Oppenheimer: ‘Tanrılara’ ateşi hediye etmek

Dosya Haberleri —

Oppenheimer

Oppenheimer

  • Christopher Nolan’ın epeydir beklenen son filmi Oppenheimer, vizyona girdi. Yirminci yüzyılı derinden etkileyen ABD’li fizikçi J. Robert Oppenheimer’ın hayat hikayesini konu alıyor film. Başlangıç sekansında, ileri bir tarihteki sorgusunu gördüğümüz Oppenheimer, öğrencilik yıllarından bahsederken depresif durumda olduğunu aktarıyor.
  • İlk kurgu düzleminde küçük ve kapalı bir ortamda sert bir sorguya alınan Oppenheimer var. 1950’li yılların komünist avı furyasında piyango ona da vurmuş ve bununla ilgili kendini aklaması gerek. Bu kısımlarda görüntünün neredeyse tamamını onun biraz mağdur biraz yorgun yüzü kaplıyor. Bu, seyircinin karakterle özdeşlik kurması için güzel bir yöntem.
  • Dehşet dolu uzun sekans, seyircinin çoğunun beklentisini karşılamaya yetiyor. Einstein’la olan görüşmelerinde onun da belirttiği gibi, hayatı tamamen mahvolma aşamasına gelmiş bu zavallı kahraman, birden bire aklanıp madalyayla taltif ediliyor ve günümüz seyircisinin ve egemen düzeninin izin verdiği modern kahramanlar müzesinde yerini alıyor.

BİLGE AKSU

Christopher Nolan’ın epeydir beklenen son filmi Oppenheimer, vizyona girdi. Yirminci yüzyılı derinden etkileyen ABD’li fizikçi J. Robert Oppenheimer’ın hayat hikayesini konu alıyor film. Soyadından da anlaşılacağı üzere, kendisi Yahudi asıllı. 1904’te doğduğunda ailesi New York’a yerleşmiş Alman göçmenleriydi. Çocukluğundan beri zekasıyla öne çıktığından, okul basamaklarını hızlıca tırmandı ve çok geçmeden Harvard’dan mezun oldu. Fizik biliminin modern temellerinin atıldığı Avrupa’ya göre daha geride bulunan bu eğitim onu tatmin etmeyince bu kez okyanusu geçerek, Cambridge’teki laboratuvar çalışmalarına katıldı.

Film işte tam bu noktadan itibaren odaklanıyor Oppenheimer’ın hikayesine. Başlangıç sekansında, ileri bir tarihteki sorgusunu gördüğümüz Oppenheimer, öğrencilik yıllarından bahsederken depresif durumda olduğunu aktarıyor. Bu anda filmin üç parçalı kurgusunun kronolojik ilerleyen bölümüne geliyor ve genç Oppie’nin laboratuvardaki kafası karışık halleriyle tanışıyoruz. Bunun sebebi, genç fizikçinin laboratuvar çalışmalarından neredeyse hiç haz etmemesi. Onun amacı daima teoride ilerlemek. Bu konuda Lab. hocasıyla olan sürtüşmesine şahit oluyoruz.

Sahneler

Filmdeki üç parçalı kurgu, birçok izleyici açısından zorlayıcı bir deneyim olmuş. Çoğu yorum ve kritikte buna değinildiğini görüyoruz. İlk kurgu düzleminde küçük ve kapalı bir ortamda sert bir sorguya alınan Oppenheimer var. 1950’li yılların komünist avı furyasında piyango ona da vurmuş ve bununla ilgili kendini aklaması gerek. Bu kısımlarda görüntünün neredeyse tamamını onun biraz mağdur biraz yorgun yüzü kaplıyor. Bu, seyircinin karakterle özdeşlik kurması için güzel bir yöntem. İkinci kurgu düzlemiyse Oppenheimer’ın nitelikli düşmanı Lewis Strauss’un sahneleri. Bu kısımlar siyah beyaz ve görsel olarak zorlayıcı sekanslar içeriyor. Strauss’un gelgitli ruh hali ve Oppie’nin karşısında durduğunun yavaş yavaş anlaşılması nedeniyle bu kez seyirci için karşıtlık sunulan bir karakteri izliyoruz. Son kurgu düzleminde de biraz önce belirttiğim gibi, bombanın yapılışı ve sonrasına götürecek kronolojik olay anlatımı mevcut. Filmin felsefi gelişimi de bu son kısımda ortaya çıkıyor.

