımını esas alan faşizan düşmanca zihniyeti bir bütünen Kurdistan coğrafyasına karşı yürütülen politikalara da sirayet etti. Ekolojik alanda tam anlamıyla bir darbe yaşanıyor. Ekolojik talanın büyük bir bölümü “kamu yararı” adı altında yapılıyor.
  • Çözüm her zaman olduğu gibi örgütlü, bilinçli bir mücadeleyle mümkün. Ekolojik kırım yaşam hakkına saldırı olduğuna göre, bu sadece ekolojistlerin, ekoloji hareketlerinin yürüteceği bir mücadele olamaz. En yalın haliyle, özsavunma çerçevesinde dahi ele aldığımızda yaşamımızı savunmak zorundayız. Bu konuda herkesin rol oynaması gerekiyor.

REWŞAN DENİZ

Ekolojik açıdan karşılaştığımız tablo maalesef iç açıcı değil. Bir yandan küresel ısınma ile doğal yaşam tehlike altındayken bir yandan da kapitalist modernite ile doğal yaşam alanları sermayeye açılıyor. Gün geçtikçe doğaya karşı hoyrat yaklaşımların bedelini daha ağır ödüyoruz. Kapitalist modernitenin gelişimine paralel olarak son 300 yıl içinde ekolojik ve toplumsal yıkım şiddetlendi. Yaşam denilince aklımıza gelecek her şeyde bozulma, kırım, tüketim ve sınırsız bir talan var. Sular tekelleştirildi, ormanlar yakılıyor, “kalkınma” adı altında sürdürülen tüketim için hava kirletiliyor, insanın en temel besin ihtiyacını karşılayan tarım yok ediliyor. Daha birkaç yıl önce iklim krizinde felaket senaryoları olarak dile getirilen etkileri yaşıyoruz. Bunun sonucu olarak geçtiğimiz yıl iklim krizi “ekolojik felaket” olarak tanımlanmaya başlandı. Felaket düzeyine ulaşan krizin telafi edilemeyecek ciddi yıkımı var. Ve en vahim durum da bunu önlemek için halen adım atılmamış olması. Sadece diğer canlı türleri değil, insan da ciddi tehlike altında. İnsan kendi sonunu hazırlıyor. Karbon emisyonları yükseldikçe ekolojik felaketin göstergesi olan küresel ısınma, buzulların erimesi ve seller de artıyor. İklim değişiminin etkileri giderek daha bariz yaşanıyor. Buna bağlı göçler arttı, insanlar yaşadıkları mekanları terk etmek zorunda kalıyor. 5 Haziran 1972’den bugüne Dünya Ekoloji Günü olarak kutlanıyor. Biz de konuyu KCK Ekoloji Komitesi üyesi Arjîn Rozerîn ile konuştuk.

İklim krizi nedeniyle doğal yaşam alanları tehlike altında. Sizce kapitalist modernite ve uygulamalarının ekolojik yıkımın sonuçlarındaki payı nedir?

Elbette insanlığın başına bela edilen savaşların ve nice kötülüklerin sorumlusu oldukları gibi yaşadığımız ekolojik felaketin sorumlusu da kapitalist modernitenin egemen güçleri. Ekolojik tahribat günümüze kadar sürekli bir iktidar aracı olarak kullanıldı. İktidar için gerçekleşen her savaşta doğa da katledildi. İşgallerden sonra ilk icraatlardan biri doğa katliamı oldu. Gilgameş destanında kesilen ağaçlar günümüze kadar uzanan iktidar zihniyetinin yansıması. Asurlular da işgal ettikleri yerlerde ormanları katletti. ABD Vietnam savaşında bunu teknolojiyi de kullanarak daha yıkıcı biçimde gerçekleştirdi. Son örneklerini de bugün Türk devletinin tüm Kurdistan’daki uygulamalarından görüyoruz.

