Faşizm ve medya üzerine birkaç not
Sara AKTAŞ yazdı —
- Türkiye’de yasalarda basın ve haber alma özgürlüğüne ilişkin yer alan taahhütlere rağmen, bunları hiçe sayan faşist, milliyetçi, devletçi ve ataerkil iktidar 2015 yılından sonra basını faşizmin Türkiyede kurumlaşmasının en temel silahı olarak kullanmıştır.
- Özgür basın geleneği Gurbetelli Ersöz, Metin Göktepe, Ferhat Tepe, Nazım Babaoğlu, Hafız Akdemir, Ayfer Serçe, Nesrin Teke, Deniz Fırat, Nujiyan Erhan gibi birçok devrimcinin canıyla kanıyla şekillenmiştir.
Son bir kaç gündür bir kez daha özgür basın çalışanlarının Türk devlet faşizminin hedefi haline geldiğine tanık olduk. Kuşkusuz medyanın taraflılığı; tarafsız kalmaya çalışan muhalif basın üzerinde oluşturulan baskılar tamda faşist diktatörlüklerin pratiği olarak şekilleniyor. Nitekim tüm faşizm pratiklerinde görünen öncelikle basın araçları üzerinde tam kontrol sağlamak ve muhalif basını baskılamak olmuştur. Hatta Nazi Almanyası döneminde Hitler ve onun propoganda bakanı Goebbels tarafından basın bir siyasal iletişim biçimi ve bir silah olarak kullanılmıştır. Örneğin; Hitler Kavgam isimli kitabında “Basın basit ve ciddiyetten uzak bir meseleyi bile bir kaç gün içinde devlet meselesi haline getirebiliyordu” diyerek basına verdiği öneme dikkat çekmiştir. Medyayı asimetrik savaşın en temel kolu olarak kullanan egemenler ve faşist diktatörlükler bununla kendi tabanlarını bir arada tuttuğu gibi karşı gücün zihnini bulandırma, yalan bilgi yayarak toplumu manipüle etmeyi ve algı yönetmeyi amaçlamıştır.
Türkiye’de ise medya özgürlüğü ve bağımsızlığı sorununun arka planını, medyanın yapısal sorunları ve devlet tarafından medyaya yönelik düzenlemeler kadar, medya-devlet ilişkilerinin tarihsel perspektifi oluşturmaktadır. Zira Osmanlı’dan günümüze, basını devletten bağımsız ele almak mümkün değildir. Zaten ortaya çıkışından bugüne basın siyasi bir güç olarak tasarlanmış, resmi ideolojinin kitlelere yayılması misyonunu üstlenmiştir. Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Türk basını devletin kuruluşu ve modernizasyonunda önemli bir araç işlevi görmüştür. Az sayıdaki muhalif ve bağımsız yayıncılık girişimleri ise baskılarla susturulmaya, dışlanmaya çalışılmış, dolayısıyla 19. yüzyılın sonlarından beri muhalif gazeteciler her zaman devlet ya da devlet dışı aktörlerin baskısı altında olmuştur.
Otoriter tek parti döneminin ardından da bu durum değişmemiştir. Basın birbiri ardına gelen hükümetler ve askeri yönetimler tarafından iktidarlarını güçlendirmenin aracı olarak görülmüştür. 1980’lerdeki ekonomik liberalleşme döneminde sektöre yeni giren yatırımcılarla birlikte kendileri de gazeteci olan ve gazeteci ailelerden gelen medya patronlarının yerini başka sektörlerde yatırımı olan medya sahipleri almıştır. 1990’ların sonu ile 2000’lerin başı arasında geçen dönem, aynı zamanda AB’ye uyum süreci sayesinde, medya sektöründeki en önemli değişimlere tanıklık etmiştir. Bununla birlikte küreselleşme, medya ve iletişim teknolojilerindeki gelişme, AB adaylık süreciyle gelen istikrar beklentisi medya sektörünü uluslararası sermayedarlar için cazip duruma getirirken, son otuz yılda gerçekleşen siyasi, ekonomik ve sosyal gelişmelerin sonucunda, yeniden şekillendirmeye çalışılan ancak hem aktörler hem de toplum açısından son derece belirsiz ve karmaşık bir yasal düzenleme çerçevesi ortaya çıkmıştır.
1990’larda TRT’nin radyo ve televizyon yayıncılığı alanındaki tekeline son verilmesi bir başka kırılmaya sebep olmuş ve birkaç medya patronu sektörün tamamına hakim durumuna gelmiştir. 2001 ekonomik krizi özellikle finans sektöründe yatırımı olan medya sahiplerini ciddi biçimde etkilemiş ve bu kriz hem devleti pek çok medya kuruluşunun sahibi haline getirmiş hem de bu medya kuruluşlarının bir kısmı, AKP hükümetine yakın olan sermayedarlara satılmıştır. AKP iktidarı 2000’lerin başlarında biçimsel olarak yaptığı düzenlemeleri bile 2005’ten sonra geri almaya başlamıştır. 2007 genel seçimlerinden sonra ise medya grupları, hükümetin vergi gibi araçları kullanarak uyguladığı baskı politikalarının da sonucunda sert bir dönüşüm geçirerek muhalefeti tamamen bırakmış ve hükümeti destekleyen bir yayın politikası izlemeye başlamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de yasalarda basın ve haber alma özgürlüğüne ilişkin yer alan taahhütlere rağmen, bunları hiçe sayan faşist, milliyetçi, devletçi ve ataerkil iktidar 2015 yılından sonra basını faşizmin Türkiyede kurumlaşmasının en temel silahı olarak kullanmıştır. Tamamen iktidarın güdümünde ve faşist diktatörlüğün tetikçisi rolü oynayan medya kuruluşları ve temsilcileri dışında kalan muhalif ve özgür basın mensupları ise en ağır uygulamalara maruz kalmakta, işkence görmekte, tutuklanmakta, tehdit edilmekte ve dahası katledilmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye’de medya özgürlüğü ve bağımsızlığına ilişkin beklentiler son derece cılız bir görünüm sunarken, Kürt özgürlük mücadelesiyle gelişen, örgütlenen ve direngen bir yapı kazanan özgür basın ise gerçeğin peşinde ve gerçeğin dili olmak için her türlü zulme karşı dimdik ayakta ve mücadele etmeye devam etmektedir. Bu özgür basın geleneği Gurbetelli Ersöz, Metin Göktepe, Ferhat Tepe, Nazım Babaoğlu, Hafız Akdemir, Ayfer Serçe, Nesrin Teke, Deniz Fırat, Nujiyan Erhan gibi birçok devrimcinin canıyla kanıyla şekillenmiştir. Günümüzün Kürt özgür basıncılığı onların cesareti, kararlılığı ve bıraktıkları direniş mirası ile faşizme karşı direnişi örgütlemede devrimci bir rol oynayarak tüm topluma yol göstermeye devam etmektedir. Dolayısıyla tüm bu saldırılar karşısında biat etmeyen özgür basın çalışanlarının tekrar tekrar gözaltına alınması sadece ve sadece faşist iktidarın onların gücünden duyduğu korkunun ifadesidir.