Hüzünlü bir yalancı: Agota Kristof
Kültür/Sanat Haberleri —
- “Savaşı, yetimliği, göçmenliği ve kaybın yasını sıra dışı bir kurguyla bize aktaran Agota Kristof’un bu üçlemesi, yoğun duygu yüklü ama aynı zamanda zihni meşgul eden harika bir eser.”
BİLGE AKSU
Kurguya dair belki en az sevdiğim şey, üzerinden seksen yıldan fazla zaman geçse de İkinci Dünya Savaşı içeriklerinin tükenmemiş olması. Elbette bu denli büyük ve küresel bir travmanın böylesine yoğun temsil edilmesini anlıyorum. Fakat çoğu eserin birbiriyle benzer noktalardan yola çıkıp bir duygu fırtınasıyla sona ermesini, hele ki bunun erkeklerin dünyasında olup bitmesini pek anlamıyorum. Baskınlar, kamikazeler, cepheler, bombalar, yıkılan şehirler, politik çalımlar, intiharlar… Bir de tabii, anlatı dinamiğini sağlam tutmak üzere tasarlanmış çoğunluğu tek yönlü, zayıf kadın ve çocuk karakterler… Sevmediğim bu aslında. Özellikle sinemada, geride kalan kadın ve çocukların hikayesini hakkıyla anlatma derdine düşen öylesine az eser var ki.
Yazıya böyle girme sebebim, Agota Kristof’un o muhteşem üçlemesini anlatmaya nasıl başlayacağımı bilememem. Son dönemde sosyal medyada epey popüler olan bu üçleme, esasen yaklaşık kırk yıllık. Nasıl olduysa, geçen yılın ortalarından itibaren konuşulur oldu. Bir de tabii, Can Yayınları’nın bu yazara ait iki kitabı daha, aralık ayında basmasının etkisi var. Okumaz Yazmaz ve Önemi Yok, yazarın Türkçedeki yeni kitapları. Özellikle Okumaz Yazmaz’da, zaten otobiyografik romanlar yaratan Kristof’un anıları ve yazarlık öyküsü yer alıyor. Önemi Yok ise, kısa hikayelerden oluşan bir metin.
Fakat Agota Kristof’u herkes için unutulmaz kılan asıl mesele, o meşhur üçlemesi. Büyük Defter’le başlayan, Kanıt’la devam eden ve Üçüncü Yalan’la biten bu üçlü, seneler önce, 1987-93 arası Afa Yayınları tarafından; 2010’da ise tek cilt halinde Yapı Kredi Yayınları’ndan basılmıştı. Macaristan’da doğup İsviçre’de ölen ve sonradan öğrendiği Fransızca’yla yazan bu yazarın her yerde böylesine okunmasının en büyük sebebi, akıl almaz derecede sürükleyiciliğe sahip diliydi. 20 küsur yaşından sonra öğrenip geliştirdiği yeni bir dille yazarken, ister istemez kısa ve basit cümleler kurmuş olsa gerek ki, böyle etkili bir külliyat bıraktı geriye.
Büyük Defter
Üçleme, savaş sırasında anneleri tarafından anneannelerine emanet edilen bir ikizin, Claus ve Lucas’ın gözünden açılıyor. 11 yaşındaki bu çocuklar, hiç de istemedikleri şartlarda, anneannelerinin suratsız ve bakımsız ellerine düşmelerinden sonra an be an büyümeye, gelişmeye, güçlenmeye ve hayatta kalmaya çabaladıkları uzun bir evreye giriyorlar. Büyük Defter adını alan bu ilk kitapta, birinci çoğul anlatıcıyla, yaşadıkları her şey dile getiriliyor. Ufak geri dönüşlerle eski yaşantıları, birbirlerinden hiçbir koşulda ayrı kalmamaları ve her ne yaparlarsa yapsınlar, birlikte yapmaları anlatılıyor. Bazen bahçede sebzeleri büyütüyor, bazen kümeste hayvanları besliyor, bazen konu komşuya sebepsiz yardım ediyor, bazen zorbalığa uğrayan birilerini kurtarıyorlar. Boş kaldıklarında geliştirdikleri egzersizlerle açlığa, dayağa, havasızlığa, acıya ve şiddete dayanıklı olma çalışmaları yapıyor ve en önemlisi yazmayı öğrenme çabasına giriyorlar. Bir kırtasiyeden zorla aldıkları yüzlerce kağıda yazacakları kompozisyonların bile katı kuralları var: asla kurgu yapamaz ve gerçek olmayan bir şeyi yazamazlar. Ne olursa olsun, yazdıkları her şey nesnel ve somut olmalı.