İklim krizinde temel sorun, bu krizden sorumlu egemen güçler ve ulus devlet yöneticilerin umursamaz tutumları ve çıkarlarından ödün vermemeleridir. Geleceğimiz dünya nüfusunun azınlığını oluşturan bu güçler ve destekledikleri birkaç şirketin çıkarlarına kurban ediliyor. Son yıllarda açıklanan iklim raporları da bunu ortaya koyuyor. Dünyanın tüm ekosistemi yüzde bir gibi bir azınlığın çıkarları, refahı için yok ediliyor. Kapitalist modernitenin lanse ettiği biçimde “kalkınma” adı altında ekolojik yıkım yapılmak zorunda değil. Kaldı ki kapitalist sistemin kalkınması özünde onu ayakta tutan tüketim için doğanın talanı, yok edilmesidir. Bu kalkınmanın insanlığa getirdiği doğadan koparılan insan, şehirlerde köle şartlarını aratmayacak işçilikle birlikte yoksulluk, göç ve doğaya, insana dayatılan zulüm ve yeni kötülükler oldu.

Kurdistan, Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri olarak son yıllarda kapitalist sistemin tekelci uygulamalarıyla daha şiddetli biçimde karşılaştık. Bugün yaşanan ekolojik kırım uygulamaları daha önce dünyanın diğer coğrafyalarında denendi. Bu politikaların uygulandığı diğer ülkelere bakarak bizi bekleyen karanlık tabloyu görmek zor değil. İktidarların desteklediği birkaç dev şirketin eliyle tekelleşme tüm dünyada ekolojik talan politikalarıyla yaygınlaşıyor. Halkın olanı halktan çalan bu gasp sonucunda yerleşik tarım bitiriliyor, suya, toprağa el konuluyor ve bunun sonraki adımı susuzluk, kuraklık, yoksulluk ve göç oluyor. Burada amaç, kapitalist sisteme muhtaç olmadan yaşamını idame edebilen insanları da her şeyiyle sisteme bağımlı hale getirmek.

 

 

Ekolojide kriz halinin aşılması, bu durumun düzeltilebilmesi için öncelikle hangi adımların atılması gerekiyor?

Küresel ısınma 1824 yılında öngörüldü, 1979 yılında gerçekleşen ilk iklim konferansı ardından çok sayıda uluslararası buluşma gerçekleşti. Bugüne kadar düzenlenen Taraflar Konferansı COP’un sayısı dahi geçtiğimiz yıl 28’e ulaştı. Fakat verilen sözler tutulmuş değil. Alınan kararlar özellikle de ABD ve sağ iktidarlar tarafınan reddediliyor. Bu krizi yaratanların umursamazlığı yeni sorunlara yol açtı. Bu nedenle iklim krizinde neredeyse hiçbir önlem alınmaması durumunda gerçekleşmesi öngörülen sonuçları yaşıyoruz. Bugüne kadarki iklim görüşmelerinin çoğuna da ulus devlet yetkililerinin yer aldığı BM öncülük etti. Dolayısıyla ekolojik sorunların tartışıldığı en üst düzeydeki merci olan BM çözümden olduğu kadar, iklim krizinin bu düzeye ulaşması ve ortaya çıkan sonuçlarından da sorumlu.

Bir taraftan hızla yayılan 3. Dünya Savaşı, nükleer santrallerin inşası, katlanarak artan silah üretimi, iktidarın desteklediği dev şirketlerin rantı için eko-kırım sınırsızca sürdürülürken iklim krizinin temel nedeni olarak bunun mağduru toplumu işaret etmek de kamuoyunu yanıltma, sorumluluktan kaçma amacı taşıyor. Şu an düzeltilmesinden söz edebiliyor olsak da bu kıyımın devam etmesi durumunda sadece birkaç yıl içinde geri dönüşü mümkün olmayan bir evreye ulaşılabilir. Düzeltme şansımızı da yitirmek üzereyiz.

