Şiddetin cazip renkleri: Poor Things
Kültür/Sanat Haberleri —
- Başlangıçtaki Lanthimos, nedenlere eğilmeden bir hikaye anlatma cesaretini taşımasıyla öne çıkıyordu, bu kez benzer sorgulamaları sağlasa da eskisine göre geniş bir kitleye ulaşmak istediği aşikar. Bunu da katı biçimciliğine uyan ilginç bir içerikle aşmaya çalıştığını görüyoruz.
BİLGE AKSU
Edebiyatın en tuhaf dönemlerinden biri, şimdi romantik/gotik dönem olarak bilinen, 19. yüzyıl ortalarıydı sanıyorum. Özellikle İngiltere’de öne çıkan belirgin bir akım, insanların bilimsel gelişmeleri kendi fantezi dünyalarıyla nasıl birleştirdiklerine dair müthiş izler taşıyordu. Yavaş ve sancılı şekilde gelişen medeniyet için sıra, fiziğin ve tıbbın bayrağı devralacağı bir evreye girildiğini gösteriyordu. Bir yandan biyoloji ve psikolojideki gelişmeler, Evrim teorisi ve Mendel Yasaları, Pavlov deneyleri derken, dönemin sıradan insanı, bilimi ve sihri bir arada görmeye başlamıştı.
The Prestige’deki en etkili tiratlardan birinde de görürüz bunu. Uzun uğraşlar sonucu ulaştığı bilim insanı Tesla’dan alarak şehre getirdiği yeni makine öylesine tuhaf işler yapıyordu ki; Sihirbaz Angier, gösterisinden önce halkı “Bu gördükleriniz sihir değil, bilimin ta kendisidir” diye uyarmak zorunda kalıyordu. Viktorya döneminin bu çılgın atılımları, o günün sıradan insanında yarattığı etkiyi elbette sanatçılar üzerinde de yaratmıştı. Erken bir örnek olarak Mary Shelley’nin Frankenstein’ı, H. G. Wells’in Dr. Moreu’nun Adası, Bulgakov’un Köpek Kalbi ya da belli açılardan dahil edebileceğimiz, Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ı hep bu fantezinin ürünleri olarak ortaya çıktı. Buna dair bu sayfada daha evvel bir yazı yazmıştım, merak edenler aşağıdaki linkten bakabilir:
Fantazma, Kurgu-bilim, Tanrı Yazar: https://justpaste.it/7w7ox
Zavallılar
Yorgos Lanthimos’un son filmi Poor Things (Zavallılar), bu akımı seneler sonra devam ettiren bir kitaba, Alasdair Gray’in 90’ların başında yayınladığı eserine dayanıyor. Elbette Gray günümüzün bakış açısıyla, bu geçmiş izlekleri bambaşka bir noktadan ele almak için yazıyor kitabı. Başta sosyal bir hiciv olmak üzere, yer yer metinlerarasılığı ihtiva eden modern bir iş bu. Bir kadının, medeni dünya içerisinde karşılaşacağı türlü ayrımcılık, cinsiyetçilik ya da aşağılamayı vurgulayan ve yer yer özellikle Frankenstein’a göndermeler yapan kitabın Lanthimos tarafından radara alınması şaşırtıcı değil.
Film, müthiş bir görsel estetik içerisinde, bir kadının kendini Thames Nehri’ne bıraktığı görüntüyle açılıyor. Hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bu giriş sekansından sonra, siyah beyaz görüntülerle ikinci bir başlangıç yapıyoruz. Bu kısımda yüzü epey deforme olmuş ve bir canavarı andıran çatlak profesörümüz Godwin Baxter (Willem Defoe) ve onunla yaşayan tuhaf, bebeksi ve gelişmemiş kızımız Bella Baxter (Emma Stone) karşılıyor bizi. Bella’nın hal ve hareketleri ilk anda çarpıcı ve çoğumuza irrite edici görünüyor. Kelimeleri tam söyleyemeyen, yemeğini düzgün yiyemeyen, yürürken zorlanan ve durduğu yerde idrarını yapan bu kadın sanki Robot Sophia’nın hiç gelişmemişi gibi duruyor. Çok geçmeden ona bir bakıcı gerektiğini düşünen Godwin’in hamlesiyle, henüz bir öğrenci olan Max (Ramy Youssef) de bu denkleme giriyor. Artık Bella’nın her hareketi ve gelişmesi Max tarafından not edilecek.