Komünist gruplara yardım ediyor

Gençlik yıllarındaki Oppenheimer, kendisinden beklenenleri veremediği laboratuvar ortamından hoşnutsuz olsa da sorunu başkalarında arayan bir yapıda. Taşıdığı gurur ve sonraları daha net göreceğimiz hafif kibir duygusu, varoluşunda hep bulunan hırsıyla birleştiğinde, onu ne denli tuhaf kararlara sürükleyebiliyor, en çok bunu görüyoruz (bir trajedi kahramanı gibi). Kendi açısından haklı olsa da, onu eleştiren hocasının masasındaki elmaya şırıngayla zehir zerk ettiği bu sahne, onun karanlık yönünü vurgulayan gerekli bir sahne.

Genç Oppenheimer, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde fizik eğitimleri alıp verdiği bu dönemin ardından, büyük bir iddiayla ülkesine dönüyor. ABD’ye kuantum fiziğini getiren kişi olma payesinin peşinde. Nitekim bunu başardığı oldukça açık. Fakat bu dönemlerde bir yandan, asla durduramadığı zihninin köşelerinde, dönemin en tehlikeli akımları da bulunuyor. Avrupa’da hızla yükselen ve Yahudi kökeni nedeniyle onu da bizzat tehdit eden Nazizm ve faşizmin karşısında duran sol gruplar onun ilgisini çekmiş. Kendisi hiç dahil olmasa da komünist gruplara yardımlar yapıyor, bu çevrelerden birçok sosyal ilişki sağlıyor. Bu ilişki biçimini çalıştığı okula da taşımaya kalktığında çeşitli uyarılar alıyor.

Sayısız karakter ve olay

Filmin tarihsel arka planı oldukça etkileyici. 30’lu yılların heyecan dolu bilimsel gelişmelerini birçok farklı karakter üzerinden izlediğimiz ve şok edici bir yenilik olarak, Almanya’da atomun parçalandığını öğrendiğimiz sırada, hızlı ve yakıcı bir haber düşüyor ortama: Naziler Polonya’ya girmiş. Bu hem beklenen büyük bir savaşın başlaması demek, hem de Oppenheimer’ın çeşitli travmalarının ortaya çıkışı demek. Malum, kendisi Yahudi bir aileye mensup ve Naziler onun için tek gerçek korku figürü. Almanya’da atom konusunda böylesine büyük gelişmeler varken, Nazilerin topyekun bir savaşa girmesi, ellerine geçirecekleri yeni nesil teknolojik silahlarla her şeyi yapabilecekleri anlamına geliyor. İşte insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden birine, atom bombasına giden yol böyle açılıyor.

Oppenheimer’ın böyle bir bomba yapmayı kabullenmesi ilk bakışta zor. Neticede o İspanya’daki solculara yardım eden, dünya halklarını faşist ve baskıcı rejimlere karşı destekleyen biri. Fakat filmin bu noktada önümüze koyduğu karakter motivasyonu oldukça sağlam. Eğer Oppenheimer bomba yapmayı kabul etmezse Almanlar yapacak ve bunun sonu insanlığın felaketi olacak. Böylelikle bu dahi fizikçi, ‘dünya halklarını korumak için’ onların bir kısmını öldürmeyi göze alıyor ve Los Alamos’taki çalışmaların başına geçiyor.

Bombanın yapılma aşaması epey uzun ve karmaşık. Seyircilerin en çok şikayet ettiği şey de bu zaten. Ardı ardına girip çıkan sayısız karakter ve olay, filmin takip edilmesini oldukça zorlaştırıyor. Fakat bana göre Nolan’ın bunun altından kalktığı bir gerçek. Üç saatlik ve böylesine kalabalık bir olay örgüsünü bu denli akıcı anlatmak, övülmesi gereken bir başarı.

Orwell’ın 1984’üne taş çıkaracak söylemler

Bombanın tamamlandığı noktada artık savaşın sonu da görünmüş durumda. Naziler Sovyet güçleri tarafından darmadağın edilmiş ve müttefiklerin karşısında direnmeye devam eden bir tek Japonya kalmış. Hem bilim insanları hem de askerler, bu savaşın pek de uzun sürmeyeceğini biliyorlar. Filmin etik çatışması da burada zirve yapıyor. Oppenheimer, bu bombayı icat ederken Nazilerden korktuğu için yola çıkmıştı. Şimdi Naziler ortada olmadığına göre bombaya devam etmeli mi?