Bizi bekleyen bu tehlike karşısında yeterince duyarlılık var mı? Toplumsal olarak sorumluluk, ekolojik bilinç ve mücadele düzeyini nasıl buluyorsunuz?

Ekoloji, yaşamın tüm alanı ve bilim dallarıyla ilişkili. Kapsadığı alan oldukça geniş. Genel çevreci algıyı aşıyor. Rêber Apo da en temel ideolojik bilinç formu olarak tanımlıyor. Dünyada ekolojik hareketlerin 1960’lardan bu yana uzun yıllara dayanan bir geçmişi de var. Son yıllarda krizin sonuçları hissedildikçe ekolojik duyarlılık artıyor. Fakat kapitalist uygarlık ve ulus-devlet sistem gerçekliği yeterince irdelenmediği için yaşanan soruna denk alternatif bir mücadelenin gelişiminde yetersiz kalınıyor. Ekolojik kırımın temel sorumlusu kapitalist sistem olduğuna göre, sistem sınırlarında yürütülen marjinal, elit bir mücadelenin bu sorunlara çözüm getirmesi düşünülemez. Hepimiz bizim irademiz dışında geliştirilen ve her türlü kararın alındığı ekolojik yağmanın mağduruyuz. Bu nedenle ekolojik mücadele ekolojik hareketlere havale edeceğimiz dar sınırlarda yürütülecek bir mücadele değil. Şu ana kadar en büyük yanılgılardan biri de bu konuda yaşandı. Hatta Kurdistan için de bu anlayışın Heskif’i kaybetmemizde payı olduğu görülmeli. Aksine ekolojik mücadele tamamen toplumsal bir halk mücadelesi olarak yürütülmeli. Bugün eko-kırıma en çok maruz kalan yanıbaşındaki ormanını, tarlasını, merasını, su içtiği deresini kaybeden halktır. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye ve Kurdistan’da da ekolojik mücadele kitleselleşmeli, halkı kapsamalı. Bu başarıldığı oranda ekolojik mücadelede sonuç alıcı adımlar atılabilir. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye kentlerinde doğa katliamına karşı yapılan eylemler yine son olarak Colemerg’de Marunîs köyünde gerçekleştirilen eylem yürütülmesi gereken bu mücadelenin başlangıcı için oldukça değerli adımlar. Fakat doğaya, yaşama el uzatılan her yerde bu tepkinin gelişmesi gerekiyor. Bu talan her yerde devreye konulduğuna göre herkes yaşamını savunmalı. Türkiye ve Kurdistan’ın dört bir yanında hiç kimse bu talana sessiz kalmamalı.

Özgürlük mücadelesinin geldiği düzey, Kürt halkındaki bilinç ve kadın özgürlük hareketindeki gelişime oranla ekolojik mücadele yetersiz. Yaşamımızı korumak için bu kırımı önleyecek bilinci oluşturmak ve harekete geçmek zorundayız. Bu bilincin oluşması demek, eko-kırım planın olduğu her yerde ortak refleks göstermek, mücadeleyi örgütlemek ve bu saldırılara izin vermemektir. Şu ana kadar Kurdistan’da bu adımlar atılmadı. Hatta tarihi mekanımız Heskif, Zeugma ve Geliyê Godernê için dahi bu yapılamadı.

 

 

AKP iktidarında uygulanan politikaların ekoloji açısından sonuçları ne oldu?

