Kurdistan’daki tahribat çölleşmeden ağır
Dosya Haberleri —
- Türkiye ve Kurdistan'daki kuraklık ve çölleşme hızının ülkedeki iktidar politikaları ile uluslararası kapitalist sistem arasındaki ilişkiyle bağlantısını dikkat çeken Polen Ekoloji Aktivisti Cemil Aksu, “İklim krizi Saray’da farklı kulübelerde farklı yaşanır” dedi.
- Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nden Derya Akyol, “Kurdistan’da yapılan barajlar temelinde siyasi nedenler barındırıyor. ‘Güvenlik barajları’ Fırat ve Dicle nehirlerini adeta işgal etti. Eko-kırımın Kurdistan’da farklı yürütülmesi de savaşın farklı bir tezahürü olarak ortaya çıkıyor” dedi.
- DEM Parti Ekoloji Komisyonu Eşsözcüsü Melis Tantan ise, "İktidar, her konuda olduğu gibi krizi fırsata çevirerek yeşil yıkamacı politikaları hayata geçirmeye çalışıyor. Dört parça Kurdistan’ın doğasına yönelik bir imha uygulandı" ifadelerini kullandı.
MIHEME PORGEBOL
Küresel iklim krizinin yeryüzündeki en büyük tahribatların başında kuşkusuz ki kuraklık ve çölleşme geliyor. Telafisi en güç tahribatlardan biri olan çölleşme ve kuraklığa karşı Birleşmiş Milletler tarafından 17 Haziran 1994’te Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi imzaya açıldı. Bu nedenle yılın bu günü küresel ölçekte Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü olarak kutlanıyor. Ancak 1996 yılında yürürlüğe girebilen Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi’ne Türkiye ise 1998 yılından itibaren taraf. Ne var ki artık yeryüzünün gerçek sorunlarına karşı yazılı kağıtlardan ibaret olan uluslararası sözleşmeler, yaşam barındırdığı bilinen tek gezegen olan dünyanın ölümüne götüren çölleşmeye karşı da iki yüzlü. Kurdistan ve Türkiye'deki kuraklığı ve çölleşmeyi Polen Ekoloji Aktivisti Cemil Aksu, Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nden Derya Akyol ve DEM Parti Ekoloji Komisyonu Eşsözcüsü Melis Tantan ile konuştuk.
Kuraklık gittikçe artıyor
“Doğal bir olayın toplumsal bir sorun oluşturması, toplumsal sistemin bazı kurallar, ilişkiler bütünü olmasından ileri gelir” diyen Polen Ekoloji Aktivisti Cemil Aksu, bu konuda çölleşmenin yoğun yaşandığı coğrafyalara bakmak gerektiğini hatırlatıyor. Aksu, kuraklığın en fazla yaşandığı coğrafyaların emperyalist kapitalist ülkelerin sömürüsüne en fazla maruz kalan bölgeler olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Kuraklıkla ilgili birbiriyle doğrulsal olmayan bağlantılara sahip ama zamansal olarak farklı düzeylerden bahsedilir. Meteorolojik, tarımsal, hidrolojik kuraklık.
* Meteorolojik kuraklık, bir bölgenin normalden uzun bir süre ortalamaların altında yağış alması ve yüksek sıcaklıklar, hızını artıran rüzgar, düşük atmosferik nem miktarı ve az bulutlulukla birlikte artan buharlaşmadan kaynaklanır. Meteorolojik kuraklığın uzun sürmesi tarımsal kuraklığa neden olur.
* Tarımsal kuraklık, toprağın içindeki nemin azalmasıdır. Bunda meteorolojik kuraklığın etkileri olabileceği gibi endüstriyel tarım da rol oynayabilir. Ölçeğinde en fazla verimi almaya odaklanan endüstriyel kapitalist tarım, toprağın daha derin kazılması, su bazlı ürün deseni, yanlış sulama, gibi nedenlerden dolayı da toprağın nemini kaybetmesine neden olabilir.