Özellikle bu kısımlarda Agota Kristof’un kendi yazarlık algısına dair fikirler edinmek mümkün. Büyük Defter’in 30. Sayfasındaki bir pasajda şunları okuyoruz: “Çok ceviz yiyoruz, yazabiliriz; ama ceviz severiz yazamayız, çünkü sevmek, kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. Ceviz sevmek ile anneannemizi sevmek aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş bir tadı belirtir, ikincisi duyguyu.”
Tam bu noktada insan ister istemez, bu yazarın Sovyet Edebiyat Teorilerinden etkilenip etkilenmediğini düşünüyor. Malum, ilk yıllarda bolca yapılan bir tartışma bu. Sosyalist gerçekçilik nelere izin verir, neleri görmezden gelmelidir gibi sorular, 1934’te kurulan yazarlar birliğinin en mühim meselesiydi. Gorki’nin başı çektiği bu toplulukta, gerçekçilik bir kural olarak benimsenmiş ve bunun teorik kökenleri Lukacs’tan Çernişevski’ye kadar, geniş bir çerçevede ele alınmıştı. Fakat bir yandan, Agota Kristof’un 1956 Macar Ayaklanması sırasında ülkeden kaçtığını da düşündüğümüzde, böyle bir yöntemi benimsemesi akla yatmıyor. Nitekim, üçlemeyi okumaya devam ettiğimizde bu sorunun bir önemi de kalmıyor.
Lucas ve Claus
Kristof’un bu üçlemede yaptığı şeyi herhangi bir temayla sınırlandırmak imkansız. Üç kitapta da yazarlık ve yazma sancısı başrolde. Fakat hikaye tamamlandığında, neyin gerçek neyin hayal ürünü olduğunu anlamak da imkansız. İlk kitapta kullanılan birinci çoğul anlatım, ikincide üçüncü kişiye, son kitapta ise çoklu anlatıcıya dönüyor. Özellikle çoklu anlatıcının devreye girdiği noktada artık anlıyoruz ki, yazarın temel amacı güvenilmez anlatıcı mefhumuna bir örnek oluşturmak. Ki bunu, gördüğüm en başarılı şekilde yapıyor diyebilirim.
Büyük Defter’deki ikizlerin son noktada ayrı düşmeleri, diğer iki kitapta da işleniyor. Kanıt’ta devreye giren Lucas’ı önce, bir ayrılık depresyonuyla tanışırken buluyoruz. Aylarca bahçeye, kümese ya da gönüllü olarak yardım ettiği insanlara vakit ayıracak gücü kendinde bulamaması, kardeşinden ayrı düşmenin getirdiği bir yas gibi görünüyor. Fakat bu çocuğun aynı zamanda gözlerinin önünde bombayla parçalara ayrılan annesini dahi böyle önemsememiş olması enteresan geliyor. Özellikle bu kısımlarda anlatıcının hiçbir duyguyu öne çıkarmadan, yalnızca olup biteni anlatması hem yukarıda bahsi geçen yazma kuralına dair hem de Kristof’un bu üçlemeyi zihninde nasıl ayrı yerlere koyduğunun göstergesi. Büyük Defter’de devreye giren duyguların göz ardı edilmesi hususu, sonraki kitaplarda tam tersine, ayrıntılı ruhsal betimlemelere bırakıyor yerini.
Lucas ve Claus isimleri, bazı noktalarda dikkat çekildiği üzere aslında bilinçli bir seçim. Harflerin yeri değiştirildiğinde diğer isme ulaşma sebebimiz, malum defteri tutan kardeşin diğerini kendi zihninde yaşatma çabası. Çatı arasına saklanan defterler, aslında bir kişi tarafından yazılıyor. Buna dair ayrıntılı bilgiyi son kitaba kadar pek alamıyoruz. Fakat dikkatli bir okumayla, yazarın metnin içine yerleştirdiği başka metinlerde buna dair ipuçlarını görebiliyoruz. İkinci kitapta daha yakından tanıdığımız kitapçı Victor’un, adeta bir Poe üslubuyla yazdığı pasajlarda aktardığı kardeş cinayeti, yazabilmek için verilmesi gereken ödünleri de içeriyor. Bu bakımdan, defteri tutan kardeş diğerine veda etmek zorunda.