AKP iktidarı döneminde ekolojik kırım en üst düzeyde yaşandı. AKP’nin Kürt soykırımını esas alan faşizan düşmanca zihniyeti bir bütünen Kurdistan coğrafyasına karşı yürütülen politikalara da sirayet etti. Ekolojik alanda tam anlamıyla bir darbe yaşanıyor. Özellikle 2023 seçimlerden sonra bu daha da boyutlandı. 2024 yılı seçimlerindeki yenilgisi ardından önümüzdeki 4 yılın son iktidar dönemi olabileceği telaşıyla ekolojik kırım kat be kat artırılmak isteniyor. Hükümetin açıklamalarında da bu itiraf ediliyor. Su, madencilik, ormanlar, enerji santralleri konusunda çıkarılıp resmi gazetede yayınlanan yeni kararlarla bu kırıma sınırsız izin verildi. Yeni yönetmelikle içme suyunun sağlandığı havzalar dahi maden, sanayi tesisleri ve toplu konutlara açıldı. Tüm yönetmelik değişimleri halkın aleyhine ve tekelci şirketlerin lehine oldu. Aslında madencilik alanındaki veriler AKP dönemindeki ekolojik tahribatı net olarak ortaya koyuyor. Örneğin, Türk devletinin kurulduğu 1923 yılından 2002 yılına kadarki 80 yılda sadece bin 186 maden ruhsatı verilirken, AKP’nin iktidarda olduğu 2008-2023 yılı arasındaki 15 yıllık süreçte bu sayı 386 bini aştı. AKP iktidarı döneminde Kurdistan ve Türkiye arazisinin yüzde 60’ı madencilik alanı biçiminde belirlendi. 2024 yılının ilk 3 ayında çoğunluğu Kurdistan’da olmak üzere 372 maden projesine onay verildi. Sadece bu veriler dahi AKP iktidarı döneminde sürdürülen eko-kırımın boyutunu göstermeye yetiyor.

Ekolojik talanın büyük bir bölümü “kamu yararı” adı altında yapılıyor. Oysa hiçbir maden ağaçtan, ormandan daha değerli değildir. Özellikle de ekolojik krizle boğuştuğumuz günümüzde ormandan daha önemli ne olabilir? Cudi, Akbelen, Karadeniz ve İliç’te olduğu gibi uğruna nice ormanların heba edildiği altın ve kömür madenleri geleceğimizi kurtarabilir mi? Kaldı ki şu an sanayinin 250 yıllık ihtiyacını karşılayacak altın var ve tonlarca altın da ziynet eşyası olarak kullanılıyor.

Son dönemde yenilenebilir enerji projeleri adıyla çok sayıda GES ve RES inşa edilmeye başlandı. Bu enerji santralleri belirtildiği gibi ekolojik mi? Niçin daha çok Kürdistan’da kuruluyor? Bu uygulamanın Kürt halkı ve ekoloji açısından bedeli nedir?

