Şifa için pencereye bir yıldız

Kültür/Sanat Haberleri —

“Stêrka Li Ser Xetê” belgeseli

“Stêrka Li Ser Xetê” belgeseli

  • “Stêrka Li Ser Xetê” belgeseli, 1993’te Dirbêsiyê'de, pencerelerinin demir korkuluklarındaki yıldız simgesinin PKK’yi temsil ettiği gerekçesi ile evlerin basılması ve bu yıldızların sökülme hikayesini anlatıyor.

MIHEME PORGEBOL

“Stêrka Li Ser Xetê” (Sınırdaki Yıldız) Bêrîvan Saruhan’ın ilk filmi. 90’lı yıllarda Türkiye-Suriye sınır köylerinde pencere korkuluklarına takılan demir yıldızın hikayesini anlatan kısa belgesel film, festivallerde gösterilmeye başlandığından beri adından söz ettiriyor. Film, Hafıza Merkezi’nin “Hafıza ve Gençlik” projesi kapsamında desteklendi. Biz de “Stêrka Li Ser Xetê” filminin yönetmeni Bêrîvan Saruhan’la filmin ve sınırdaki yıldızın hikayesini konuştuk.

 

Bêrîvan Saruhan

 

Bize “Stêrka Li Ser Xetê”nin hikayesinden bahseder misin? Bu filmin hikayesi nereden geliyor?

Film, 1993 senesinin Mart ayında Mardin’in sınırda bulunan Dirbêsiyê isimli yerleşim yerinde, pencerelerinin demir korkuluklarındaki yıldız simgesinin PKK’yi temsil ettiği gerekçesi ile evlerin basılması ve bu yıldızların sökülme hikayesini anlatıyor. Bu evin etrafındaki pencerelerden yıldızlar söküldükten sonra içi boş bir daire şeklinde kalıyor. Asıl ironik olan durum ise bu demir korkulukların yapılma tarihi net olmamakla birlikte -çünkü anneannem ile dedem tarihte uzlaşamadılar- PKK’nin kuruluşundan önceye denk geliyor. Yaşanan bu hikayede demirden bir yıldız parçasının dahi bir tehdit unsuru olarak algılanışını görüyoruz.

Dirbêsiyê’deki 6-7 ev güvenlik gerekçesiyle demir korkulukları yaptırıyorlar, yine evler basılınca hep beraber farklı güvenlik kaygılarıyla o yıldızları sökmek zorunda kalıyorlar. Tabii belgeselde bahsi geçen evlerden sadece bir tanesini görebiliyoruz. Diğer evler zaman içerisinde yenilenmiş ya da yıkılmış. Nenem ile dedemin evinde de şu an kimse yaşamıyor. Sanırım belgeseli çekmemi bekliyordu. Bu hikaye bana anlatılan, zihnimde kodladığım hikayelerden sadece bir tanesiydi.

Hafıza Merkezi’nin “Hafıza ve Gençlik” adlı proje çalışmasına kabul alınca bir arşiv oluşturma fikriyle yola çıktım ve bu hikaye kısa metrajlı bir belgesele evrildi. Ya sadece Dirbêsiyê’de bu olayı yaşayan insanlar ile görüşmeler alıp hem belgesel hazırlayıp hem farklı pencere fotoğraflarından dijital fotoğraf sergisi oluşturacaktım ya da Dirbêsiyê’den başlayıp Kızıltepe’deki diğer bütün köyleri de gezip farklı pencere fotoğrafları çekerken daha farklı hikayelerle karşılaşma ihtimalimi arttırıp ortaya daha kapsamlı bir çalışma çıkaracaktım. Muhtemelen bu baskın sadece bir köyde gerçekleşmemiştir diye düşündüm, lakin İstanbul’da yaşıyordum. Mardin’e sık sık gelmem gerekiyordu ve hikaye doğalında belgesele evrildi.

Simgelere gerçek anlamda kafa patlattığım sorguladığım bir dönemde böyle bir çalışma yapmak beni mutlu ve umutlu kıldı diyebilirim. Bence daha fazla spolier vermeyeyim; denkleştikçe festivallerde beraber izleyip sohbetler edelim.

