Kayıp diller kayıp toplumlar 

Sara AKTAŞ yazdı —

  • Ezilen ulus ve halklar dillerine karşı geliştirilen saldırılara karşı da mücadele vermişlerdir. Dolayısıyla dillerin varlık sorunu da halkların varlık sorunu kadar önemli ve meşru olmuştur. Örneğin sömürgeci politikaların üzerine bir kabus gibi çöktüğü Kürt halkı, varlık savaşını dili için de vermiş ve varlığını savunurken dilini de savunmuştur.

 

Julia Kristeva bir tespitinde, ezilen kimliklerin ve toplumların tarihsizleştirilmesini oldukça çarpıcı bir biçimde anlatmaktadır: "Kayıp kadın, kayıp ülke, kayıp dil, bulunamaz." Geçen hafta boyunca 21 Şubat Dünya Anadili Günü vesilesiyle tekrar tekrar üzerinde düşündüğümüz aidiyet kimliklerini ve Kürt halkı gibi tarihsizliğe mahkum edilmeye çalışılan halklar için önemini bu sözlerin haklılığını da bir kez daha hatırlamamak mümkün değildi. Zira Kristeva’nın sözünü ettii bu üç varlık, ortadan kalktıında toplumların varlığı da ortadan kalkmaktadır. Burada kayıp kadınlardan anlatılmak istenen tarihi olmayan kadındır; tarihi yazılmamıtır ve böylece o, kayıptır. Sonra kayıp ülkeden bahseder ve kayıp ülke kayıp aidiyettir, kayıp köktür, kayıp kimliktir. Kayıp dilden bahseder ve kayıp dil yitirilmi, konuulmayan, öldürülmüş dildir. Dolayısıyla kayıp kadın, kayıp ülke ve kayıp dilin her üçü de tarihsizliktir. Bir zamanlar varolanın, değerli olanın değersizleştirilmesi ve sessizliğe mahkumiyetidir. Öldürülen dil, konuşulmayan, duyulmayan ve görülmeyen tarih ve toplumdur. Zira toplumun tarih sahnesinden çekilmesiyle diller öldüğü gibi, dilin ölmesiyle toplumlar da yok olmaktadır.

Dolayısıyla egemenlerin sömürgeleştirdiği toplumların dilleri üzerinde de sürekli bir tahakküm kurduklarını, onları asimile etmenin en temel unsuru olarak ele aldıklarını yani tarihin egemenler tarafından birçok dilin mezarlığı haline getirildiğini unutmamak gerekiyor. Dilin ölümüne yol açan etkenler dünyanın her yerinde halklara ve toplumlara dayatılan zülüm mekanizmaları yani savaşlar, soykırımlar, baskılar, göçler ve sürgünlerdir. Çünkü savaşların sonunda işgale uğrayan her topluma egemen güç kendi dilini ve kültürünü dayatarak hakimiyetini pekiştirmeye çalışmıştır. Çünkü sömürülen toplum kendi ana dilini kullanamaz hale geldiğinde belleksizleşir, geleceğe bir şey aktaramaz. Örneğin İtalya’daki Etrüskler, Latinlerin baskısıyla dillerini kullanamamış ve Etrüskçe bugün ölü diller sınıfına girmiştir. MÖ 2000 ile MS I. yüzyıla kadar Batı ve Orta Avrupa’da konuşulan Keltçe, toplumun Roma egemenliğine girip Latince konuşmak zorunda bırakılmasıyla ölmüştür. Avrupalı işgalciler 19. yüzyılın başlarında Tasmanyalıları öldürdüklerinde bilinmeyen sayıda birçok dil de bu halklarla birlikte ölmüştür.

Buna karşı dillerin direndiğini gösteren pek çok örnek vardır insanlık tarihinde. Ezilen ulus ve halklar dillerine karşı geliştirilen saldırılara karşı da mücadele vermişlerdir. Dolayısıyla dillerin varlık sorunu da halkların varlık sorunu kadar önemli ve meşru olmuştur. Örneğin sömürgeci politikaların üzerine bir kabus gibi çöktüğü Kürt halkı, varlık savaşını dili için de vermiş ve varlığını savunurken dilini de savunmuştur. Nitekim çok uluslu bir toplum olan Türkiye’de, yok etmeye dilden başlandığı, dilin hapsedilip işkenceye uğramasıyla acı içinde katledilmesinin en çarpıcı örneğidir Kürtçe. Dört parçaya bölünmüş, her parçada egemen dillerin baskı ve asimilasyonu altında ölüme terkedilmiş Kürtlüğün kendisidir Kürtçe. Zira dili yasaklanarak tarihsizleştirilmek istenen Kürt toplumu, sömürücü sınıfların bilincini kendi bilinciymiş gibi, dilini kendi diliymiş gibi taşımak zorunda bırakılmış bir toplumdur. Faşist Türk ulus devleti sadece Kürtçeyi değil, Kürt köylerinin, bölgelerinin, çeşmelerinin, dağlarının, ovalarının, yeni doğan çocuklarının da isimlerini yasaklamıştır. Kürtlerin bir halk olduğunu, dili ve kültürünün bulunduğunu söylemeyi en ağır suç kabul etmiştir. Bu saldırgan politikayı yasa hükümlerine bağlayıp ‘Vatandaş Türkçe konuş çok konuş’ zihniyetini topluma zorla dikte etmiştir. Kürt kültürü ve dili ortadan kaldırılırken Kürt toplumunun belleksizleştirilmesi en başat hedef haline gelmiş, böylece fiziksel katliam hafıza katliamı ile tamamlanmaya çalışılmış, tek dilliliği bir yasaya dönüştürmüştür. Bu yasa Türkçe’nin tekliği yasası olmuştur.

Sonuç olarak; Kürt halkı geliştirdiği direnişle geçmişin mücadelelerinden alacağımız en önemli öğretiyi, unutulmaması gerekeni hatırlatır insanlığa; halklar eğer isterlerse köleliği ve iradesizliği alt edebilirler. Zira Kürtçe’ye vurulan tüm yasaklama zincirlerine rağmen Kürtlerin bu yasakları tanımadığı ve kendi varlığını dili ile anlamlandırdığını geçen hafta boyunca gelişen tüm etkinliklerde bir kez daha gördük. Zira fısıltı halinde konuşulan bir dil, artık bir halkın direnişi haline gelmiştir. Yani kendi benliğinden kopartılıp her defasında farklı kalıba sokulmaya çalışılan bu halkın gösterdiği direnme azmi karşısında yasaklar ve baskılar hükümsüz hale gelmiştir. Bu soykırımcı stratejiler günümüzde de çöktürme planları, siyasi, kültürel ve fiziksel soykırım operasyonlarıyla devam ettirilse de Kürt halkı kendi kimliğinden koparılmanın bir yokluğa, bir köksüzlüğe mahkumiyet olduğunu çoktandır farkındadır. Tam da bu nedenle 21 Şubat Dünya Anadil Günü vesilesiyle hiçbir dilin zalimlikle, zorbaca yok edilemeyeceğini, herkesin anadilinin herkesin varlığını ifade ettiğini bir kez daha belirtiyor ve Dünya Anadil Günü tüm halklara kutlu olsun diyorum.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.