Bu konuda kamuoyu oldukça yanıltılıyor. “Enerjinin altın çağı”, “yenilenebilir enerji”, “temiz enerji” olarak lanse edilen RES (Rüzgar Enerji Santralleri) ve GES (Güneş Enerji Santralleri) AKP iktidarının yağmayı, işgali ve özellikle Kürdistan’a yönelik özel savaş politikalarını derinleştirmek amacıyla uygulamaya koyduğu bir plan. AKP iktidarı “temiz enerji” söylemini bu kirli planları için paravan olarak kullanıyor. Riha, Wêranşar, Wan, Amed ile başlatılan bu işgal Şirnex, Dersim, Xarpêt, Mêrdîn, Agirî, Meletî, Semsûr ile sürdürüldü ve Botan’dan Serhat’a, köyden kente Kurdistan’ın tümüne yayılmak isteniyor. GES tarlaları denilen bu işgal düşünüldüğünden çok daha büyük çapta ve Kurdistan’ın geleceği için en büyük tehlikelerden birini oluşturuyor. Bu talan planına göre milyonlarca metrekarelik tarım arazilerine milyonlarca panel kurulacak. Bu plan lokal değil ve tam anlamıyla yeni bir işgal projesi olarak devreye konuluyor. Binlerce, onbinlerce hektarlık en verimli tarım arazilerinden meralara, köylere, yerleşim yerlerine kadar tüm alanları kapsıyor. Barajlar “güvenlik” gerekçeleriyle, Kurdistan coğrafyasının bütünlüğünü bozmak, parçalamak amacıyla inşa ediliyor. GES’ler ise aynı işlev ve amaçla fakat bu kez “temiz enerji” yalanıyla kuruluyor. Bununla yerleşim yerleri kuşatmaya alınarak yaşam imkanlarının yok edilmesi planlanıyor. Bu nedenle santrallerin kurulması için en verimli tarım arazileri, meralar, ormanlar işgal ediliyor. Aslında baraj sularının ulaşamadığı ya da baraj suları ile yok edilemeyen yerleşim yerleri ve tarım arazilerinin “temiz enerji” adı altında GES ve RES talanıyla işgal edilmesi hedefleniyor. 1990’lı yıllarda Kürdistan köylerini ateşe veren özel savaş planının yeni, “modern” versiyonuyla karşı karşıyayız. Köyleri yakan uygulamalardan daha yakıcı, yıkıcı, kirli ve sinsi bir yağmayla karşı karşıyayız. En trajik olan ise bunun ekolojik olarak lanse edilmesi. Bu santraller toplum ve doğa için yıkımı getiriyor. GES’lerde kullanılan lityum gibi elementler madencilikte 10 kat artışa neden olacak. Kurulumundaki işgalle birlikte üretiminde de doğada ciddi tahribata yol açıyor. Ayrıca enerji ihtiyacı adı altında yapılıyor olsa da üretilen elektrik kapasitesinin sadece üçte biri kullanılan Türkiye’de buna ihtiyaç yok. Bu santrallerde üretilen enerji şirketlerin kar sağlaması amacıyla depolanıyor. Halkın tarım arazilerine el koyup Kurdistan coğrafyasının işgali amaçlanıyor. Kurdistan’ın içten parçalanarak kuşatılması, yaşanmaz hale getirilip insansızlaştırılması planlandığı için “temiz enerji” yerine Kurdistan’ın insandan temizlenmesi için devreye konulan bir özel savaş harekatı olarak tanımlamak daha gerçekçi olabilir.

Tüm dünyanın geleceğini etkileyen bu kırım nasıl önlenebilir? Ekolojik paradigmaya sahip bir hareket olarak bu konuda kendinize nasıl bir rol biçiyorsunuz?

Dile getirilen ekolojik sorunlar karşısında Kürt Özgürlük Hareketi olarak ekolojik paradigmaya sahip olmamızın bize yüklediği sorumluluklar var. Şu an için bunu yeterince yerine getirememiş olmanın ağırlığını yaşıyoruz. Belirttiğimiz gibi, paradigmamızın ekolojik içeriğinin pratikleşmesinde eksik kaldığımız bir gerçek. Kurdistan ve dünyada derinleşen ekolojik kırıma rağmen bu konudaki duyarlılık ve ekolojik bilinç henüz yeterince oluşabilmiş değil. Mücadelemizi paradigması gibi ekolojik kılmak için bunu geliştirmekten de sorumluyuz. Bu gecikmenin telafisi için daha hızlı ve daha etkin hareket etmemiz gerektiğinin farkındayız. Çözüm hedeflerimiz de buna denk olmalı. Paradigmamızın sunduğu ideolojik derinlik ve halk gücü birleştirilerek mevcut potansiyel değerlendirilirse bugün ihtiyaç duyduğumuz alternatif, radikal ve toplumsal bir ekolojik mücadeleyi geliştirebiliriz. Çözüm her zaman olduğu gibi örgütlü, bilinçli bir mücadeleyle mümkün. Ekolojik kırım yaşam hakkına saldırı olduğuna göre, bu sadece ekolojistlerin, ekoloji hareketlerinin yürüteceği bir mücadele olamaz. En yalın haliyle, özsavunma çerçevesinde dahi ele aldığımızda yaşamımızı savunmak zorundayız. Her birey yaşamı, toprağını, suyunu, havasını korumak için harekete geçerse elbette bu gidişatı durdurabilir ve başarabiliriz. Bu konuda herkesin rol oynaması gerekiyor.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.