Filmin bittikten sonraki serüvenini anlatır mısın? Neler oldu film bittikten sonra, yarışmalar, ödüller, gösterimler…

Film bu yılın başında bitti ve serüvenimiz daha yeni başlıyor diyebilirim. Düsseldorf Kürt Film Festivali’nde geçtiğimiz günlerde gösterildi ve ödül aldı. 4 Mayıs günü 19. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde, 5 Mayıs günü Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nın İstanbul şubesinde gösterildi. Mayısın ikinci haftasının sonunda da Amsterdam Kürt Film Festivali’nde gösterildi. Film üzerinden bize olumlu dönüşler yapan festivaller var. İlerleyen süreçlerde onları da paylaşmaya devam ederiz gibime geliyor lakin şu an kısa vadede Mardin’de bir gösterim planımız var. Belgeselin çekildiği mekanda, belgeselde konuşan ve o mekanda yaşayan insanların izleyebileceği bir gösterim olacak. Festivallere kabul alınca hem mutlu oluyorum hem de yeni olmasına rağmen “Bêrîvan Stêrka Li Ser Xetê ile yeterince uğraşmadın mı, yeni projelere belgesellere başla” diyorum kendi kendime. İmkan ve zaman yarattığım ölçüde gözbebeğim Stêrka Li Ser Xetê’yi kendi haline bırakıp yeni işlere başlama planım var. Bakalım…

 

 

Filme tepkiler nasıl oldu?

Aslında beklemediğim şekilde iyiydi diyebilirim. Çok güzel sıcak dönüşler, hoş yorumlar aldım. Her ne kadar sosyal medyanın bir simülasyon olduğunun farkında da olsam ve onu bir ölçüt olarak görmesem de festivallerde izleyen insanlardan da güzel dönüşler aldım. Bakmayın kolay kolay kendi yaptığı işi beğenmiyor insan, en azından ben böyleyim ve kendi gözümden bakınca zihnimde canlananın yüzde 20’sini dahi belgesele yansıtamadığımı görüyor ve ara ara üzülüyorum buna. Ama her film gibi bunun da bitmesi gerekiyordu ve filmde anlatılanın hepimizin hikayesi olması, izleyenlere o duyguyu vermiş olmam beni mutlu ve onore ediyor.

Film, sınırın iki tarafındaki Kürtlerin kültürel, sosyal, politik ve tarihi ortaklıklarına da göndermeler yapıyor. Bu anlamda neler söyleyebilirsin?

Bu çekimleri alırken görüşmeleri yaparken şunu fark ettim ki sınır mevzusu her seferinde farklı şekillerde ama bir o kadar da büyük bir sorun olarak çıkıyor karşımıza. Burada yaşamaya devam eden çok az insanla görüşmeleri aldığımda direkt olarak yıldızın sökülme mevzusunu sormadım mesela. Nasılsınız, günleriniz nasıl geçiyor dediğimde dahi konunun bir şekilde sınıra ve yaşanmışlıklara evrildiğini gördüm. Hatta sohbeti direkt yıldızla başlattığımda dahi mayın döşenmeden önce ve sonraki, sınır kapısı kapanmadan önce ve sonraki değişimi anlatmak istiyordu hepsi. Bu sınırda yaşayanlar için de bütün Kürtler için de ciddi bir toplumsal travmadır. Öldürülmeye, zorunlu göçe değinmesek dahi mayın döşendikten, sınır kapandıktan, duvarlar örüldükten sonra 50 yılını o yerleşim yerinde geçirmiş bir insanın en temel ihtiyacı olan sosyalleşme ihtiyacı da ortadan kalkıyor. Ama buna rağmen mütevazi bir inata da şahitlik ettim. 2019’da Dirbêsiye bir ay kadar boşaltılınca bütün hayvanlarının telef olduğunu söyleyen bir teyze, döndükten sonra tekrardan hayvan beslemeye başlıyor ve bu da yıkımlara, tahribata karşı yeniden, bıkmadan yaşamı, aktivasyonu oluşturma inadıdır.

Filmdeki yıldız senin için ne anlama geliyor peki?