* Hidrolojik kuraklık ise nehirlerin akış miktarı, bunun yanısıra barajların, göllerin ve yer altı sularının seviyelerindeki düşüş olarak tanımlanıyor. Bunda da meteorolojik kuraklığın dışında ya da yanı sıra mevcut su varlıklarının sanayi, tarım ya da enerji için kullanılmasının da payı vardır. Orta Anadolu’da oluşan obruklar, kuruyan göller vb. bunun örnekleridir. Kuraklığın etkisi gittikçe artan bir sorun haline gelmesi, esas olarak toplumsal nedenlerden dolayıdır. Bunun altını çizmek gerekir. Ormansızlaşma, kimyasal kirlilik, meta üretimi ve bunun için yapılan ekstraktif faaliyetler, endüstriyel tarım… Bu nedenlerden dolayı kuraklığın şiddeti, ölçeği ve süresi değişim gösteriyor.”
Türkiye için 2041 yılı kritik
Aksu, Türkiye’deki kısa, orta ve uzun vadedeki kuraklık ölçeğini inceleyen araştırmalara dayanarak 2041 yılından sonra kurak iklim koşullarının tüm Türkiye’de artacağını söylüyor. En fazla kuraklık artışı ise Orta Anadolu, Kuzey Kurdistan ve Doğu Akdeniz’in belli bölgelerinde yaşanacak. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM) 2023 yılına ait Standart Yağış İndeksi Metoduna göre yaptığı 12 aylık (Ocak-Aralık 2023) meteorolojik kuraklık haritasına göre ise Marmara Bölgesi’nde Edirne (Uzunköprü), Ege Bölgesi’nde Muğla (Köyceğiz, Bodrum ve Marmaris), Akdeniz Bölgesi’nde Antalya (Elmalı, Finike, Alanya, Manavgat ve Gazipaşa), Mersin, Adana (Yumurtalık ve Kozan), Antakya, Osmaniye, İç Anadolu Bölgesi’nde Karaman, Konya (Çumra ve Hadim), Kurdistan Bölgesi’nde de Mereş, Wan (Erdiş ve Elbak), Êlih, Mêrdîn, Sert, Şirnex (Cizrî) ve çevrelerinde değişen şiddetlerde meteorolojik kuraklık etkili olduğu tespit edildi. Aksu, MGM’nin bu meteorolojik kuraklık haritasına örneğin endüstriyle tarım (Edirne, Konya), madencilik gibi ekstraktif faaliyetler haritalarını birleştirmek gerektiğini söylüyor: “O zaman meteorolojik kuraklığın şiddeti, ölçeği ve süresindeki değişimin toplumsal nedenleri belirgin hal alır.”
Saray’da farklı, kulübelerde farklı
Türkiye ve Kurdistan'daki kuraklık ve çölleşme hızının ülkedeki iktidar politikaları ile uluslararası kapitalist sistem arasındaki ilişkiyle bağlantısını sorduğumuz Aksu, “Ekolojik sorunlar toplumda var olan sınıfsal pozisyonlar ve sınıf içi pozisyonlara göre farklı şekilde ele alınıyor. İklim krizi ya da kimyasal kirlilik işçiler için ayrı kapitalistler için ayrı anlama geliyor. Keza farklı sektörlerdeki kapitalistler de -örneğin BP, Shell gibi petrol şirketleri ile elektrikli otomotiv ya da yenilenebilir enerji şirketleri- rekabet kurallarına göre meseleye farklı yaklaşıyor. İşçiler, ezilenler için kriz olan şey, kapitalistler için fırsat oluyor. İklim krizi Saray’da farklı kulübelerde farklı yaşanır” ifadeleriyle AKP’nin 22 yıllık iktidarında en fazla mesai harcadığı alanlardan birinin de çevre koruma ile ilgili her türlü ulusal ve uluslararası hukukun lağvedilmesi olduğunu vurguluyor.