Bu kısımlarda içeriğe dair bilgisi olmayanların kafasında soru işaretleri büyürken, Max’in sorularıyla cevaplar da gelmeye başlıyor. Filmin başında gördüğümüz intihar eden kadın, Dr. Godwin tarafından bulunmuş ve hayata döndürülmüş. Fakat halihazırda intihar ettiği, yani yaşamından memnun olmadığı için Godwin ilginç bir karar alıyor ve onun değil, karnındaki bebeğin yaşaması gerektiğini düşünüyor. Bebeğin beyni, anneye takılıyor ve ortaya yetişkin bir bebek, Bella çıkıyor. Bütün o tuhaf davranışların sebebi bu.
Godwin aynı zamanda ciddi bir deneyci. Wells’in Dr. Moreu’su gibi o da tanrılığa soyunmuş görünüyor. Evin içinde ya da bahçede hiçbir türe benzemeyen hayvanlar geziniyor. Kafası tavuk, vücudu köpek olan bu yaratıklar, Godwin’in ortaya çıkardığı yeni yaratıklar. Ki Bella’nın ona God diye seslenmesi hiç haksız değil. Elbette bütün çatlak profesörler gibi o da başka canlılarla yetinmeyip, insan yaratma evresine geçmiş. Bu kısımlar gotik dönemin izlerini olduğu gibi taşıyor.
Yunan Yeni Dalgası
Lanthimos’un Dogtooth’tan beri ilmek ilmek ördüğü sinema anlayışı, filmin her noktasında kendini gösteriyor. Yunan Yeni Dalgası olarak adlandırılan bu tarzda bütün mesele, şiddeti ve gündelik yaşantıyı sıradan bir biçimde buluşturmak. Dogtooth’un çitlerle çevrili evlerine kapatılmış çocukları, kaynağı belirsiz korkularla evde tutulup bir yandan gündelik ders kıvamında yeni kelimelerle karşılaşıyor ve alternatif bir gerçekliğin inşasını izletiyordu bize. Burada ise Bella zaten yeni doğmuş bir beyne ve işlem öncesi zihne sahip olduğundan, tıpkı Dogtooth’un çocukları gibi yeni kelimeler öğrenmek, yeni davranış biçimleri denemek zorunda. Max’le ilk karşılaşmalarındaki yumruğundan tutalım, yarım yamalak söylediği sözcüklere kadar her şey, Lanthimos’un eski biçime bulduğu yeni ve tutarlı bir içeriğin yedirilmesi gibi duruyor. Elbette Bella’nın şiddete meyyali diğerleri gibi sırf dertten değil; deneyci bir tanrısı ve vahşi beyninin komutlarına uyabilen elleri var onun. Kadavranın gözünü parçalarken ya da kıymetli bir laboratuvar aletini bin parçaya bölerken, yetişkin bir bebeğin merak dolu serüveni de işin içinde.
Gerçi Lanthimos Dogtooth’tan sonra o biçimci tavrına biraz ara vermeye çalışmış, hatta Sarayın Gözdesi’nde bunu neredeyse başarmıştı. Ki Hollywood’a adım attığı ilk filmin o olması da bu yüzden tesadüf değildi. Ama Poor Things’de bazı izleklerin neredeyse aynı şekilde geri döndüğünü fark ediyoruz. Bu kez sebebi belirli olsa da evden çıkamayan bir Bella var örneğin. Godwin arada bir, kontrollü olarak onu dışarıda gezdirse de öyle çok rahat geziler sayılmaz bunlar. At başlı elektrikli faytonda ilerlerken pencerelerin sımsıkı oluşu ya da Bella’nın her istediğinde bu gezilerin yapılamayışı da ufak tefek çağrışımlar yaratıyor. Bu bağlamda filmi Dogtooth’tan ayıran en mühim şey, bu kez dışarıdan bir uyarıcının dahil olmadan, Bella’nın kendi uyanışını gerçekleştirmesi. Çapkın avukat Duncan bu rolü üstleniyor gibi görünse de, Bella’nın kendini ve cinselliğini keşfi ondan önce başlamıştı zaten. Dogtooth’taki gibi babanın dışarıdan getirdiği bir kadının zihin bulandırmasına ihtiyaç yoktu.