Simgeleri anlamlandırma çaba ve biçimlerimiz bizi güçlü kılan taraflarımızdır aslında. Hiçbir sembol kendinden iyi ve kötü değildir; önemli olan sembolün onu kullanan kişi için ne anlama geldiğidir. Semboller, insanların duygu ve düşüncelerini ifade etmelerine, kimliklerini belirlemelerine ya da atanmış kimliklerini açıklamalarına, gruplar arası iletişimi kolaylaştırmalarına yardımcı olan önemli araçlardır. Bence kültürel, sosyal ve psikolojik açıdan büyük roller üstlenirler. Seyircilerden yorum yapanların biri LGBTI+ direnişi ile yıldızı bağdaştırdı mesela, başka bir seyircimiz Samsun’da büyüklerinin anlattığı bir hikaye ile özdeşleştirdi, belgeseli izleyen Kürtlerin büyük bir çoğunluğu ise bizim kolektif hafızamızdaki izlerden, İştar’dan, doğal toplumdan, yıllardır bu yıldız simgesinin pencere ve kapılarda olduğundan bahsediyor.

Ben korkulukları yapan demircinin peşine de düştüm bu arada. Son sahamda bütün demirci dükkanlarını gezdim ve o yıldızları yapan demircinin 2014’te vefat ettiğini bu mesleği bir Ermeni ustasından edindiğini öğrendim. Oğlu ile biraz sohbet edip ayrıldım oradan. Ama hayatta olsaydı ne için yaptığını sormak isterdim. İçten içe beklediğim cevabı alamayacaktım belki ve “sadece süs olsun diye yaptım” da diyebilirdi. Ama bu önemli değildi. Farklı şehirlerde yıldız simgesinin olduğu pencerelere de çoğu zaman rastladım, rastlıyoruz ama bu hikayede mevzu neden yapıldığından çok ne için söküldüğü aslında. Parti simgesi olduğu için bile isteye evlerinin kapılarına, pencerelerine, duvarlarına yıldız figürünü kullanan evleri de görüyoruz çünkü.

Ayrıca bu bölgede astronomi ve gökyüzü her daim önemli bir yere sahipti. İnsanlar gökyüzünü yakından izleyerek çeşitli alanlarda bilgi ve becerilerini geliştirmişler, yıldızlara bakarak günlük rutinlerini oluşturmuşlar ve kültürel gelişimlerine katkıda bulunmuşlardır. Galiba yıldızın benim için ne anlama geldiğini anlatmamak için çok uğraştım. Benim için birden çok anlamı var elbette ama yıldız denince kayıplarımızı anıyorum sanırım. Hayatlarımızdan birer yıldız gibi kayıp gidenleri, artlarında görülmeyi, duyulmayı bekleyen bir dolu hikaye bırakanları anımsıyorum hep.

 

 

90’lı yıllarda çocukluk yaşamış sanatçıların benzer hikayelere çokça odaklandığını görüyoruz. Flu anı parçalarını tamamlama çabası olarak görüyorum bunu. Tamamlama çabası özellikle çanak anten, kitap, kaset vb. nesneler üzerinden yapılıyor. Senin filmin hakkında da bunu söylemek mümkün mü? Hayal meyal bir anı veya söylentinin peşinde koşmak gibi bir şey mi oldu?

Doksanlarda doğup büyüyen bizler bazen bir hayalin, bazen anlatılanların, bazen de bir rüyanın peşinden gidiyoruz. 2000’li yıllarda doğup büyüyenler için de bu yıllar bu denli önemli olacak mı; yazma, çizme, konuşma, görünür kılma ihtiyacı hissedecekler mi diye düşünmüyor değilim ara ara. Ama zaman değişiyor, toplum değişiyor, şartlar değişiyor. Bu değişim dönüşüm içerisinde herkes kendi zaman dilimini yaşıyor. Bir yandan da zamana ve mekana sığamıyoruz aslında. Travmatik bir toplumuz ve farkındalığı olan, toplumsallığı kendine dert eden bireyler için de bu yaşananları göstermek, kayıt altına almak ihtiyacının dışında şifalanmak istiyoruz sanırım. İyileşmek için yüzleşme ihtiyacı duyuyoruz hep. Hangi ülkeye, hangi köşe başına, hangi tarlaya, hangi sahil kenarına da gitsen kasetlerin gömüldüğü, yıldızların söküldüğü asıl mekanına dönmek istiyorsun ama bir süre sonra orada da uzun süre kalamayacağını biliyorsun. Araftayız hepimiz, telde sallanan mandallar gibiyiz ama bir yandan da yaşıyoruz, umut ediyoruz. Güzel şeyler yapmak için çabalıyoruz.