Üçüncü Yalan
Kristof’un okuru şüpheye düşürme hamleleri, anlatı ilerledikçe daha sık ve acımasız hale geliyor. Kanıt’ın son kısmında, seneler sonra geri dönen diğer kardeş ne kadar arasa da Lucas’ı bulamazken, yıllar boyu yanında bulunmuş dert ortağı Peter’in böyle bir kardeşliğe inanmaması ve arada bir duyulan, esasen ortada bir ikizin olmadığı söylentileri, bizi çaresiz bırakıyor. Neyse ki yazılan defterler var. Bunları düşününce, bir Fight Club hikayesiyle karşı karşıya olmadığımız da aşikar. Peter’in Claus’a teslim ettiği bu defterler, yıllar boyu Lucas’ın kaleme aldığı, Büyük Defter’de anlatılanları içeren 7 bölümlük bir metin. Bunları okuduktan sonra 8. Bölümü de Claus ekliyor. Fakat yazarın sürprizleri son bulmuyor. Geri döndüğü bu yabancı ülkede parası bittiği için, çocukluktaki gibi meyhanelerde mızıka çalan Claus, bir akşam bir kavgaya karışınca vizesinin olmadığı anlaşılıyor ve hapse atılıyor. Burada incelenen defterlerin, son 6 ay içinde tek bir kişi tarafından kaleme alındığı tespit edilmiş. Dolayısıyla evet, ortada resmen bir Fight Club hikayesi var, Lucas diye biri hiç olmamış. Ya da şimdilik öyle görünüyor.
Son kitap, Üçüncü Yalan ise yazarın ustalık eseri gibi. O kısma kadar anlatılan her şeye dair şüpheleriniz artıyor ve bildiğiniz her şeyi sorgular hale geliyorsunuz. Arada bir giren yan karakterlerin hepsi, zihinde yaratılmış ya da dönüştürülmüş kişiler. Örneğin Peter, Claus’un (gerçek adı Klaus) çocukken tanıştığı bir devlet memuru. Pek muhabbetleri olmasa da, çocuğun aklında kalmış. Yine Lucas’ın uzun bir ilişki yaşadığı sinir hastası Clara, Peter’in eşiymiş. Kız kardeşini elleriyle öldüren kitapçı Victor diye biriyse hiç olmamış. Yazarın kurgu oyunlarını ne ölçüde sevdiğini bu kısımlarda bir kez daha görüyoruz.
Bu üçlemeyi böylesine teknik bir açıdan ele almak ne kadar doğru bilinmez. Çünkü bir yandan, bütün bu şüphe fırtınasının içinde, son kitapta verilen gerçek bilgiler, okuyabileceğiniz en acıklı ve duygusal metinler olacak. O kısımları burada dile getirmek istemiyorum, okumak isteyenleri bu deneyimden yoksun bırakmak zalimce olur. Ama Kristof’un kurguyu işleme biçimi takdire şayan. Çocukluğa dayanan çok büyük travmaların ileride nasıl yansımalara ve yanılsamalara dönüşebileceğini harika anlatıyor.
Doğal bir gerilim
Kitabın bir başka özelliğiyse, doğal olarak Anti-Sovyet bir konumda oluşu. 1956’daki ayaklanma ve sonrasında yaşananlar, Kristof’u epey etkilemiş. Anlatı boyunca açıktan belirtilmese de, söz konusu yönetim anlayışına ve bazı uygulamalara sert eleştiriler söz konusu. Kimi diyaloglarda, anlatının temelini oluşturan yalan-gerçek karmaşasının, ülkedeki yaşantıda da söz konusu olduğunu söylüyor karakterler. İkizlerin kimi zaman özdeşliğe izin verecek şekilde duyarlı, kimi zaman irrite olunacak biçimde kötücül anlatılması, yöneticilerin insanların algısıyla oynamasının sonuçlarına örnek teşkil ediyor. Kristof’un, kendi penceresinden getirdiği bu eleştiri, aynı zamanda kitabın okuyucuda bıraktığı etkinin ta kendisi. Neyin gerçek neyin yalan olduğunu anlayamamak, doğal bir gerilim pozisyonunda tutuyor bizleri.
Savaşı, yetimliği, göçmenliği ve kaybın yasını sıra dışı bir kurguyla bize aktaran Agota Kristof’un bu üçlemesi, yoğun duygu yüklü ama aynı zamanda zihni meşgul eden harika bir eser. İdeolojik olarak durduğu pozisyonu tasvip etmediğim belki de en iyi metin. Fakat meselenin bu kısmına bu yazıda girmek imkansız. Okuyanların bir kısmı bu kararsızlığı belki yaşayacaktır ama kesin olan tek şey, okuduktan sonra hiç kimse, savaşı ve kaybı bir daha aynı yerden göremeyecektir.