Tanrısını yenen kadın
Bella’nın uyanışıyla birlikte siyah beyaz akan ev hayatı geride kalıyor ve rengarenk bir Lizbon ortamına giriyoruz. Bu kısımlarda zaten cinsel hazza meraklı olan Bella için her şey, keşiften ibaret. Ve keşifler büyüyüp hazlar güçlendikçe, etraf daha da renkleniyor. Fakat elbette Bella’nın gelişimi için uzun bir yol var. Bebek zihni onu bir türlü rahat bırakmadığından, sosyal sözleşmeler ve adab-ı muaşeret pek umrunda değil. Aklına estiği gibi gidiyor geliyor ve başkalarının yanında otosansür gibi bir derde hiç düşmüyor. Çaresiz kalan Duncan, kendince akıllı bir hamle yapıp gemi yolculuğu ayarlıyor bu kez. Böyle olursa kafasına estiği gibi çıkıp gidemeyecek Bella. Fakat tehlikelerin sınırı yok, gemide tanıştıkları tuhaf entelektüel çift her şeyi alt üst eden dönüşümü de beraberinde getiriyor.
Bella’nın tüm bu haz odaklı yaşantısı, genç entelektüel Harry’nin onu İskenderiye’de çıkardığı bir gezintiyle son buluyor. Burada karşılaştığı yoksulluk karşısında dehşete düşerken, bir mağara alegorisi yaşarmışçasına geri dönüşü olmayan bir yola giriyor karakterimiz. Artık gerçek bir gün ışığının can yakıcı etkisi var üzerinde. Gözleri buna alıştıktan sonra, eski karanlığa geri dönmesi imkansız. Hal böyle olunca Duncan’ın yavaş yavaş yerleştiği aşık pozisyonu, aynı zamanda çaresiz ve depresif bir duruma dönüşüyor. Başlarda onu küçümserken, yeni edindiği arkadaşlarıyla sık sık kitap okuyup derinlikli sohbetler etmesine dayanamaz hale geliyor. Bu, Bella’nın kazandığı bir başka zafer. Tanrısını yenen kadın, Adem’ini de terk ediyor.
Bella sosyalizmle tanışıyor
Gemiden ayrıldıktan sonra Paris’te geçen kısım epey problemli. Sınıfların ve yoksulluğun farkına varan Bella, para kazanmak için gittiği genelevde karşılaştığı Toinette sayesinde bu kez sosyalizmle tanışıyor. Genelev işleyişini sorguluyor, gelen müşterilerin kadınları seçmesini manasız buluyor. Eğer kadınlar müşteriyi seçerse, belli bir oranda dahi olsa o erkeği arzulama ihtimali olacağından bahsediyor. Fakat elbette tüm bunlar doğanın işleyişine aykırı. Genelev patroniçesi bunu nazik bir dille aktarıyor Bella’ya. Erkeklerin, arzu edilmemekten de hoşlanabildiklerini anlatıyor. Bella için yeni bir kavram daha. İktidar denen şeyin tuhaflığına güzel bir örnek.
Özellikle Paris’te geçen sahnelere dair belli başlı eleştiriler mevcut. Kadının özgürlük ve uyanış mücadelesinin salt cinselliğe hatta seks işçiliğine indirgendiği yorumları epey yapıldı. Buna dair bizzat Emma Watson’ın verdiği cevaplar da söz konusu. Fakat benim asıl eksik bulduğum şey, filmin sonlarına doğru Lanthimos’un metnin kontrolünü elinden kaçırması. Seks işçiliği hususunda net bir söylem yaratmadığı gibi, sosyalizm nevinden vurgular da öylesine serpiştirilmiş gibi duruyor. Muhtemelen kitapta bu kısımlar daha ayrıntılı biçimde işlenmiştir ama senaryo bağlamında havada kaldığını belirtmek gerek. Buna dair iç açıcı tek şey, intiharından önce evindeki çalışanlara eziyet ettiğini bildiğimiz Victoria’nın, yeni kişiliğiyle birlikte, final sahnesinde çalışanlarına içki ikram eder hale gelmesi. Ki bunu da zaten sırf uyanışa bağlamak doğru olmaz, eski bedeni kontrol eden yeni bir beyinden söz ediyoruz. Kas hafızası, sıfır kilometre bir beynin yanında nedir ki?
Lanthimos’un Hollywood yolculuğunu tamamladığı Poor Things, yönetmenin kendi evrenindeki bazı klişeleri tekrarlamasına rağmen oldukça iyi bir iş. Başlangıçtaki Lanthimos, nedenlere eğilmeden bir hikaye anlatma cesaretini taşımasıyla öne çıkıyordu, bu kez benzer sorgulamaları sağlasa da eskisine göre geniş bir kitleye ulaşmak istediği aşikar. Bunu da katı biçimciliğine uyan ilginç bir içerikle aşmaya çalıştığını görüyoruz. Emma Watson’ın Oscar için güçlü bir aday olduğunu belirtmek ve bu işbirliğinin sonraki filmde de devam edeceğini bilmek güzel.