Aynı zamanda hafıza ve kadın mücadelesi alanlarında da aktif çalışmalar içerisindesin. Birçok genç Kürt sanatçı kendi sanat dalları dışındaki alanlarda da varlık gösteriyor. Bunun sebebi bir kendini ifade çabası mıdır, dikiş tutturamamak mıdır, alanını belirleyememek midir yoksa Kürt’ün makus kaderinin bir sonucu mudur?

Hepsidir. Aslını sorarsan kimse bana insan hakları savunucusu olmak ister misin, hafıza ve kadın alanında çalışmak ister misin diye sormadı. Dahası bunu ben de kendime sormadım. Bir yandan kadın kimliğiyle tanışıyor, zaman içerisinde barışıyor ve bulunduğun her alanda kadın haklarını, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ve bundan kaynaklı sorunları dert edinmeye, mücadele etmeye başlıyor ve bu mücadele alanını olmazsa olmazın olarak görüyorsun. E bir yandan bir Kürtlük var ki ne yaparsan yap işin içinden çıkamıyorsun. Ben varım, vardım demek için, işe yarar bir şeyler bırakmak için, üretmek için ekstra bir çaba sarf ediyorsun. Bir yandan gerçekten yapmak istediğin şeylere odaklanmak, hayattan keyif almak istiyorsun. İster istemez birden fazla kimliğe bürünüyor, bazen kendine yük ediyor ve bütün bu kimliklerin kişisel hayatta dengesini sağlamaya çalışıyor, zamanla farklı yeteneklerini keşfediyorsun. Ben, Kürt Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Çevirmenlik yapıyorum ama bir süre kadına yönelik şiddet başvurusu da aldım. Dil eğitmenliği de yaptım, ara verdim. Şimdi de farklı bir özelliğimi keşfettim ve belgesel çekmeye çalışıyorum. Ama bana kalsaydı, topraklarımız özgür olsaydı ve yapacak bu denli çok işimiz olmasaydı bir gemide yaşamak ve çalışmak isterdim. İstediğimiz şeyleri yapacağımız günlerin yakın olması umudu ile diyelim.

Genç, Kürt, kadın, sanatçı… Sürekli bir ötekilik hali. Elbette yalnız değilsin bu kimlikte ama bütün bu ötekilikleri nasıl aşıyorsun?

İşin doğrusu aşamıyor, aşmaya çalışıyor ve bazen de aşmışız gibi davranıyoruz. Bazen isyan ediyor, çoğu zaman sorgulamıyor, her seferinde de farklı mücadele yöntemleri geliştiriyorsunuz. En basit örneği verecek olursam başınıza vura vura öğretilen bir dilden bahsediyoruz. Türkçe doğalında çoğumuz için en iyi bildiğimiz dil. E bir de ana dili, toplum dili var. Bu dilde de çok iyi olduğumuzu, özgüvenimizin yerinde olduğunu varsayarsak dahi Türkçe’nin çok konuşulduğu bir ortamda, toplantıda Türkçeyi çok iyi bilmenize, her iki dil arasında yıllardır çeviri yapmanıza rağmen bazen kızarıyor, terliyor, elinizi kolunuzu çok kullanıyorsunuz. Huzursuz ve kötü hissediyorsunuz. Bir de okuryazar olmayan milyonlarca Kürt’ün ve tabii göç etmek zorunda olan, ötekileştirilen milyonlarca insanın resmi ve gayri resmi bütün alanlarda her gün yaşadığı bu ruh halini düşününce daha da kötü hissediyorsunuz. Ama ertesi sabah derin bir nefes alıp, güne tekrar başlıyorsunuz. Ötekilik duygusu beraberinde yabancılaşma duygusunu da doğuruyor ve bunun oluşmasına elimizden geldiğince müsaade etmememiz gerekiyor bence.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.