Aksu, “Kuşkusuz bunda emperyalist dev tekellerin de payı var. Türk burjuvazisi hala emperyalist tekellere bağımlı bir sınıf. Bu nedenle onların yatırım alanlarını, konularını, pazarlarını bu tekeller belirliyor. Fakat mesele emperyalist dayatmalar olarak, dış güçlerin oyunu olarak ele alınamaz. Ki artık çağımızda emperyalist ilişkileri belirleyen temel faktör mali bağımlılıktır. Yani bu tekeller sermaye transferleri, krediler, telif ve lisans anlaşmaları ve tabii ki askeri üstünlük ile sağlanıyor. Yaşanan gelişmeler Türk burjuvazisinin sermaye birikimi stratejisinin ihtiyaçları doğrultusunda yaşanmaktadır. AKP’nin de bu stratejiden bağımsız bir işlevi yoktur. En fazla bu stratejide bazı sermaye gruplarına daha fazla kaynak sağlamaktadır ama netice bütün Türk burjuvaları AKP’den fazlasıyla razı” dedi.
Barajlar kuraklık getiriyor
Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nden Derya Akyol da çölleşmenin iktidarlar ve sermayeyle ilişkisine dikkat çekiyor. Doğal varlıkların savaş argümanına dönüştürülmesi ve sermaye odaklarına meta olarak üretilmesi nedeniyle ‘kalkınma’ ve ‘sürdürülebilirliğin’ sonucu olarak talan edilmeyen alan kalmadığını söyleyen Akyol, suyun tahakküm altına alınması ve tekelleştirilmesini metalaştırmanın en kirli yüzü olarak tanımlıyor ve kuraklığın bu tahakkümle ilişkisine dikkat çekiyor. Buradan yönünü Kurdistan’a çeviren Akyol, suyun tahakkümü bağlamında “Kurdistan’da yapılan barajlar temelinde siyasi nedenler barındırıyor. Bahsettiğimiz ‘güvenlik barajları’ Fırat ve Dicle nehirlerini adeta işgal etti. Barajlar geniş bir kütlede suyu biriktirdiği için göl yüzeyi üzerinden geçen hava kütlesi ile su tabakası arasında, sıcaklık ve nem farkından dolayı sürekli bir ısı ve kütle transferinin olması, bu nedenle de bir iklim değişiminin söz konusu olduğu söylenebilir. Keban ve Atatürk barajı etrafında yapılan araştırmalarda özellikle 2005 sonrasında; sıcaklıklarda artış, karlı gün sayısının ve karın yerde kalma süresinde azalma olduğu gözlemlenmiştir. Dolayısıyla barajların etki ettiği havzada kuraklığın daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Sulama ihtiyacı sloganıyla inşa edilen GAP kapsamındaki barajlarda; tarım arazilerine ne yazık ki su verilmemektedir. Barajlarda biriken suların bölgenin su ihtiyacına yönelik olmadığı da mevcut pratiklerde görülmektedir. Kuraklık nedeniyle yeraltı su varlıklarındaki ciddi azalış söz konusu olduğundan tarımsal üretimin durma noktasına gelmesi de bir tehdit olarak önümüzde durmaktadır” şeklinde değerlendirmede bulundu.