Hızlı birkaç sahneyle bu sorunu çözüyor Nolan. Anlatının büyük kısmını giderek kaplayan politik ilişkiler ağı devreye giriyor, Oppenheimer ve birkaç arkadaşı Beyaz Saray’a çıkıyorlar. Burada öğrendikleri bilginin doğruluğu belki tartışılır fakat söylenene göre Japonlar teslim olmayı asla düşünmüyormuş. Aynı sahnede George Orwell’ın 1984’üne taş çıkaracak söylemler de duyuyoruz. Yetkiliye göre bu bomba yüzbinlerce kişiyi öldürerek, milyonlarca kişinin hayatını kurtaracak. Bir nevi tramvay paradoksu yani. Rayların birinde beş işçi, diğerinde bir işçi varsa, tramvayın yönünü değiştirir miydiniz? Ya da daha önemlisi, daha az kişi ölsün diye tramvayı tek işçinin üzerine yönelttiğinizde, katil siz mi olurdunuz?

Dehşet dolu uzun sekans

Oppenheimer’ın bombanın atılmasından sonra yaşadığı şey tam olarak bu. Atılacak ilk bomba, nükleer silahlar konusunda kesin bir çıkarım sunacaktı insanlığa. Böylesi büyük yıkımlara neden olan bir teknolojinin asla kullanılmaması gerektiğine ikna olacaklardı. Bin tane nasihattense, bir tane musibeti göstermek onun için makuldü. Fakat askerler ve devletler elbette ondan farklı düşünüyordu. Onun gibi T. S. Eliott hayranı, Hint Destanlarını ezbere bilen entelektüel ve ince bir kişilik, neyin yapılması gerektiğine karar verecek değildi. Sonuç olarak dönemin başkanı Trump’tan bu hususta azarı yedi ve susmak zorunda kaldı.

Bombanın sonuçlarına dair yaşanan bu gelgitli ruh hali, yapılan ilk test sürecinden itibaren bizi de içine çekiyor. Bir yandan tarihin en iyi sinematografilerinden birine şahit olup bunun keyfini çıkarıyoruz ama diğer yandan, sonuçları pek de düşünmeden sevinç curcunasına gark olan Los Alamos sakinlerinin görüntüsüyle irkiliyoruz. Bunlar yaşanırken Oppenheimer’ın da bizim gibi biraz tedirgin hissettiğini fark ediyoruz yalnızca, coşkuya ortak oluyor ama çok derinden değil. Bu noktada tarihselliği bir kenara bırakıp, filmde Hiroşima’yı ya da Nagazaki’yi değil, yalnızca ABD’deki test patlayışını gösterdiği için Nolan’ın da kafası karışık diyebiliriz, neticede gerçek yıkımı gösterip seyirciyi karşısına almak bir risk unsuru... Yine de bu dehşet dolu uzun sekans, seyircinin çoğunun beklentisini karşılamaya yetiyor. Ve elbette hemen ardından gelecek, Oppenheimer’ın vicdani sorgulamaları için görsel şov üretmeye de.

Oppenheimer’la tanışıyoruz

Oppenheimer’ın bu hususta yaşadığı çatışma en somut haline iki yerde ulaşıyor. İlki, Japonya’daki iki şehrin yeryüzünden silinmesinden hemen sonra, coşkulu ve vatansever bir ABD’li kitle karşısında. Bu sahnede Oppie’nin(filmde böyle hitap ediliyor bazen) tedirgin ve suçlulukla başlayan konuşması, kitlenin arzuladığı şekilde ateşli ve milliyetçi bir söyleme uzanarak devam ederken, halüsinatif görüntülerle bombanın yarattığı etki aktarılıyor. Seyircinin coşkusu görüntüde sürdürüldüğü sırada sesleri kayboluyor ve ortaya çıkan yanmış yüz görüntüleri onların üzerine bindiriliyor, aynı anda Oppenheimer’ın pek de öyle hissetmeden yaptığı bu milliyetçi konuşmanın dozu giderek artıyor. Böylece büyük icadına dair hissettiği duyguların çatışması bu epik sahnede tamamen somutlaşıyor. İkinci sahne ise yıllar sonraki sorgu aşamasında. Burada da ‘bütün hizmetlerine’ rağmen yeni nükleer silahlara karşı çıktığı için Oppenheimer artık hain ve komünist olmakla suçlanıyor. Sorgunun şiddeti arttıkça, benzer halüsinatif görüntüler yeniden devreye giriyor ve yaptığı şeyin ne denli büyük sonuçları olduğunu algılamış bir Oppenheimer’la tanışıyoruz.