Her şey gibi kuraklık da savaşla ilgili
Kurdistan’daki ekolojik kırımı “Egemenler tarafından Kurdistan’ın toprağına, suyuna, yeraltı ve yer üstü varlıklarına, havasına açık bir saldırı söz konusudur” sözleriyle tanımlayan Akyol, “Eko-kırımın Kurdistan’da farklı yürütülmesi de savaşın farklı bir tezahürü olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’de sermaye ve rant odaklı tasarlanan ve gerçekleştirilen projeler Kurdistan’da askeri yönü ile ön plana çıkıyor. Keza yapılan barajların literatüre ‘Güvenlik Barajı’ olarak geçmesi açık kanıt olarak önümüzde duruyor. Ekolojik kırımlar Kurdistan’da rantın yanında bir özel savaş yöntemi denemeleridir. Barajlar, maden sahaları, ormanların varlığına dönük saldırılar; kültürü, tarihi varlıkları, geçim kaynağını yok etmeye dönük sistematik yok etmelerdir. Yürütülen tarım politikalarının dışında Kurdistan’da özel savaş politikalarının da etkileri ile tarımsal üretim bitirilmeye çalışılıyor. Kurdistan topraklarının her ne kadar tarihsel süreç içerisinde en verimli tarım arazileri olduğu bilinse de su varlıklarının azlığı bölgede üretimi ciddi oranda etkiledi. Yer altı su varlıklarından yararlanarak yürütülen tarımsal faaliyet, yer altından kuyularla çıkarılmaktadır. Urfa ve Mardin ovalarında 10-20 metrelerden çıkarılan su şimdilerde 200 metreye kadar ulaştı ve bu da ciddi bir enerji ihtiyacını beraberinde getiriyor. Kurdistan’da yaşayanların bildiği yaşamayanların da sıkça basında rastladığı üzere enerjinin ve suyun sahibi gibi hareket eden DEDAŞ, çiftçilere zulmeden bir yerde duruyor. Sıklıkla çiftçilere çıkarılan yüksek faturalar nedeniyle DEDAŞ ve çiftçiler karşı karşıya geliyor. Mevcut ekonomik koşullar, tarım politikaları ve özel savaş uygulamaları nedeniyle ödeme yapamayacak haldeki çiftçiler borçlandırılıyor ya da icra tehdidi altında kalıyor. Yani mevcut tarım politikaları çiftçiyi ve geleneksel tarımı bitiren, endüstriyel tarımı dayatan şekilde işliyor” dedi. Akyol, bütün bunların Kurdistan’daki kuraklık ve çölleşme üzerindeki büyük etkisine dikkat çekti.
* * *
Doğa bizden yardım beklemiyor
IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change-Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli) raporlarına atıfta bulunarak Türkiye’de kuraklığın önceki yıllara göre arttığını belirten DEM Parti Ekoloji Komisyonu Eşsözcüsü Melis Tantan ise “Doğa bizden yardım beklemiyor, onun bir parçası olduğumuzu bilerek yaşamamızı ve ona müdahale etmeyi bırakmamızı istiyor” dedi. İktidarın çölleşme ve kuraklığa karşı bir önleme planının dahi olmadığını vurgulayan Tantan, “İktidar, her konuda olduğu gibi krizi fırsata çevirerek yeşil yıkamacı politikaları hayata geçirmeye çalışıyor. Mesela bunlardan biri yapılan ya da yapılması planlanan havzalar arası su transferi projeleri, bir diğeri tarımsal üretimi yaygınlaştırmak için jeotermal enerjiye dayanan tarım ihtisas sanayi alanları açmak. Bir diğer yapılan ise kuraklık, çölleşme ve erozyona karşı ağaçlandırma yapmak. Burada bilinmesi gereken bir şey var, orman sadece ağaç değildir. Ağaç dikerseniz sadece gölgelik alanlar, ağaç tarlaları oluşturmuş olursunuz, fidanları sürekli sulamak size bir orman kurmaz. Kuraklığı ve çölleşmeyi bu şekilde engelleyemezsiniz. Öncesinde ağaç yetişmeyen bir yere ağaç dikmemelisiniz, açıkçası doğayı korumak ve yeniden kazandırmaktan anladığımızın ağaçlandırmak değil, olduğu haliyle korumak olması gerekiyor” ifadeleriyle iktidarın iklim krizine paralel hesaplarına dikkat çekti.
Yok eden ‘kalkınma’ politikaları
Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne ulus devlet politikalarının bir uzantısı olarak ‘kalkınma’ anlayışının temelinde sermayeyi desteklemek olduğunu vurgulayan Tantan, sermayenin karlılığı ve yatırımları söz konusu olduğunda iktidarın her türlü kolaylığı sağlamasının altında yatan nedenin de bu ‘kalkınma’ anlayışı olduğunu söyledi. Kuraklık ve çölleşme bağlamında Türkiye’deki iktidarın Kurdistan’a yönelik ekolojik saldırılarına da değinen Tantan sözlerini şöyle sürdürdü: “Kurdistan’a yönelik saldırının temel dayanağı elbette ki inkâr, imha ve asimilasyona dayanan özel savaş siyaseti. AKP döneminde de aynı siyaset farklı biçimlerde sürdü, sürüyor. Dört parça Kurdistan’ın doğasına yönelik bir imha uygulandı. Bu politikalar başta Dicle ve Fırat olmak üzere insanlığın en verimli tarım arazilerinin bulunduğu havzaları besleyen sulara el konulmasıyla açığa çıkıyor. Özel savaş politikalarının önemli bir ayağı olan barajlar, taş-kum ocakları, İliç’teki altın madeninin Fırat’ın başladığı yerde toprağı ve suyu siyanürle ve ağır metallerle yavaş yavaş zehirlemesi gibi tüm müdahaleler havzada yaşama kastediyor. Yaylaları güvenlik bölgesi ilan ederek halkın girişine, mera olarak kullanmasına yasaklamak, Hewsel bahçeleri gibi geçimli ekonomiye dayanan tarım alanlarını tek ürünün ekildiği verimsiz ve halkın üretiminden kopuk tarlalara dönüştürmek, endüstriyel tarım ve hayvancılığı yaygınlaştırarak toprakları verimsizleştirerek suyu kullanmak… Fosil yakıtların, yerin altına yönelik tüm ekstraktivizm faaliyetlerinin bitmesi gereken dönemde petrol sondajlarının artması…
Kurda kuşa bile göç dayatılıyor
Cudi’de günlerce ağaçları köklerinden söktüler hatırlarsanız, büyüklüğü korkunç boyutlardaydı, günlerce kamyonlarla tomruklar satılmak için taşındılar ve güvenlik gerekçe gösterilerek ağaç kesilen bölgeye girişimiz, ağaç kesimlerini durdurmamız engellendi. Saldırılar sonrası Efrîn’de zeytinlikler söküldü. Kimyasal silah kullanımı iddiaları araştırılmadı ki etkisini nesiller boyunca hissedeceğimiz şey bu. Cilo dağlarının buzullarının eridiği bir dönemdeyiz ve sat göllerinde valilik eliyle festivaller düzenlendi, şimdi Colemêrg’de kayyumu getirerek buna devam etmek istiyorlar. Yine kayyumlar eliyle sulak alanlar millet bahçesine dönüştürüldü, pek çok ağaçlık alan yok edildi. Saymakla bitmiyor gerçekten, Kurdistan coğrafyası devlet eliyle ekolojik kırıma uğratılmış bir suç mahalli. On yıllardır Türkiye’nin hiçbir yerinde görülmemiş saldırılarla Kurdistan topraklarında üzerinde hiçbir canlının yaşamayacağı topraklar yaratmaya çalışıyorlar. Koşulları oldukça zor olsa da çöllerin bile kendine has bir ekosistemi var, bu nedenle iktidarın Kurdistan’a yaptığı çölleştirmeden daha ağır sonuçları olan bir tahribat. Kürtleri ‘kendi’ Kürt'ü yapamadıkları için yok etme politikası, Kürtlerin her şeyini dolayısıyla üzerinde yaşadıkları toprakları, soludukları havayı, suyu da yok etmekle, kurdu-kuşu dâhil zorunlu göçe zorlamayla devam ediyor. Kültüre, tarihe çok yönlü saldırılar Kürtlere bir parçası oldukları doğal yaşamı da yok ederek, ekonomik olarak da dayatmalarda bulunarak yaşamı dayanılmaz hale getirme planıyla birleşiyor.”