Oppie’nin Nazilerle ilgili motivasyonu

Nolan’ın çeşitli filmlerinde ayrı ayrı kullandığı yenilikçi teknikleri bir araya getirdiği bu vurucu sekanslar, bana sorarsanız Oppenheimer’ın aklanmasına yetecek düzeyde değil. Evet, bir bilim insanı icadından sorumlu tutulmalı mı sorusu hala tartışmalı. Fakat Oppie’nin Nazilerle ilgili motivasyonu ne kadar kabul edilebilirse, sonraki kararları bir o kadar yanlış. Orwell tarzı bir, ‘yaşatmak için öldür’ anlayışının herhangi bir etik düzlemde tartışılması zor. Nolan’ın bu koca filmi bu kısır etik ikileme mahkum etmesiyse oldukça sorunlu. Hele ki filmin fazlaca uzadığı son bölümde, House of Cards’a dönen iktidar ilişkileri içinde Oppenheimer’ın gelmiş geçmiş en büyük mağdurlardan birine dönüştürülmesi, nereden baksanız fecaat… Seyircinin baştan beri özdeşlik kurduğu bu karakteri, basit bir trajedi kahramanı olmaktan çıkarıp yeniden modern bir kahramana çevirmeyi amaçlayan bu kısımlarda, senaryonun yaratmak istediği çatışma oldukça zayıf kalıyor. Oppenheimer’ın ani şekilde bir vatan hainine dönüşmesinin tek gerekçesini, kompleksli ve hastalıklı bir ruh haline sahip eski arkadaşı Lewis Caroll’ın tuhaf kinine bağlıyor film. Bu kompleksli senatör adayını beklenmedik bir ret oyuyla ‘cezalandıran’ kişinin sonraki ABD başkanlarından biri olması ise (John F. Kennedy) bu kez ABD seyircisini rahatlatmaya dayalı bir hamle gibi görünüyor. Böylece Oppenheimer’ın uğradığı kovuşturma, tarihin en faşizan devlet politikalarından birine yol açan 50’lerin komünist avına pek de değinilmeden, kişisel bir hırsın sonucu olarak aktarılıyor. Nitekim yıllar evvel Einstein’la olan görüşmelerinde onun da belirttiği gibi, hayatı tamamen mahvolma aşamasına gelmiş bu zavallı kahraman, birden bire aklanıp madalyayla taltif ediliyor ve günümüz seyircisinin ve egemen düzeninin izin verdiği modern kahramanlar müzesinde yerini alıyor.

Prometheus-Oppenheimer benzerliği...

Birçok kişiye göre bu, Nolan anlatısının kronik problemlerinden biridir zaten. Çoğu kez sorunlu bulunsa da kimi filmlerinde ısrarla sürdürdüğü politik-felsefi altyapıyı derme çatma bir noktada kucağımıza bırakan bu yönetmenin, böylesi zorlu bir etik ikilemden sağ çıkmasını kimse beklemezdi. Bu son örnekte, her ne kadar uyarlandığı kitabın kullandığı bir koşutluk olsa da, Prometheus-Oppenheimer benzerliği de epey sorunlu. Çünkü bildiğimiz Prometheus, insanlara hizmet etmek için ateşi tanrılardan çalıyordu. Modern Prometheus ise iddia edildiği gibi güneşin ve evrenin ateşini insanlara hediye etmiyor; tam aksine insanların asla ulaşamayacağı bir ateşi, onlara karşı kullansınlar diye ‘tanrılara’ hediye ediyor. Bu iki karakter arasındaki tek benzerlik, yaşadıklarının bir trajediye benzetilmesinden ibaret olabilir; ki o da belirttiğim gibi, Nolan’ın klasik bir trajedi anlatısında kalmaya cesaretinin olmayışından ötürü, daha doğmadan ölen bir benzetme olarak kalıyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.